28 Eylül 2008 Pazar

Tatil Bayramı!







Bayramlar mutlu ve neşeli günlerin adresidir. Bu günler hoşgörünün ön plana çıktığı, sevgi ve saygının yaşandığı, yüce duyguların doruk noktaya ulaştığı en güzel anlardır.
**************
Maneviyatı doya doya hissettiğimiz Ramazan'ın ardından bizlere sunulan bayramı, büyük bir heyecanla ve mutlulukla bekleriz. Günler öncesinden tatlı bir heyecan ve telaş içimizi kaplar. Bu duyguları sanırım herkes anlata anlata bitiremez. Özellikle çocukluk dönemimizi hatırlayıp günümüzle kıyasladıkça, sanıyorum büyük bir hüzünle karşı karşıya kalmamak mümkün değil. "Evet!" dediğinizi duyar gibi oluyorum. Ama yine de, buradan kendi heyecan ve beklentilerimle birlikte, düşüncelerimi aktarmak istiyorum.
*********
Bildiklerim ve yaşadıklarım bugünlere hiç uymuyor. Bayram denildiği zaman içim coşardı. Günler öncesi temizlikler, büyüklere saygının doyasıya yaşatıldığı ve öpülesi ellerin içtenlikle sizi okşadığı, çocukların sevindirilerek kendiliğinden gelişen hiyerarşik düzenin örnek edilmesi, mezarlıkların ziyaret edilmesi ve daha bir çok harika duygularla birlikte insan olma özelliğinin en üst düzeyde yaşanan bir süreçtir bayram.
**********
Bu anlamlı ve özel gün öyle coşkuyla beklenir ki, bayrama yakınlaştığımız son bir güne "arife" diyerek, mutluluğa daha bir heyecan katılmıştır. Ne bileyim sanki o gün son hazırlıklar yapılsın diye ayrı tutulmuş. Ardından gelen bayram sabahı ile tüm güzellikler insanlarla beraberdir artık. Asıl neden ise kalpler temiz; en insancıl yaklaşımlar herşeyin önüne geçmiş, birbirlerini mutlu etmede yarışırcasına geçen zaman dilimidir bayram
*********
Evet, müslüman aleminin ayrım gözetmeksizin yaşadığı bu sürece "BAYRAM" deniyor. Bu ortak mutlulukta yaşanılan ender, ama kalitesi ve anlamı çok yüksek olan bu günleri, artık arar duruma düştük. Özellikle 1980 sonrası, sanki gizli güçler bizlerin bu mutlu günlerini kıskanırcasına el atarak değiştirme, bozma peşine düştüler. Nitekim de başarılı oldular. Geleneklerimizin, inancımızın birleşerek ortaya çıkardığı bu muhteşem unsur artık yerlerde sürünür durumlara düştü. Nasıl mı? Mesela üç gün olan bayram artık dokuz-on günlerle koca bir tatile dönüştü. İnsan ister istemez bu uzun sürece "tatil" demek durumuna geçti. Hem ne tatil! Hayat tamamen tatile giriyor. Üstelik de ne gerekçeyle "turizm canlansın!" yok efendim, "turizm kalkınsın!" İyi de turizm iş yapacak diye bütün bir toplumu, milleti birbirine bağlayan bu olağanüstü anlayışı baştan ayağa yok etmeye, bozmaya kimin ne hakkı var? Turizmden başka sektörümüz yok mu? Milleti millet yapan en önemli unsurlardan kıvanç ve mutluluğun paylaşımı, manevi güzelliğin tadını bozmaya değer mi?
**********
Yabancı milletlerin hayranlık ve kıskanarak baktığına emin olduğum bu sıcak, insani duyguları nasıl bu kadar kolay harcayabildik? Oysa ki, bu zihniyet kendileri için olmadık şeyleri bahane edip bayram havası yaratabiliyorlar. Bakınız Batı Dünyası "Cadılar Bayramı" adı ile kutladıkları ve çeşitli şekillerle geleneklerini ortaya koyarak yaşamlarını neşelendirme peşindeler. (çoğunlukla çocukların kostüm giyerek kapı kapı dolaşıp şeker, meyve ve diğer hediyeler aldığı bayramdır. Bu klasik anlayışın yanı sıra; birçok değişik Cadılar Bayramı aktiviteleri de vardır. Kostüm partileri, korku filmleri izlemek, "perili" evlere gitmek ve diğer sonbahar aktiviteleri gibi.) Yine "sevgililer günü, noel bayramı" gibi.
***********
Hal böyleyken, bizler de o güzelim duygularla oluşan ve yaşatılan bayramlarımızı bir kenara itip, yavaş yavaş "cadılar bayramı, sevgililer günü, noel bayramı"nı benimseme telaşına düştük. Bunu nasıl izah etmeli bilemiyorum. Bakınız, geçtiğimiz yaz, bir televizyon kanalında hayret ve ibretle izlediğim bir haberi aktarmak istiyorum: Ülkemizde "Cadılar Bayramı"nı kutlayan bir mekanı satır arasına yerleştirdi. Nasıl olurda bizler, yabancı olduğumuz bir geleneğin peşine düşeriz? Bizim bir geçmişimiz yok mu? İnancımız yok mu? Görüldüğü üzere elimizdeki hazinenin kıymetini anlayamadan harcayıp gidiyoruz. Her geçen gün sahip olduğumuz değerler biraz daha erimekte!...Bir zamanlar Batı Dünyası, bizim aile ve insani değerlerimize büyük bir hayranlıkla bakmaktaydı. Şimdi ne oldu da, bu durumlara düştük dersiniz?!
*********
Konumuza tekrar dönecek olursak, şimdilerde bayramlar da yaşadığımız bu güzel süreç yerini, evinden, yurdundan kaçarak bir yerlere tatile gitmek olarak algılanılır daha doğrusu algılatılır hale getirildi. Hatta yurt dışı rezervasyonları, gün evvelinden yapılmaya çoktan geçildi bile. Evet, artık tatil demek daha dürüstçe bir yaklaşım. Büyüklere ziyaret, küçüklerin sevindirilmesi, küskünlerin barıştırılması ve dahaları artık birer hayal ve masal oldu!
*********
Hatırlatmak yerinde olacak. Çok değil bir kaç yıl önce ".... şekerinin" televizyonlardaki reklamları, bizlere geçmişi hatırlatarak gözyaşlarımızı tutamadığımız hisleri vermişti. Ancak bu reklam bir süre sonra yayından kaldırıldı. Gerekçe ise, "yaşlı insanlara hüzünü yaşatmamakmış!" Bence, yaptığımız ayıbın muhakemesini yapmayalım diye, kaldırılmıştır. Bilmem; belki ben büyük ayıp yaşadığımızı hissettiğim için, böyle düşünüyorumdur. Ama çok üzgünüm! Bizler devraldığımız bu güzel günleri çocuklarımıza galiba gereğince iyi anlatamadık ve gereğince yaşatamadık olsa gerek ki, bugünleri yaşamaya mahkum edildik! Bundan sonrasını sizlerin düşüncelerine bırakarak; "Ramazan Bayramımız tüm ulusumuza ve İslam Alemi'ne kutlu olsun!" diyorum. Sevgi ve saygılarımla!

