30 Kasım 2010 Salı

Yok Artık...













Varlığında, varlığın var olmasının söz konusu olduğu bir varlık olarak var olan bir varlığım… Jean Paul Sartre




"Kocaeli'nin Derince İlçesi'nde Derince Sarıkamışlılar Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği'nce, 1914 yılındaki Sarıkamış Harekatı'nda donarak can veren 90 bin şehit için düzenlenen anma gecesinde halay çekilip oyunlar oynanması" üzerinde duyduğum derin üzüntü ve şaşkınlığımı belirterek duygularımı izninizle paylaşmak isterim.


Zira anlaşılan şu ki özde, Şehitleri Anma Gecesi için toplanılmış; ama bu beraberlik bir anda etrafa sözde eğlenceyi tetikleyerek olayı birden eğlenmeye dönüştürüp, "davul zurna eşliğinde halaylar çekilip, oyunlar oynamak" olarak algılatılmış...

Peki bu anlaşılmaz ve yürek burkan sefilce olayın arka planındaki niyetleri açığa çıkaran eğlence de neyin nesi oluyor?!

Zira kafam birden çok karıştı!!!

Vallahi hiç anlaşılacak gibi değil...

Ne diyeceğimi bilemiyorum...

Ha, millet olarak "vur patlasın çal oynasın" anlayışının hızla her alanda uygulanır olduğuna tanıklık ediyoruz da, bu kadara kadar pervasızlığın cüret gösterir olmasına pes demekten öteye geçemiyorum işte...

Ve nihayet bugün ( Hürriyet'in haberine göre) bu içler acısı habere bir açıklama getirildiğini okudum...

Sarıkamış Dayanışma Grubu Başkanı Prof. Dr.Bingür Sönmez, "Sarıkamış Dayanışma Grubu olarak görevlerimiz arasında bu tür eğlenceli anma törenleri yer almamaktadır" diyerek, 26 Kasım’da Derince Sarıkamışlılar Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği tarafından Sarıkamış Harekâtı’nda donarak ölen 90 bin şehit için düzenlenen halaylı anma gecesiyle bir ilgilerinin bulunmadığını ifade etmişler...

Sayın Başkan içimizi rahatlattılar rahatlatmalarına da...

Peki o zaman eğlenceli bu sözde anma gecesini kim hazırladı?..

İnanılır gibi değil!

Ne zamandan beri ŞEHİTLERİMİZ eğlencelerle anılır oldu?

Yoksa eğlenecek olanak ve ortam bulamayanlar için ŞEHİTLERİMİZ vesile mi oluyor?

Ya da gizli eller, Türk halkının şehitlerine duyduğu manevi duygularını hançerlemek adına mı böyle bir tezgah düzenledi dersiniz?..


Ve bu çirkin tezgaha alet edilmek istenen bazı Derinceliler nasıl bir gaflet içerisinde olduklarının farkına vardılar mı orasını bilemeyiz ama, geceye katılan bir kısım duyarlı vatandaşlarımızın "Şehitleri Anma Gecesi’nin amacından saptırıldığını belirterek salondan ayrıldıkları" yönündeki haberi de gururla buradan yazmak isterim...


Şehitlerimize karşı duyduğumuz derin saygıyla birlikte onlara minnet borcumuzu asla ödeyemeyecek olduğumuzu da belirtmeyi her şeyden evvel vicdani bir görev sayıyorum...

Aziz şehitlerimizi değil bir günde anmak; her an her dakika beynimizin bir tarafı onlara armağan olsun...

Öte yandan Derince'nin adını lekelediklerinin farkına varmayan bir kısım eğlence aymazlarına buradan teessüflerimizi iletir, saygısız davranışlarını ise şiddetle kınadığımızı acilen dikkatlerine sunarız... Duyurulur!!!

Sevgi ve saygılarımla!


27 Kasım 2010 Cumartesi

Dikkat!.. "Kirli Çamaşır"lar Ortaya Dökülüyor












"Türk milleti millî birlik ve beraberlik içerisinde güçlükleri yenmesini bilmiştir." ATATÜRK


Irak ve Afganistan ile ilgili gizli belgeleri yayınlayarak Wasihington'un "kirli çamaşır"larını bir nevi ortaya döken WikiLeaks Sitesi'nin bugün de yepyeni "bomba bilgiler" yayınlayacağı iddialarını önemli saydığımız gazetelerin üst haberlerinden okuyoruz...

Vallahi ne diyelim bilemiyorum... ama benim bu haberle birlikte iki önemli uyarı zihnimde canlandı.