26 Eylül 2008 Cuma

Türk Dil Bayramı









İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı'nın açılış günü olan 26 Eylül, Dil Bayramı olarak kutlanmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli kültür kurumlarından biri olan Türk Dil Kurumu, büyük önder Atatürk'ün ulus olmanın en önemli unsurlarından birisi olarak gördüğü dilin önemi üzerine kurmuştur. (12 Temmuz 1932)

***********
Birarada yaşayan insanların birbirlerini anlamalarına, tanımalarına ve düşüncelerini anlatabilmelerine, doğru iletişim kurmalarına imkan tanıyan dil, aynı zamanda toplumları birleştirme, yakınlaştırma ve kaynaştırma unsurudur. Dil, duygu ve düşüncelerin anlatımını sağlayan en etkili araçtır. O halde dil milletlerin ortak unsurlarından birisidir. Tıpkı diğer unsurlar gibi dilin de muhakkak ki özenle korunup, geliştirilmesi gerekiyor. Çağa ayak uydurmak ve ayakta kalabilmek için mutlak suretle dilin canlı kalması, gelişmesi şarttır.

*********
Evet; bir dil bayramını daha kutlayacağız. Adı üzerinde BAYRAM!.. Ama içimden geçen duygularımı samimice aktarmak gerekirse ben bu bayramda, öyle coşku ve gururla kutlamanın yanında, buruk bir şekilde içimin sızlayacağını hissediyorum. Hatta biraz daha açık konuşmak gerekirse büyüklerimizin sözlerine de bu burukluğun yansıyacağını tahmin ediyorum. Bilindiği gibi güzel Türkçemizin hergün biraz daha bozulduğunu artık duymayan ve bilmeyen kalmadı. Ama gelin görün ki, bu gidişata "DUR" diyen yok. Sözler, nasihatlar ve bol bol yakınmalar. Sonuç mu? Ortada! Evet, her şey ortada.

***********
Konuyu anlamak için biraz daha derinlere gitmek istiyorum; Çocukluğumda ben büyüklerimin konuştuğu her kelimeyi anlayamazdım. Yani konuşulan ortamda kendimi zaman zaman yabancı gibi hissederdim. İşte bu anlamakta zorlandığım kelimeleri belki "modası geçmiş" gibi algılardım. Bu algılamaları benim ruhuma ve bilincime kimler sokmuş olabilir dersiniz? Bu sorunun yanıtını o zaman bilmediğim gibi böyle bir soruyu da sorgulamam mümkün değildi. Gelelim bugüne. Şimdi çocuklarımız anneannelerinin, babaannelerinin ve dedelerinin konuşmalarını anlayabiliyorlar mı dersiniz? Tabii ki aynı duyguları (benim geçmişte hissettiğim duyguları) şimdi onlar fazlasıyla hissediyorlar! O vakit SİNANOĞU hocamızın değerli bilgilerini ve uyarılarını hatırlamadan geçemiyeceğim. Demek ki, bir- iki kuşak sonra büyük TÜRK milletine geçmiş olsun! Artık Türkçe diye bir şey ortada kalmayacak! Kısacası Türkçe hergün biraz daha bozuluyor, biraz daha yabancı hale getiriliyor.


**********
Tabelalar, markalar, müzikler, satın aldığımız ürünler falan falan; hepsi yabancı sözcük ve anlatım içermektedir. "Allah'ım ben Türkiye'de miyim?" diye sorgulamak kaçınılmaz bir hal aldı. Dilin bu denli bozulması sürecinde, karıştırılan yabancı anlatım ve sözcüklerin kullanım gerekçeleri için, kimileri dilinden utanıyor, kimileri modaya (!) uyuyor, kimileri aydın havalarına giriyor, kimileri de anlatımlarının daha bir bilimselliğe dönüştüğünü zannediyor, diye düşünüyorum. Ama gerçek şu: Yaşanılanlar "UTANÇ" vericiliğin ta kendisi. Şayet insanlar bu davranışlarıyla, ne kadar aşağılandığımızı bir bilseler bunları yaparlar mı dersiniz? Hiç zannetmiyorum. İşte asıl gerçek de bu olsa gerek. Evet, kültür emperyalizmi burada devreye çoktan girdi. Dilimiz kendi ellerimizle yok ediliyor. Bir "dünya dili" tutturulmuş gidiyor. "Yok böyle bir şey!" Bunu kavratmak ve anlatmak herhalde, biraz da büyüklerimizin görevleri arasına giriyor. Yani çıkarılacak yasalarla dilimiz koruma altına alınmalı diye belirtmek istiyorum. Yoksa bu gidaşatın sonu hiç sağlıklı değil!