İlk aklıma gelen ise, durumdan üzerimize vazife çıkarmamızı gerektirecek bir hikaye oldu.

Şimdi bu bilinen küçük "fabl"ı, izninizle sizlerle paylaşmak isterim:



Tavuk, çayırda otlayan ineğe gitmiş:

"Merhaba inek hanım!"
İnek, tavuğun kendisine, merhaba demesini yadırgamış:

"Hayrola?"
"Size, ortaklık teklif etsem, ne dersiniz?"
İnek, ne kadar inek olsa da, bir işi reddedecek kadar inek olmadığından, inekleşmemiş:

"Söyle bakalım, ne iş bu?"
"Sizinle sucuklu yumurta yapalım, insanlar sucuklu yumurtaya bayılır!"
İneğin aklı yatmış, tavuk ortaklık şartlarını sıralamış:

"Bana münasip bir yerde folluk gösterin, gidip yumurtalarımı folluğa doldurayım!"
Birkaç gün sonra, tavuk, bir küfe yumurtayla çıkagelmiş, inek memnun, yalnız tavuğun yanındaki eli bıçaklı adamı gözü tutmamış:

"Ortak, bu adam kim?"
"Kasap, sucuklu yumurta için… Sizi kesecek, sucuk yapacak, benim de yumurtalarım var, ortaklık tamam!"
İnek ayılır gibi olmuş:

"Bu ortaklık benim canıma mal olacak galiba!"

"Maalesef inek hazretleri, amacımız, insanlara bol, lezzetli ve şişmanlatmayan sucuklu yumurta yedirmek, değil mi?

Hadi, lütfen kendinizi sayın kasaba teslim ediniz!"



Diyeceğim o ki... Emperyalist güçler, kime "sizinle ortak iş yapalım" dediyse, bilin ki arkasından mutlaka "ortak"lık yaptıkları "ortak"lar, mutlak bir hezimete uğramıştır. Ve devamında da adım attığı toprakların insanları, kaçınılmaz zulümler görmüş, büyük felaketler yaşamıştır... Bu durumlara da kendilerince bir kılıf uydurulup, kamuoyu her defasında aldatılmıştır...


Zihnimde uyanan diğer algılama ise, bilinmelidir ki bu dünyada yapılan ve işlenen hiçbir SUÇ ve GÜNAH, gizli kalmıyor olmasıdır!!! Ve bir gün, her şey günışığına çıkıyor. Tıpkı "Amerika'nın Irak'ta uygulanan işkence, kötü muamele ve yargısız infazlara göz yumduğunu" WikiLeaks adlı internet sitesine sızdırılan yaklaşık 400 bin gizli ABD askeri belgeleriyle ortaya çıktığı gibi...


Daha hangi "kirli çamaşır"lar ortaya dökülecek?..

Zaman içerisinde hepsini bir bir göreceğiz...

Sevgi ve saygılarımla!



24 Kasım 2010 Çarşamba

"Öğret Oğluma"
















"Öğretmenler her fırsattan istifade ederek halka koşmalı, halk ile beraber olmalı ve halk, öğretmenin çocuğa yalnız alfabe okutur bir varlıktan ibaret olmayacağını anlamalıdır." ATATÜRK, 07.07.1927



Abraham Lincoln'un Oğlunun Öğretmenine Yazdığı Mektup:


"Öğrenmesi gerekli biliyorum; tüm insanların dürüst ve adil olmadığını. Fakat şunu da öğret ona:

"Her alçağa karşı bir kahraman, her bencil politikacıya karşılık kendini adamış bir lider vardır"

Her düşmana karşı bir dost olduğunu da öğret ona.

Zaman alacak biliyorum, fakat eğer öğretebilirsen, kazanılan bir liranın bulunan beş liradan daha değerli olduğunu öğret.

Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve kazanmaktan neşe duymayı.

Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu.

Eğer yapabilirsen sessiz kahkahaların gizemini öğret ona.

Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını.

Eğer yapabilirsen, ona kitapların mucizelerini öğret. Fakat ona; gökyüzündeki kuşların, güneşin yüzü önündeki arıların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceği sessiz zamanlar da tanı.

Okulda hata yapmanın , hilekarlıktan daha onurlu olduğunu öğret ona.

Ona kendi fikirlerine inanmasını öğret; herkes ona yanlış olduğunu söylediğinde dahi.

Nazik insanlara karşı nazik, sert insanlara karşı sert olmasını öğret ona.

Herkes birbirine takılmış bir yönde giderken, kitleleri izlemeyecek gücü vermeye çalış oğluma.