**********
Bireysel yapacaklarımız arasında yabancı kelimeleri kullanmaktan kaçınmak ve kullananları da uyarmak olmalı. Ayrıca mağaza adları, yabancı isim olan yerlerden derhal alışverişlerimizi kesmeliyiz! Bunu yaparken de nedenini söylemeliyiz. İşte bu şekilde, halkımız içinde başlayan uyanışı daha da ilerletmiş oluruz. Özellikle televizyon ve gazeteler yabancı kelime kullanmanın öncüsü durumundalar. Bunları bireysel olarak uyarmaktan yılmamalıyız. "Bana ne!" demek bizi bugünlere getirdi. Artık "Bana ne!" yerine "Bir dakika!..." demenin zamanı çoktan geldi ve geçiyor! Yani ben, kendi ülkemde kendi dilimle söylenmiş müziğimi dinlemek istiyorum! Kendi dilimle anlaşmak ve iletişim kurmak istiyorum! Kendi kültürümle yoğrulmak, onurlanmak istiyorum! Hatta her halimizle kendimizden utanmak, ezilmek yerine gururlanmak istiyorum! İşte bu dil bayramında ben bunları hissederek coşmak istiyorum! Yani güzel ülkem Türkiye'de güzel Türkçemizi dolu dolu konuşmak ve anlaşmak istiyorum! Bunun için hiç bir engel olmamalı! Üstelik Türkçe dünyanın en zengin dilleri arasında yerini korumaktadır. Bakınız aklıma gelen bir konuyu buradan dile getirmek istiyorum:


**********
Bilindiği üzere Türkler dünya üzerinde geniş yer kaplar. Türkçe dili ise bildiğim kadarıyla 33 ayrı lehçeye parçalanmıştır. Türk dünyasını birleştiren önemli bir unsuru yok eden bu süreç, tarihten gelen emperyal sistemin bir oyunudur. Bu sayede Türklerin bir araya gelmesi bir yerde engellenmiştir. Bunu Türkçeyi yok ederek başarabileceklerini çok iyi biliyorlardı. Zira Rusya bölgededeki Türk'leri kontrol altına almak için Türkçe'yi parçalamayı başardı. Bir dil 33 parçaya bölünebilir mi? Evet bölündü işte. Bu konu çok geniş olarak incelendiğinde orataya çıkan asıl hedef Türkçe'nin yok edilmesi üzerine uygulanan bir plan olduğu görülecektir. Bunu dilin birleştirici unsur olma özelliğinin önemini vurgulamak için yazmak gereği duydum. Yine büyük Atatürk'ün dile verdiği önemi ve Türk dilini, Türk'lüğün en temel taşlarından ve en büyük zenginliği olarak söylediği bir sözü aktarmak isterim:

"Türk Milletinin dili, Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili Türk Milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlakını, ananelerini, hatıralarını, menfaatlerini, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde korunduğunu görüyor. Türk dili Türk Milletinin kalbidir, zihnidir."

************
İşte bu duygu ve düşüncelerle kurulmuş olan Türk Dil Kurumu'nun, içinde bulunduğumuz bu sıkıntılı günlerde, görevi her zamankinden daha ağır sorumluluğu beraberinde getirmektedir. Devlet büyüklerimizin desteği ile bu zor şartların üstesinden ancak bilinçli bireyler olarak, yükümlülüklerimizi mutlaka yerine getirmekle olacaktır. Güzel konuşan insanların örnek gösterilmesi, üniversiteler de eğitimin Türkçe ile yapılması, ana okullarında İngilizce öğretiminin derhal sonlandırılması yine olmazsa olmazların başındadır. Dilini kaybeden, vatanını da kaybetmiş demektir. Her şeye rağmen, Dil Bayramımız kutlu olsun! Sevgi ve saygılarımla!

21 Eylül 2008 Pazar

Ağlayanın Malı Gülene Hayır Etmez!...






















Ahlaki değer içeren bu anlamlı söz, vicdan sahibi kişlere manevi bir ölçüdür. Toplumumuzun ahlaki yaşamına çeki düzen vererek, vicdanımızın sesi olarak algıladığımız bu anlamlı sözü, kalben değerlendirdiğimizde de belki gayri ahlaki davranışların engellenmesinde "fren" olarak da görebiliriz. Manidar olan bu söz bizim ortak duygu ve düşüncelerimizin yansımasıdır.

**************
Buradan yola çıkarak etrafımızda ve dünyamızda "neler oluyor?" diyerek, bu anlamda gelişmeleri değerlendirmek için, sizin de sorgulamanızla beraber cevap aramak istiyorum:
***************
Bugün ABD'nin bir çöküntü içerisine girdiğini hepimiz görüyoruz. Bu yaşanılanların aslında tarih sayfalarına geçtiğini algılıyorum. İşte bu önemli gelişmelerin yaşandığı her gün neredeyse şöyle adlandırılıyor. "yüzyılın olayı falan filan..." Bunların neler olduğunu, önemli saydığımız olayların ana başlıklarıyla hatırlayabiliriz. Evet benim asıl değinmek istediğim konu ise, yaşadığımız bu süreç ahlaki değerlerin hayal edemeyeceğimiz kadar çöküntü içerisinde oluşunun bizlere ve dünyaya yansımalarıdır.
***********
Bakınız; ABD kapitalizmin baş aktörü ve neredeyse yaratıcısıdır. Ama bugün ise büyük bir krizle beraber iflasın eşiğine girdiğini yine uzmanlar söylüyorlar. Hepimizi eninde sonunda çok yakından ilgilendirecek ve bağlayacak olan bu önemli gelişmeleri "Ağlayanın malı gülene hayır getirmez!" şeklinde algılıyarak sizlerle paylaşmak istedim. İşte Irak'da yaşanılan dram! Öldürülen zavallı halk! haksızlığın hat safhası yaşanarak zorla bir ülkenin mallarına el koymanın, akabinde dev şirketlerin oralara yerleşerek zenginlikleri sahiplenme hırsı! Geride ise bir avuç zümre güldü; büyük bir çoğunluk yani masum kitleler ağladı! Kan, gözyaşı üzerinden elde edilmeye çalışılan hırsın galibiyeti işte buraya kadar olduğunu vicdanımın sesiyle görüyorum.
Diğer müslüman devletlerin kaderide üç aşağı beş yukarı aynı. Afrika halkının yaşadıkları bundan farksız değil. Bir bakalım, dünya nüfusunun %15'ini kapsayan bir kitle, dünya ekonomisinin %70- 80'nine sahip. Ne kadar büyük bir haksızlık ve adaletsizlik olduğu bu rakamlarla ortadadır. İşte bu haksızlıklar "küresel dünya" adıyla ve söylemleriyle ülkelere dayatılarak bugünlere geldik. Hani ağlayanın mallarına zorla el konuldu, şimdi ise gülenler hakikaten edindiklerinin hayırını göremiyorlar. Yani şimdi haksızlıkları yapanlar ağlamaya başladılar. İşte ilahi adalet bu olsa gerek! Hani derler ya"Allah'ın sopası yok!" işte öyle bir şey, yaşanılanlar...
**************
Sermayenin çıkarlarını öncelikli olarak koruyan anlayış aslında devletçiliğe karşı söylemleriyle ve dayatmalarıyla bizlerin kazanımlarını ele geçirdiler. Oysa şimdi kendileri durumlarını kurtarmak için büyük Atatürk'ün devletçilik planını uygulama peşine düştüler. ABD batan bankaların sermayelerini koruma altına aldı. Yaşanılan bu ekonomik yani iktisadi kriz belki de tüm dünyanın yaşayacağı siyasi krize dönüşeceği endişelerini de beraberinde getirdiğini uzmanlar altını çize çize anlatmaktalar. Ve gidişatın hiç de sağlıklı olmadığı yönünde endişeli söylemleri artık sık sık duymaktayız. Doğal olarak bu gelişmeler acaba yeni bir dünya savaşını mı, tetikler diye de sorgulatmaktadır.

*************
Bilindiği üzere genellikle dünya savaşları ekonomik buhranlar neticesinde olmuştur. Yaşadığımız bu dönem yine gelir dağılımında olağan üstü bir adaletsizliğin başgösterdiği bir süreç. Yine sevgili Peygamberimizin o muhteşem hadisi aklıma geliyor. "Komşusu açken tok yatan bizden değildir" Oysa şimdi yaşanılan bu gelir dağılımı adaletsizliği içerisinde açlar o kadar çoğaldı ki!... Tokların hiç umuru bile değil. Hem de öyle bir aymazlık ki bırakınız tok yaşamayı, hayatın kolaylıklarının üzerinde bir yaşam tarzının hırsı içerisinde kim açı düşünüyor? O halde bir bedel olmalı diye düşünüyor ve endişe ile yaşanılanları çaresizce izliyorum.

**************
Yine bu haksızlık ve aymazlık bir tek insanlara yapılmadığı vurgusunu da buradan yapmak isterim. Belki hepimiz görüyor ve işitiyoruz; çeşitli hayvanlara acımasızca yapılan katliam derecesinde ki vahşet. Öyle hale geldik ki, artık karın doyurmadan çıkan ihtiyaçlar, yerini akıl almaz taleplere bıraktı. Ya da birileri buna ön ayak olarak rantı yarattı. Hayvanların canlı canlı derilerinin yüzüldüğü, ayaklarının kesildiği ve dahalarını görüyoruz. Ne bileyim, sanki insanlık bir akıl tutulması yaşıyor. Acaba vahşi kapitalizm dedikleri bu mudur? Geçenlerde gazetelere Kanada'dan yansıyan bir haberde kürkleri için fokların, nasıl da canice katledildiklerini günlerce görsel basından izledik, okuduk. (Bir de küçük not düşmek isterim: Yapılan bu vahşete serbestlik VAR! Ancak görüntülemeye YOK! Kim tarafından? Hani "medeniyet"i ve "insan hakları"nı şiddetle savunan(!) Batı ülkeleri tarafından.) İnsanların ahı tutarda, hayvanların acaba ahı olmaz mı? Tüm bu vahşilikler de kapitalizmin bir parçası değil midir? İşte bu acımasızlıkların elbette bir bedeli olacaktır diyor ve gelinen bu noktayı vicdani duygularımla değerlendirerek yorumlamaya çalıştım. Yine bu duygularımı kendimce anlamlı bulduğum bir sözle noktalamak istiyorum: "Midenin açlığı değil, kalbin açlığıdır topluma zarar veren"

************
Sorgulamayı biraz daha genişletmek gerekirse, insanlara yarar sağlayacak davranışlarda bulunmak varken, neden zarar vermeyi tercih ederiz? Zarar vermenin bize bir fayda sağlamayacağını bile bile hemde... Bu soruyu hep beraber düşünmenizi yürekten diliyorum. Sevgi ve saygılarımla!







19 Eylül 2008 Cuma

Açların Sayısı Artıyor!...











*****
"Açların sayısı artıyor" diyor BM. Evet, Birleşmiş Milletler artan gıda fiyatları yüzünden açlığın yeni yeni ülkelere yayıldığı uyarısında bulundu. (26.02.2008 / Ntvmsnbc)
***********
İşte bugün dünyanın geldiği noktada durumun özeti bu. Artık yeni savaş nedenlerinden biri daha sanki kapıları çalıyor. Nedir o neden? "AÇLIK". İnsanoğlu, var olduğundan bu yana hep bir nedenden dolayı savaşıyor. Bu bir kısır döngüdür aslında. Mutlaka bir sebepten dolayı savaşlar yaşanıyor. Aslına bakacak olursak bütün bunların altında yatan asıl neden insanın "karnını doyurma" telaşesidir. Doğal olarak da ardından gelişen olaylar bununla bağlantılıdır. Fakat burada ürkütücü olan şey; herhalde bugüne kadar ( bildiğim kadarıyla) savaşların direk olarak nedeni "açlık" olmamıştır. İşte bu yüzden diyorum ki, geldiğimiz nokta bir felakettir!