Tüm insanları dinlemesini öğret ona; fakat tüm dinlediklerini gerçeğin eleğinden geçirmesini ve sadece iyi olanları almasını öğret ona.

Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret.

Herkesin sadece kendi iyiliği için çalıştığına inananlara dudak bükmesini öğret ona.

Ve aşırı ilgiye dikkat etmesini.

Ona kuvvetini ve beynini en yüksek fiyatı verene satmasını fakat hiçbir zaman kalbine ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret.

Uluyan bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret ona.

Ve eğer kendisinin haklı olduğuna inanıyorsa dimdik dikilip savaşmasını öğret.

Ona nazik davran ama kucaklama. Çünkü ancak ateş çeliği saflaştırır.

Bırak sabırsız olacak kadar cesarete sahip olsun; bırak cesur olacak kadar sabrı olsun.

Ona her zaman kendisine karşı derin bir inanç taşımasını öğret.

Böylece insanlığa karşı da derin bir inanç taşıyacaktır.

Bu, büyük bir taleptir. Ne kadarını yapabilirsin bir bakalım..

O ne kadar iyi, küçük bir insan.

Oğluma.."


Aydınlığa koşan bütün öğretmenlerimizin "Öğretmenler Günü" kutlu olsun...


Sevgi ve saygılarımla!



22 Kasım 2010 Pazartesi

Tatille "Kurban" Ettiğimiz...














"Bir şeyin değerini bilmeyen asla o şeyin değerini anlatamaz."



En değerli "değer"lerimizden saydığımız Kurban Bayramını yaşarken, elimizden sessizce kayıp bir bir giden değerlerimiz...

Eskiden yani değerlerimize sahip çıktığımız ve paranın satın alamayacağına inadığımız günlerde bayramları yaşamak, bambaşka bir heyecan ve tattı...

Büyüklerimize saygıyı..

Küskünlüğün, dargınlığın bir anda unutulduğunu...

"Bayram"larla öğrendim...


Ve böylelikle benim için parayla satın alınamayacaklar arasında gördüğüm ilk "değer" anlayışı, zihnime yerleşti..

Bayramlarımız hepimiz için bir "değer"di...

Beraberce aynı ruha sahip olarak neşe bulduğumuz; hüzün yaşadığımız şarkılarımız...

Bayram sabahlarıyla birlikte sevgili annemin televizyonu açmasıyla, evimize neşe saran kendi öz müziğimizle "değer" biçilemeyen müziğimizin, değerlerimizden birisi olduğunu öğrendim...

İnsanlığın ve yardımlaşmanın ne olduğunu o minicik beynime yerleşen, ev ev dolaşarak dağıttığım "kurban eti" ile birlikte öğrendim...

Oysa şimdi,

Parayla satın alınamayacak kadar değerli "değer"lerimiz ne yazık ki artık inişe geçti...

Bu bayram, bir ilki yaşayarak "tatil bayramı" geçirdim...

Değerli saydığımız her şey bir bir inişte...

Ne uğruna?..

Şüphesiz ki kültür emperyalizminin harekete geçerek üzerimizde "turizm" baskısı ile dayattığı, "kandırmaca" ile...

Her "değer" turistle yok ediliyor..

Turizm adıyla, "değer"lerimiz bir bir kayboluyor...

Çıkarların peşinde, hırslarının esiri edilmiş bir anlayışa doğru hızla sürükleniyoruz...

Bir ulus düşünün ki tüm "değer"lerini turizm uğruna bir bir satışa sunmuş; ve yok olmasına seyirci kalmış...

Turist diye diye yok ettiğimiz dilimiz, müziğimiz, kültürümüz, maneviyatımız...

Sahip olduğumuz bütün değerlerimizi horlayıp, aşağılamaya terk ettik...

"Hayran"lık duyduğumuz "Batı" kültürü bizi yutuyor...

Üstelik alkışlar arasında her şeyimizi verdik...

Vermeye de devam ediyoruz...

Kısaca; kocaman kocaman harflerle yazılarak kutlanan bayramların yaşandığı "otel"ler...

Adı bayram, içeriği Batı kültürüyle yoğrulmuş "eğlence" anlayışıyla sınırlı...


Geride "değer"lerimizin değersizleşmesine terkedilen ve derin yaralar altında geçen içi boşaltılmış, koskoca bir KURBAN BAYRAMI...



Sevgi ve saygılarımla!