************
Açlığın olduğu yerde felaket mutlaka vardır. Bu felaketin etkisine, hep beraber gireceğimiz korkusu dünya ülkelerini alarma geçirdi. İşte bu münasebetle G-8 grubu 33. kez 8 Temmuz 2008'de Japonya'nın Hokkaido adalarında buluşarak, bakınız; açlığın nedenlerini tetikleyen iklim değişikliği ile mücadele, Afrika'ya yardım ve petrol ile gıda fiyatlarındaki artış gibi gündeme ilşkin konuları ele alarak değerlendirdi. Tabii, açlık denildiği zaman ilk etapta aklıma hemen "Afrika" gelir. Bilindiği üzere bu ülkelerin yer altı ve yer üstü zenginlikleri eskiden olduğu gibi bugün de batılı güçlerin kontrolüyle, sömürüleri altında olduğu, artık bilinmeyen bir gerçek değildir. İşte bu güçler yaptıkları ve işledikleri insanlık suçlarını bastırmak amacıyla da olsa gerek, bir yandan durmadan dünya kamuoyuna çağrılarda bulunarak, bir iyilik meleği gibi yardım kampanyaları açar; onların borçlarını silmeye kalkar (her nasılsa bir türlü borçları bitmek bilmez!). İşte bu arada da durmadan, önemli (!) zirveler yaparak, "Afrika ülkelerine yardım" konuşulur da konuşulur.

***********
İşte konuya ilşkin gördüğüm "G-8 ZİRVESİ" üzerine benim de bir kaç sözüm olacaktır. Bakınız; bu zirvede açlık konuşuldu, fakat yoksul insanlarla dalga geçer gibi sofralarına da lüks yemekler taşındı. Bu rahatsız edici tabloyu biraz açarak vicdanların nasıl köreldiğini daha bir net görelim. Evet, masada tam 19 çeşit yemek vardı. Hepsi birbirinden kıymetli ürünlerle oluşturulmuş rüya gibi yemekler. Maliyeti, "560 milyon dolar". (G-8 olarak anılan ülkeler; Kanada, Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere, Japonya ve Rusya'nın hükümet başkanlarının temsiliyetleriyle oluşmaktadır.) Görüldüğü üzere dünyayı şekillendirerek yöneten "küresel kraliyetler" bir araya geliyor ve hat safhada bir lüks ile dünyaya verdikleri resimle, açlıkla boğuşan insanlarla dalga geçer gibi sözde açlıkla mücadeleyi konuşuyorlar. Bu düşündürücü tablo, sorun çözer mi bilmem; ama açlığa bir çözüm bulamayacakları kesindir. Hani derler ya, "tok insan, açın halinden anlamaz" Evet, gerçekten dünya ekonomisinin %65'ini oluşturan bu ülkelerin yönetim kadrosu açın halinden anladığı falan yok! Onlar ancak anlarmış gibi yapıp, kendi durumlarını korumanın, hatta daha fazlaca kimlerin haklarını nasıl gasp ederizin hesabını yapmak üzere bir araya gelirler. Bu arada belirtmek isterim ki, bu ülkelerin halkları aslında yaşanılan bu gerçeği onaylamamaktadır. Onun içindir ki, her yıl gerçekleştirilen bu toplantı dünyanın çeşitli yerlerinden gelen insanların protestolarına sahne olmaktadır. Bu yıl toplantı yeri olarak, protesto edilmemek için ulaşılması zor olan bir mekan seçildi. Buna rağmen Japonya inanılmaz bir güvenlik tedbiri almıştır. Tabii maliyeti, ayrıca milyonlarca doları buldu.

***********
Konuya ülkemiz açısından baktığımızda ise, sıkıntının büyük olduğu ortada. Eskiden ülkemizin kendi kendisine yetebilecek gıda üretimini yapan olarak biliyorduk. Ama maalesef, bu gerçek artık bir hayal oldu. Bilinçsizce yaptığımız ve attığımız her adım bizi de açlık ve susuzluk tehlikesiyle başbaşa bıraktı. Hoyratça kullandığımız sularımız, topraklarımız, ormanlarımız, gelişi güzel imara açılma ve yapılanma, tarım alanlarının talan edilmesi, tedbirden uzak yaklaşımlarımız, geleceğimizi ve bugünümüzü tehlikeye sokmuştur. Bu anlamda dünyada aç yaşayan ve açlıktan ölen insanları görmezden gelmek, onları yok saymak, galiba hepimize, bir insanlık dersi almak ihtiyacını beraberinde getirmektedir. Ve yine bu görmezliğin elbette bir bedeli olacaktır! Hani "biri yer biri bakarsa, kıyamet ondan kopar" sözünü de unutmadan not düşmek isterim.

***********
Times'a göre, dünyanın başka noktalarında açlık yaşanırken İngiltere'de yılda 4 milyon tondan fazla yiyeceğin çöpe atılması. Bunun ekonomiye maliyeti yaklaşık 2 milyar dolar. İngiltere böyle de bizler sanki hangi konumdayız dersiniz? Konuya ilişkin gördüğüm bir açıklamada ise Fransa Devlet Başkanı Jacques Chirac şöyle diyor: "Sosyal dengeleri ve çevreyi yok eden, yoksulları ezen, insan haklarını reddeden bir küreselleşmenin geleceği yoktur." ( 21 Eylül 2004 BM Genel kurulu / Allah İle Aldatmak sf: 261). O halde dünya devletleri konuyu görmezden gelmemelidir. Gerçekten üzerinde ciddi anlamda çıkar gözetmeksizin gereken adımların bir an evvel atılmasını umut ediyor, dünyamız ve tüm insanlığın geleceği adına çözüm önerilerinin hayata geçirilmesini acilen bekliyoruz! Sevgi ve saygılarımla!

14 Eylül 2008 Pazar

Cihan İmparatorluğu: OSMANLI...














Ertuğrul Gazi'nin Oğlu Osman Gazi'ye Nasihati:


Bak Oğul! Beni kır, Şeyh Edabali'yi kırma O, bizim boyumuzun ışığıdır.Terazisi dirhem şaşmaz. Bana karşı gel O'na gelme...Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim; O'na karşı gelirsen gözlerim sana bakmaz. Baksa da görmez olur. Sözümüz Edabali için değil, senceğiz içindir.Bu dediğimi vasiyetim say!...