14 Kasım 2010 Pazar

"Düşünen Koyun" A(O)lmayın
















"Düşünüyorum öyleyse varım" DESCARTES



Gaziantep Bölgesi Veteriner Hekimler Odası Başkanı Mehmet Satıl, "Örneğin kurbanlık seçerken düşünen, yere bakan, çevresiyle ilgisiz hayvanlardan uzak durulmalı. Bu davranışlar hayvanın sağlıklı olmadığına ilişkin işaretlerdir." diyor. 10 kasım 2010, milliyet


Bu haber, oldukça anlamlı ve bir o kadar da düşünürken güldüren, mizahi yönü ağır basan bir haber... Zira Sayın Veteriner, her ne hikmetse "kurban olarak kesime uygun" hayvanı tanımlarken "Kurbanlık satın alırken düşünen, yere bakan, çevresine ilgisiz hayvanlardan uzak durulmalı" gibi garip ifade kullanıyor...

Valla bu tanımlama bana biraz "düşünen insan"ı çağrıştırdı... Yani malum düşünen insana iyi bakılmaz hani... "Düşünüyorsan etrafa tehlike (!) saçıyorsun" algılaması gibi işte.


Öte yandan bu düşünceyi iddia eden sayın başkana sormak isterim; "hayvanın düşündüğünü" nasıl anlıyormuş?!..


Tamam anladık; sağlıklı hayvan hareketli, tepki veren vs. özellikleri sergiler; ama "düşünen"in tespiti nasıl yapılmış, orayı anlayamadım... Şayet hayvan tepkisiz ve yere bakan ise, o hayvana hastalıklı denilir!!! Hatta "durgun insanlar" için halk arasında böyle bir benzetme yapılarak, "mel mel bakma" denildiği bile olur... Hemen yeri gelmişken izninizle bir hatırlatma yapmak isterim: Zira geçtiğimiz yıllarda üstüste "sürü psikolojisiyle hareket eden" koyunların toplu ölümlerini basından öğrenmiştik hani... Bilmem nedense aklıma bu haber de geldi işte...


Neyse biz konuya tekrar dönecek olursak bu habere göre Sayın Başkan, "düşünen" teşhisini neye göre algılamış oluyor ki?.. Pes valla...

Ama yok, bu tespit insanlara gönderme ise, orada dur bakalım! Zira düşünen insan; tepki veren, hareketli, canlı, etrafına ışık saçmasıyla bellidir! Yoksa "koyun" gibi sürü halde, düşünmeden uzak, aklını bir başkasına devretmiş, sorgulama yeteneğini kaybeden, önüne ne konulursa onu yemeyi hayat felsefesi olarak kabul eden, "kurbanlık koyun"lar misali gibidir...

O halde sayın başkanın önerdiği üzere bu bayram, kurbanlarımızı alırken şüphesiz ki hareketli, tepki veren canlı hayvanları tercih edelim ama, kendimiz de tanımlanan gibi "düşünen koyun" olmayalım... :)

Ve bu münasebetle;

Ulus olarak, birlikteliğimizin her zamankinden daha güçlü olmasıyla beraberinde getireceği aydınlık dolu yarınların, nice nice Kurban Bayramlarına vesile olması temennisiyle; Kurban Bayramımız tüm ulusumuza ve Müslüman dünyasına MÜBAREK OLSUN... :)


Sevgi ve saygılarımla!


12 Kasım 2010 Cuma

Ah Çocuğum Benim...














İZMİR kurtuldu, çok tatlı bir yorgunluk, Ankara'ya hareket edecekler. Trene binerler kompartımana çekilirler. Ertesi gün kompartımanı çalar yaveri, açar yorgun, bitkin, kravatını yıkamaktadır Atatürk. Yaveri "Paşam bu ne hal, hiç uyumadınız herhalde, niye böylesiniz?" der.

" Ya çocuk, kompartımanıma yastıkla battaniye koymayı unutmuşunuz. Kolumu yastık yaptım ağrıdı; setremi yastık yaptım üşüdüm; bende uyumadım kalktım " der. Yaveri; "aman paşam! Birimize haber vereydiniz hemen size bir yastıkla battaniye getirirdik" der.

Ve bir ülke kurtarmaktan dönen komutan, tarihi bir cevap verir; " Geç farkettim! Hepiniz en az benim kadar yorgundunuz. Hiçbirinize kıyamadım. Önemli olan benim uyumam değil, milletimin rahat uyumasıdır!" der.


Zonguldak'ta yaşayan Aykut KESKİN, 10 Kasım günü Atatürk'ü Anma Töreni esnasında işini bırakarak ayağa kalkıp saygı duruşunda bulunması ile basında yer aldı. Şüpehsiz ki Aykut'un bu yaptığı davranış takdire şayan onurlu bir hareket olmakla birlikte, millet olarak duygusal anların yaşanmasına da vesile oldu.


16 yaşındaki Aykut'un ailevi zorluklarının yanısıra, maddi anlamda da bir hayli sıkıntı yaşadığını bu vesileyle öğrenmiş olduk. Öyle ki okulunu ve okumayı sevmesine rağmen, ne yazık ki öğrenimini yarıda kesmek zorunda kalmış. Küçük yaşta yaşadığı bütün zorluklara ve sıkıntılara rağmen Aykut'un Atasına karşı duyduğu minnet ve sevgisini bakınız nasıl dile getiriyor:

“Atatürk bizim için onca savaşlara gitmiş. Onun için ayağa kalktım, saygı duruşunda bulundum. O anda iyi duygular yaşadım. Keşke herkes aynısını yapsa. Ayakkabısını boyadığım müşterimle 1.5 liraya anlaşmıştım. Boyadıktan sonra o 2 lira verdi. Bugün gazetelerde fotoğrafımı görünce çok mutlu oldum. Mahallede herkes beni konuşuyor. Çok duygulandım” 11.11.2010, Vatan


Bu sözlerin ve hissettiğin asil duyguların yüreğime sanki bir "ok" gibi saplandı işte... Ah evladım benim... sana karşı şüphesiz ki toplum olarak bizim de boynumuz bükük ve suçluluk duygusu içerisindeyiz. Zira dilimizden düşürmediğimiz ve inancımızın esasında yer alan sosyal anlamda "Komşusu açken tok yatan bizden değildir!" felsefesinin içini ne yazık ki dolduramadık!

Ve bilmelisin ki o çok minnet ve saygı duyduğun Atatürk, bugün yaşıyor olsaydı senin yaşamak için okulunu bırakmanı oluşturan etkenler asla olmazdı..!


Bu soylu davranışın karşısında biz de seninle gurur duyuyoruz... çocuğum benim!

Ve bir an önce senin en doğal hakkın olan okuluna geri dönerek eğitimini tamamlayıp, geleceğe güvenle bakma olanağına kavuşmanı yürekten diliyoruz ve bekliyoruz...


"Türkiye Cumhuriyeti'ni Kuran Türkiye Halkına Türk Milleti Denir"


Öte yandan Vatan Gazetesi'nin bu haberi yaparken kullandığı bir ifadeye izninizle dikkat çekmek isterim... Zira Aykut KESKİN'in yapmış olduğu onurlu davranışının haber edilmesinin yanı sıra, onu tanımlarken, "Roman bir ailenin çocuğu..." ibaresinin altı "ısrarla" çizilmiş!

Bu tanımlamanın bilerek ya da bilmeyerek ortaya atılmasındaki amaç; bilinmelidir ki insanların, "ayrışma"sına katkı sağlamaktan öteye geçemeyecek kadar gereksiz ve âlâkasız bir detaydan ibarettir! Haberin önemli olan kısmı zaten belli...

Peki ya Aykut'un etnik kökeni bizi ilgilendiriyor mu?

Önemli olan ve habere de konu edildiği üzere bu çocuğumuzun hissettiği duygularla gelişen takdire şayan ÖRNEK davranışı değil midir?

Eee, o zaman insanlarımızı ayrıştırıcı ifadeler de neyin nesi oluyor, diye sormazlar mı adama?!..

Konu; "etnik köken" merakı (!) mı, millî birlik duruşu mu?

Sevgi ve saygılarımla!


9 Kasım 2010 Salı

Atam Seni Özlüyoruz...
















O'nu bir sonbahar sabahı kaybettik...


Sömürü, zulüm, işgal ve esaret düzenine karşı bir milattır Atatürk...


Bugün O'nu her zamankinden daha fazla özlüyor ve her geçen gün onun fikirlerini, düşüncelerini çok daha iyi anlıyorum...

Ve biliyorum ki; bu yoğun ortak duygularımızın milyonlarca sahibi ve takipçisi var!..

Pekii; Ulu Önder Büyük Atatürk'ü niye bu kadar çok seviyor ve fikirlerine bağlıyım diye, kendi kendime sorup, zihnimi derinlemesine yokladığımda karşılık bulan olgulardan öne çıkanlar;


Çok basit ve çok net bir şekilde, bir kaç cümleyle ifade etmeme yeterli olacaktır sanırım...

Bugün; bu kanlı ve zorlu coğrafyada başı dik, onurlu bir şekilde yaşayabiliyorsak...