Ertuğrul Gaziyi anma ve Söğüt şenlikleri nedeniyle Şeyh EDEBALİ'den, Osman Gazi'ye nasihatını hatırlayarak, ecdadımız Osmanlı'nın, nasıl bir "Cihan İmparatorluğu" olarak tarihe geçtiğini satır başlarıyla anlatmaya çalışacağım:


***************


Ara sıra karşılaştığım bir soru var; "Osmanlı'da emperyalist değil miydi?" uzmanların nasıl cevap verdiği konusunda bir sözüm ve yorumum olmayacak. Ancak benim bu soruya çok net bir cevabım elbette vardır. İşte bu nedenle hiç tereddütsüz diyorum ki, Osmanlı, asla emperyalist olmadı! 600 yıl 3 kıtaya hüküm süren Osmanlı Devleti, hakimiyet kurduğu bütün bölgelerdeki, halklara iyi davranmış, onların haklarını yaşadıkları yerlerde korumuştur. Gittikleri her yerde bölge halkının gönlü kazanılmış, adalet ve hoşgörüye dayanan yönetimin bir parçası olarak bu halkalara din ve vicdan hürriyeti tanınmıştır. Bu politikaya uygun olarak yerel halklara şefkatli yaklaşımlarla beraber asla baskı ve zorlama söz konusu olmamıştır.


*********


Bunu "nereden anlıyoruz?" Sorusuna verilecek cevap aslında çok basit ve günümüze bakarak da kanıt olarak sayabiliriz. Birinci Dünya Savaşı'ndan önce ve savaş sonrası Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'daki topraklarını kaybettikten sonra, Arap Yarımadası'nın belli bölgelerini İngiliz ve Fransızların hakimiyetine terk edildiği andan itibaren bu bölgeler karışmaya başlamış; huzur, yerini kan ve gözyaşına bırakmıştır. Bu bölgelerdeki sızı ve sıkıntılar kısmen duraklasa da günümüz tarihine kadar savaşlardan geri kalmamıştır. Mesela Arap Yarımadası'nda zulüm ve sömürülme her geçen gün varlığını şiddetle artırmaktadır.


***********


O halde, Osmanlı hakimiyetinin sürdüğü uzun yıllar bu bölgelerdeki halklar mutlu yaşıyorlardı. Üstelik hiç bir baskı, ayrımcılık görmeden ve inanç özgürlüğü altında ibadetlerini çok rahat yapabiliyorlardı. Öyle olmasa bu kadar uzun yıllar bölgede, sükunet sağlanabilir miydi? Pan-Slavizm propagandasından etkilenerek Rusya'ya göç eden Bulgarların 30 Ocak 1862'de Osmanlı Devleti'ne geri dönebilmek için padişaha yazdıkları mektup, Osmanlı'nın Balkanlar'da inşa ettiği düzeni ifade eden bir başka örnektir.


***********


Yine Osmanlı İmparatorluğu'nun müslüman olmayanlara olan hoşgörüsü, bundan sonraki yüzyıllarda da devam etmiştir; Mesela, İspanya'daki Engizisyon vahşetinden kaçan Yahudiler, güvenlik ve hoşgörüyü Osmanlı topraklarında bulmuşlardır. İşte bu hoşgörünün kaynağı ise, Kur'an'dan gelmektedir. Yani Kur'an ahlakıdır. Bunu Kur'an-ı Kerim'den bir sureyle açıklamak en doğrusu olacaktır:



İçlerinde zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehliyle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: "Bize ve size indirilene iman ettik; bizim İlahımız da, sizin İlahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuz." (Ankebut Suresi, 46)


************ ************


Bu anlayışla hakimiyetini sürdüren Osmanlı yönetimi, yeni fethedilen yerlerin de büyük hoşgörüsünü kazanmıştır. Bununla da kalmayan Osmanlı yörenin tüm sorunlarını gidererek de ayrıca bir beğeni kazanmıştır. Yöre halkının gerek yaşam tarzlarını, gerekse de ibadet haklarını genişleterek muhafaza etmeyi kendilerine görev bilmişlerdir.



***********


Ancak emperyalist güçler, Osmanlı'nın zayıflamasıyla birlikte ele geçirdikleri bölgeleri tam bir kıyıma ve mezalime götürmüşlerdir. İşte bugün Balkanlar'da yaşanılanlar!. Önce adını değiştirip, ardından aslını köküyle değiştirdikleri Arap Yarımadası; yıllarca savaşı yaşayan Arap halkı. Bugün, Osmanlı'yı arkasından hançerle vurduğu tarihin bedelini, ne yazık ki Araplar en ağır şekilde ödüyorlar. İşte Osmanlı döneminde ki huzur artık ne yazık ki, YOK! Avrupa'yı dünyanın merkezi sayan zihniyet ve özellikle de İngiltere sömürgesi altında olan Arap Yarımadası'nı, yine İngilizler'in harita üzerindeki yerine göre adlandırılmıştır. İngilizler bölgeyi sahiplenme planlarına, önce Arap Yarımadası'nın ismini değiştirerek, kalıcılıklarını pekiştirmişlerdir. Araplar yok sayılarak, bölge bugün "Ortadoğu" adıyla isimlendirilmektedir. Bizlerin de beyinlerine bu şekilde kazınıyor. Oysa ki, tarih boyu bir kavmin elinde olan topraklar, bakınız nasıl da haçlı zihniyetiyle yok ediliyor. Hatta tarihten izini kaybettirdiler. Acaba hiç sorguladınız mı neden "Ortadoğu" adı ? Oysa burası tarih boyu Arap kavmine ait olmuş ve adını da Araplardan almıştır. Yani Arap yarımadası!



Osmanlı İmparatorluğu'na emperyalist gözle bakanlara kendimce satır başlarıyla yanıt vermeye çalıştım. Osmanlı yüzyıllarca bir cihan imparatorluğu olarak kalabildiyse bunun en önemli nedenlerinden birisi de Kur'an ahlakının verdiği terbiyedir. İşte tam bu noktada yazımın başında yer verdiğim nasihata da değinmek isterim. İnanılmaz güçlü uyarılar! İşte Osmanlı'nın aldığı devlet terbiyesi bu olsa gerek.


“Ey Oğul!


Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana... Güceniklik bize; gönül almak sana.. Suçlamak bize; katlanmak sana.. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana... Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana.."


*********************


Görüldüğü gibi atalarımız olan Osmanlı, aldığı terbiye, sağlam ve köklü devlet geleneğiyle "Cihan İmparatorluğu" ünvanını tescilleyerek hak etmiştir. Bunun üzerine bizleri "soykırımcılıkla" suçlayan emperyalistler aslında kendi geçmişlerinin kara lekelerini daha temizleyemeden, yenilerini katmerli ilave ederek zalim vicdanlarını rahatlatma peşindeler. İşte ortada olan koskoca bir IRAK vahşeti! Filistin gerçeği! Balkanlarda ki müslüman halka yapılan katliamlar! Ermenilerin gerçekleştirdiği daha yakın tarihteki "Hocalı" katliamı! ve dahaları!..



************



Evet; bugün Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkıntıları üzerine kurulan, Atatürk Cumhuriyeti'nin bir ferdi olarak ben, soyumun kimlerden geldiğini çok iyi biliyorum! Tarihimle, atalarımla, kimliğimle, inancımla, dilimle ve kültürümle büyük övünç duyuyorum! Gururla taşıdığım geçmişimi, taçlandırarak yeni Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Büyük Atatürk'e olan bağlılığımla da geleceğimizi ancak O'nun, ilke ve devrimleri altında sürdürebileceğimize inanıyorum. Bizleri yeniden bölüp parçalamak isteyen emperyalist güçlere bu fırsatı tanımamak adına, millet olarak ortak paydalarımıza sahiplenip, değerlerimizi korumada daha bir kararlı olmamız gerekliliğinin şart olduğunu bildirmeyi kendime bir görev sayıyorum. Sevgi ve saygılarımla!

13 Eylül 2008 Cumartesi

"11 EYLÜL" Yeni Dünya Düzeninin Başlangıç Tarihi







11 Eylül 2001, dünya için yeni bir çağın başlangıcı olarak kabul ediliyor. "Bu doğru mu?" derseniz, evet doğru. Çok değil, biraz geçmişe giderek, "neler oldu, neler yaşadık ve nasıl bir endişeyle korkuya kapıldık?" sorularıyla hafızalarımızı yoklayıp, bugün daha sakin ve anlayan bir yaklaşımla olayları inceleyebiliriz. Ben kendi kendime o zaman büyük bir telaşla, içimden korku duyduğumu hatırlayarak, "eyvah!.. Tüm bu yaşanılanların bedelini bizlere çok ağır ödetirler!" düşüncelerine kapılmıştım. Daha sonraları gelişen hadiselere bir göz atalım: Önce Afganistan! Ardından Irak işgal edildi! Siyasal anlamda bu ülkelerin derhal işgali gerçekleştirilerek bununla yetinilmeyip bilahare 22 ülkenin sınırlarının değiştirilmesi planları, işleme konuldu!
*********
Tedhiş olayları İslam'la bağdaştırılarak, dünya halkı İslama düşman ettirildi. Bu anlamda ABD yönetimi müslümanları hedef olarak (11 Eylül'ü bahane edip) kendileri yarattı. Bugünden sonra güvenlik algılamaları değişti. Amaç belli! Usama Bin Ladin'in hayatı bilinmiyor! Afganistan ve Irak ortada! ABD halkının bir bölümü 11 Eylül'lün yeniden soruşturulmasını istemektedir. "Fahrenheit 9/11" isimli bir belgesel filmi çekilerek kamuoyuna sunulmuştur. Bu film tüm dünyada geniş yankı uyandırmıştır. Evet saldırılardan 3 yıl sonra, Başkan Bush'un Bin Ladin ailesi dahil Suudi Sermayesiyle ticari ortaklıkları olduğunu anlatan ve Bush Hükümetinin 11 Eylül saldırılarını önceden bildiğini ima eden "FAHRENHEİT 9/11" belgeseli.

***********
Şimdi tüm bu olayları bütün dünya ve Amerika halkı sorgulamaktadır. Elbette ki, bizlerde olayın ardından geçen 7 yılla beraber, daha bir çıplak gözle ve çevremizde, yanı başımızda, daha da açıkcası içinde bulunduğumuz coğrafyanın zor koşullarını omuzlayan büyük ve bir o kadar da, anahtar ülke olarak iyice tahlil ederek gelişmelere karşı tedbir almamız gerekmektedir. Değişen dünya koşulları çerçevesinde, ülkelerin sınırları değişmekte ve değiştirilmek istenmektedir. Bunu da yaparken "demokrasi ve insan hakları" gibi terimler kullanılarak, ülkelere müdahale edilmektedir. İşte karşılarında direnç gördükleri zaman bu kişler "tedhişçi" olarak da nitelendirilebiliyorlar. Özellikle de İslam ülkelerine yapılan müdahaleler neticesi olarak da zemini bu şekilde hazırlamak "11 Eylül" planıyla başlatılmıştır. Sonuç olarak, "tedhiş=İslam" anlayışı, insanların zihinlerine yerleştirildi. İşte Irak! İşte Afganistan! İşte Filistin! İşte Pakistan ve dahaları sırasını beklemektedir. Bunu yaparken de yeni bir yöntem icad edildi. Devletler hukukunda "ön saldırı hakkı" anlamında bir ilk. İşte bu bahane edilerek, işgallere ve saldırılara gerekçe yaratmak da artık kolay olarak görülebiliyor.

*************
Komplolar arka arkaya diziliyor. Afrika'dan Asya'ya ABD askerlerinin yayılması bunun kanıtıdır. Ülkelerin meşru müdafa hakkını kullanmak ise neredeyse raflara kaldırılarak, uluslar arası alanda bu hakkı sanki bir tek ABD kullanabilir izlenimi ve yetkisi gösteriliyor. Belki bir "zorbalık" dönemi de diyebiliriz. Nitekim BM onay vermeden ABD Irak'ı işgal etmiştir. Bunu da meşru kılmaya çalışmışlardır. Ancak başarılı olamamıştır. Yani bu işgali dünyaya açıklayamamışlardır. Bu tutum ve anlayış vicdanları rahatsız etmiştir. Nitekim, dünya kamuoyu nezdinde 17 ülke arasında yapılan anketlerde ABD "saldırgan" ülke olarak nitelenmiştir.
**************
Sonuç olarak; bizler siyasi ve coğrafi olarak zor bir konumdayız. Attığımız her adım çok iyi planlanarak hesap edilmelidir. Zira bu coğrafyada tutunmak, sanıyorum hiç bir dünya ülkesinin olmadığı kadar tehlikeli ve güç koşullar içermektedir. Etrafımız bir ateş çemberi! Bunun için öncelik, içteki barışımız ve birlikteliğimizden geçer. Bu konuda en ufak bir yanlışı kaldıramayacak kadar da düşman kapıda beklemektedir. Büyük ATATÜRK "yurtda sulh, cihanda sulh" sözünü çok ince düşüncelerle tarihe geçirdiğini bir kez daha yaşadığımız süreç olarak iyi değerlendirmeli ve görmeliyiz diyorum. Sevgi ve saygılarımla!