"Elhamdülillah Müslümanım!" diyebiliyorsak...

Ve gururla "Türk'üm!" diye haykırabiliyorsak...

Bütün bunları... Mustafa Kemal Atatürk'e BORÇLUYUZ!


Seni fikirlerinle ve düşüncelerinle anıyoruz Atam...


Devrimlerini kıvançla yükselterek sonsuza dek koruyacağız!

Sevgi ve saygılarımla!


6 Kasım 2010 Cumartesi

Eyvah..! "Haşmetmeab" Geliyor!!!














"Ne gördüğümüz, büyük ölçüde ne için baktığımıza bağlıdır" John Lubbock




"Hindistan cevizlerini bile topladılar

Başkan’ın Hindistan gezisinde rahat etmesi için 500 Amerikalı ajan çalışıyor. Obama’nın müze ziyareti için bombaya dayanıklı tünel inşa edildi

ABD Başkanı Barack Obama’nın bugün Hindistan’la başlayan Asya turuna olağanüstü güvenlik önlemleri ve harcamalar damgasını vurdu. İşadamları, Beyaz Saray çalışanları, gizli servis ajanları, gazeteciler, aşçılar ve doktorların aralarında bulunduğu yaklaşık 900 kişilik bir ekibin eşlik ettiği Obama, donanma gemileri ve savaş uçaklarıyla korunacak. Gemilerin sayısının onlarca olabileceği belirtiliyor." 6 Kasım 2010, Milliyet


Bu haberi okurken, okumakta olduğum (Türkiye'nin Siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı, Cengiz ÖZAKINCI) kitaptan, tarihe not düşmüş bazı olaylar aklıma geldi... Aralarında çok yakın bir benzerlik kurduğum olayların bu haberle birlikte bir karşılaştırmasını izninizle yapmak isterim:


"29 Ekim 1898 günü II. Wilhelm, II. Abdülhamid'in Kudüs'üne kuzeyden at üstünde bir "fatih" tavrıyla girmişti." sf. 121


"II. Wilhelm, II. Abdülhamid'in Kudüs'üne kendi imparatorluk koruma birliğiyle girmiş, her yere kendisine eşlik eden Alman askerlerinin arasında gidiyor ve böylece Alman askeri varlığını abartılı biçimde vurguluyordu." sf: 122


"II. Wilhem Kudüs caddelerinden geçerken, Alman askeri birliği onu izliyor, Osmanlı askerleriyse ancak Alman askerlerinin arkasından geliyordu." sf: 123


"II. Wilhelm'in "kutsal yerler"i görme isteğinin ardında son derece yalın bir amaç saklıydı. Amaç, Almanya'nın Yakın Doğu'daki etkinliğini Avrupalı hasımların aleyhine genişletmek ve Osmanlı İmparatorluğu'nu Alman emperyalizminin yarı-sömürgelerinden biri durumuna dönüştürme sürecini hızlandırmak; Alman etkisinden önce Osmanlı tahtına geçen II. Abdülhamid'i, Alman emperyalizmine daha sıkı bir biçimde bağlamak ve onu istilacı Alman Yakın Doğu politikasının salt iradesiz bir oyuncağı haline dönüştürmekti." sf:135


Evet; dün olduğu gibi bugün de, tarihten gelen bir süreç işliyor... Şimdi de günümüz koşullarına uygun olarak sürdürülen politikalar, aslında bir nevi geçmişle aynı yöntemi takip ediyor sayılır; yani sayısız korumalar... emsali görülmemiş tedbirler... Ve netice itibariyle tabii ki de sahneye konulan "güç", yerini "gövde" gösterisine bırakıyor!


Diyeceğim... Bu kadar "koruma" çabası, "güç" gösterisi ve "tedbir" almak niye ki?..

Zira dünyanın neresinde bir tedhiş olsa altında zaten bu "güç"lerin parmağı yok mu?

Eee, o zaman kimi kimden koruyup, etrafa panik yaratarak endişe ve korku salıyorlar, anlamış değilim (!) doğrusu...


Sevgi ve saygılarımla!



3 Kasım 2010 Çarşamba

Pes Valla!
















1 Kasım 1914'te Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı'na katılmasıyla birlikte Fransa, İngiltere ve Rusya Türkiye'ye savaş açtı.

Ve 3 Kasım 1914'te İngiliz-Fransız donanması Çanakkale'nin dış tabyalarını bombaladı...


"(...) Başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletleri Rusya'ya karşı Osmanlı devletini koruyormuş gibi görünüyorsa da, gerçekte aralarında Osmanlı'yı yok etmeye amaçlayan bir işbölümü olduğu anlaşılıyordu. Bu işbölümünde Rusya'nın işi Osmanlı devletinde ayrılıkçı ayaklanmalar çıkartmaktı. Başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletlerinin işi ise; Rusların örgütleyip kışkırttığı ayaklanmaları bastırmaya davranan Osmanlı'yı "askeri çözüm" yerine "siyasi çözüm"e sürükleyerek -yoksa dış borç musluklarını kapatırız diye gözdağı vererek- anlaşma masasına oturup, ayrılıkçıların istemlerini Osmanlı'ya kabul ettirmek..."


"Çocuk eğlendirenler bir elin beş parmağını uzatıp her parmağın görevini tek tek tanımlarken baş parmağa "bu, tutmuş"; işaret parmağına "bu, kesmiş", orta parmağına "bu pişirmiş"; yüzük parmağına "bu, yemiş"; serçe parmağına "bu da hani bana mamacık, mamacık, mamacık!" diye ağlamış" diyerek çocuğu güldürürler. İşte Avrupa devletleri ve Rusya, tıpkı bir elin beş parmağı gibi, kimi Osmanlı'yı tutmak, kimi kesmeki kimi pişirmek, kimi de yemek görevini üstlenerek aralarında bir işbölümü yapmışlardı." Cengiz ÖZAKINCI, Türkiye'nin Siyasi Tarihi Yeni Osmanlı Tuzağı sf:87-88


Evet; tüm planlar, Osmanlı'yı yok edip parçalamak üzere kurgulanıp hayata geçirilmişti... Nihayet başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Osmanlı'nın müttefiki gibi görünüp ama bunun tam tersi yönünde hareket ettiğini en nihayetinde de Çanakkale'ye donanmalarını sokarak bombalamaya başlaması...


Ve... 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Antlaşması ile başlayan işgaller...


Dün akşam bir televizyon kanalında Çanakkale ile ilgili, bir belgesel izliyorum... Tören Çanakkale'de gerçekleşiyor. Zira Çanakkale'ye dünyanın dört bir yanından gelerek canlarını vermiş düşman kuvvetlerinin yakınları ve bağlı oldukları milletlerinin halkları, bir ağıt töreni yaparak, saygı duruşunda bulunuyorlar...


Şehitlerimiz adına yüreğim sızlayarak ve bir o kadar da ruhumdaki isyanla birlikte izlediğim bu görüntülerden aldığım mesaj ise; dünya kamuoyuna ve özellikle de bizlere, Çanakkale'yi işgal için gelerek orada ölen askerlerini adeta savunup, "haklılık payı" verircesine insani duyguların sömürülmesi yönünde bir başka politikanın hayata geçirilmesi olarak algıladım.


Zira oraya gelen yabancı heyete en önce sorulması gereken şu soru olmalı; "Buralarda niye ağıt yakıyorsunuz ki? Askerlerinizin ne işi vardı, yabancı el topraklarında?! İlla da ağlayıp, dövünecekseniz (ki bu da senaryonun bir parçası) kendi ülkenizde dövünün ve oraya onları gönderen politikaları sorgulayarak, insanlık önünde hesaplaşmalarını sağlayın!!!"


"Buralara ne amaçla asker gönderip, savaş başlattınız?"


Sonra da tüm bunlar sanki "masumane" bir durummuş gibi, gelip buralarda kendi deyimleriyle "seramoni" yapılsın, ağıtlar dökülsün... Pes valla!!!

Bu durumdan da anlıyorum ki; ileriki tarihlerde de aynı şovlar, diğer işgal edilmek istenilen ülkeler için de yapılacak; ve vicdanlar rahatlatılacak (!) herhalde... Yani mesela Irak'a gidilerek, orada ölen işgalci güçlerin yakınları, halkı ve yönetimleri Irak'a gelerek aynı Çanakkale'de olduğu üzere, ağıtlar yakıp, "seramoni"ler düzenleyecekler!!!

Vay vay vay...

Pekii, böyle bir davranış sizce Allah'tan reva mıdır?!

Ve bu davranış, masum milyonlarca insanın kemiklerini sızlatıp, vicdanları kanatmaz mı?

Sevgi ve saygılarımla!



1 Kasım 2010 Pazartesi

Turkcell'e Bağlan(ma)dık...
















Okunuşu Türksel; ama yazılışı her ne hikmetse, "TURKCELL"!.. Tabi bu durum, başlı başına üzerinde durularak, tartışılması gereken önemli bir konu. Zira muamma ve garipliği her halükarda ortada olan bu türden isimlendirmeleri gördükçe gururum kırılıyor, yüreğim eziliyor...


Ortada büyük bir zihin karmaşası var. "Turkcell" yazıyor ama biz -"şartlı refleks"le- Türksel okuyoruz... Ve "bu neden böyle?" diye sorgulamak yerine şartlanarak, kurgulanmış vaziyette sorgusuz sualsiz zihnimizi kaptırmış gidiyoruz işte... "Bu nasıl bir algılama?" bunu anlamak çok zor. Ama söz buraya gelince aklıma "Pavlov'un Köpeği" geldi işte.


İvan Petroviç Pavlov; fizyolog, psikolog ve hekim. Rus fizyolog PAVLOV, "Şartlı refleks" üzerinde çalışmalar yaparak, klasik koşullanma deneyini ortaya koymuştur. Zira İvan Petroviç PAVLOV, köpeğine et verirken zil çalınca ve bunu sürekli tekrarlayınca görüyor ki, zil sesini işittiğinde et görmeden de köpeğin salyası akmaya başlıyor...


Peki bu durum yani "şartlı refkes"in bu yazımla "ne ilişkisi olabilir?" diye sorulduğunda; ne bileyim, hani biz de doğru yanlış ne görürsek içinde bizi şartlandırmaya götüren; ve aslında öyle olmadığı halde ısrarla "öyle"ymiş gibi algılatılan sözcükleri ve ifadeleri, "şipşak" beynimizin emrettiği gibi Türkçe okuyor ve algılıyoruz ya... O yüzden birden aklıma "Pavlov'un köpeği" geldi işte...


Hemen birkaç örneklendirme yapmak isterim:

Nasıl ki, "Turkcell"i Türksel diye telafuz ediyoruz.. Yine "show" şov diye okuyoruz, bunun gibi bir çok şey bize, çaktırmadan veriliyor ve bizim Türkçe'den uzaklaşmamıza vesile oluyor. Yani bütün bu gelişmeler bizim yabancı kimliğe büründürülmemize olanak olarak görüyorum.


Öteki türlü bu durumu şartlı refleks değil de, nasıl algılamalıyız acaba? Zira Türkçe'nin içinde olmayan bir uyaran (zil sesi), bizi "Türkçe'de var"mış gibi şartlayarak "heyecanlandırıp" harekete geçirmeye başlamıyor mu? O halde alın size Pavlov'un klasik koşullanmasına bir örnek!


"TURKCELL"den bir beklentim vardı... Hani adı Türk (Turk!!!) ya... ondan yani beklentimiz. Ne bileyim; Türk adını kullanarak marka olan; ve milyonlarca aboneye sahip Türksel...


Ve Türksel, bakınız kendilerinin nasıl bir anlayışa sahip olduklarını, kendi söylemleriyle şöyle ifade ediyor:


"Kurumsal Sosyal Sorumluluk Turkcell'de işimizden ayrı olarak düşündüğümüz faaliyetler değil, işimizin kendisidir" (Bakınız; Turkcell'in internet üzerindeki sayfasına...)


O halde gerçekten öyle mi?..


Birkaç gün önce ulus olarak gururumuz olan en büyük millî bayramımız Cumhuriyet Bayramı'nı kutladık.

İşte bu anlamda gün boyu bekledim ki Türksel, aboneleriyle bu mutlu günümüzü ve heyecanımızı "bizimle paylaşsın" diye... Yani bir bayram kutlama mesajı. Ama ne yazık ki bu beklentim boşa çıktı. Oysa Türksel, adından aldığı güç ve gururla bu mesajı çok rahat bizlerle paylaşabilirdi. Zira Türksel, bütün abonelerinin doğum gününü kutlayacak kadar da "nazik" bir anlayışı sürdürebilen bir kurum!


Peki Türksel, adını aldığı bir milletin ulus olarak "doğum günü" saydığı Cumhuriyetimizin kuruluş gününü görmezden mi gelmeye çalıştı?! Onu bilemiyorum... Şüphesiz ki bunun bir açıklamsı vardır! Zira her fırsatta telefonlarımıza çeşitli nedenlerden dolayı mesaj gönderecek kadar ince düşünen, dev reklam kapmanyalarıyla da büyük sermayeye sahip olan Türksel'in, Türkiye Cumhuriyeti'nin bu mutlu ve onurlu gününü atlamasını, gerçekten anlamış değilim!


Doğal olarak da Türksel'in bu tutumu, endişe ve kuşkuya neden olmuştur!


Sevgi ve saygılarımla!