10 Eylül 2008 Çarşamba

Tarihin Sayfalarına Altın Harflerle Geçen EYLÜL Ayı...







Eylül ayı; genel olarak hüzünü anımsatır insanlara. Ancak, bu ayın biz Türkler için önemi oldukça anlamlıdır. Yani eylülün geleneksel hüzünü, yerini büyük bir coşkuya bırakır. Hem de ne coşku!..
***********
Kurtuluş mücadelemizin ardından peş peşe kazandığımız zaferlerle dolu tarih sayfasının adresidir. Hani yedi düvele meydan okuduğumuz eşsiz zaferimizin yazıldığı ve düşmanların bir bir topraklarımızdan kovulduğu tarihtir eylül ayı. Türk tarihinin yakın geçmişte yazmış olduğu ve en parlak sayfalarını süsleyen milli mücadele ile Anadolu'da başlatılan emperyalizme karşı Mustafa Kemal ATATÜRK önderliğinde şahlanan, yediden yetmişe tek yürek olan milletinden oluşan ordusunun, cephede kazandığı zaferidir eylül ayı.
************** ****************
26 Ağustos günü Afyon Kocatepe'de başlayan Türk'ün amansız mücadelesi 30 Ağustos 1922'de kesin zaferiyle neticelenmiştir. 9 Eylül, İzmir'in Yunanlılardan temizlendiği gündür. Bu aynı zamanda Ege'nin kurtuluşudur. Büyük Türk ulusu, bu on gün içerisinde her gün, vatan topraklarının düşman çizmesi altından sıyrılarak, bağımsızlığını ilan etmiştir. Emperyalizme karşı haklı başkaldırışının inanılmaz zaferi ile bütün dünyaya emsalsiz bir örnek vermiştir.
**************** *****************
Türk ordusu Dumlupınar'dan düşmanın peşine düşerek 9 Eylül sabahı Belkahve sırtlarına ulaşmıştır. Milli kurtuluş eylemi adım adım tüm ulusun özgürlüğünü de beraberinde getirmiştir.
1 Eylül 1922'de Uşak ilimizle başlayan, 2 Eylül'de Eskişehir, 3 Eylül günü Dursunbey,
Ödemiş,Emet, Eşme, Sındırgı ve Tavşanlı düşmanlardan geri alınmıştı. 4 Eylül'de Tire, Bayındır,
Buldan ve Simav, 5 Eylül'de Nazilli, Alaşehir, Bilecik, Gördes ve Salihli, 6 Eylül'de Akhisar,
Balıkesir, Söke, Gönen ve İnegöl, 7 Eylül Aydın, Turgutlu, Kuşadası, 8 Eylül'de Kemalpaşa,
Burhaniye, Manisa, Selçuk, 9 Eylül'de İzmir, Menemen, Edremit, 11 Eylül'de Bursa, Foça,
Gemlik, Orhaneli, 12 Eylül'de Mudanya, Kırkağaç, Ayvalık, 16 Eylül'de Çeşme, 17 Eylül'de
Bandırma ve 18 Eylül'de ise Erdek düşman işgalinden kurtuluş tarihleridir. EYLÜL ayı altın harflerle tarihe geçmiştir!
******** *****
Bu kurtuluş heyecanı, her yıl tüm Türkiye'de ve özellikle Ege'de bölge halkını sarar. İşte bugün 9 Eylül; İzmir'in düşman işgalinden kurtuluşunun 86. yılı. İzmir halkı bugünü büyük bir coşku ile kutladı. Mahalli bayramların yöre halkı tarafından kutlanarak, temsili kurtuluş mücadelemizin sergilendiği; ama manevi mutluluğunu tüm ülke ve ulus olarak yaşadığımız bu anlamlı günler ilelebet payidar kalacaktır. Sevgi ve saygılarımla!

7 Eylül 2008 Pazar

İslam'a ve Kutsal Değerlerimize Yönelik Bir Saldırı Daha!...





Bat'nın İslam Dini ve kutsal varlıklarına karşılık giriştiği saldırılar, ne yazık ki, "düşünce özgürlüğü" adı altında, bugün de hızla sürdürülmektedir. Benim hatırlayabildiğim kadarıyla, mesela, Salman Rüşdi'nin Şeytan Ayetleri kitabı, Danimarka'da yayımlanan Hz. Muhammed karikatürleri ve yine Hollanda'da yayına konulan bir film ve akabinde yanılmıyorsam yapımcının öldürülmesiyle yaşanan sıkıntılar. Evet, şimdi ise tekrar sahneye konulan aynı saygısızlıkla ve küstahça yeni bir örnek daha! "Medine'nin Mücevherleri" adlı kitap; Amerikalı gazeteci Sherry Jones'in Hz. Muhammed'in eşi ile ilişkisini anlatıyor. Ve bu sözde kitap, İngiltere'de basılmaya hazırlanılıyor. İlk önce Sırbistan'da 1000 adet basılan ve daha sonra Sırbistan'daki Müslüman din adamları, kitabın İslamın kutsal değerlerine saygısızlık ettiğini belirttiler. Ve kitap bu ülkede raflardan çekildi. Yine Amerika'daki Teksas Üniversitesi'nden Profesör Denis Spelberg, gibi İslam tarihi çalışan bazı bilim adamları, kitap'ta tarihin bilinçli bir şekilde yanlış yorumlandığını belirtiyorlar.

************ ************

Kitabın basımı, Salman Rüşdi'nin Şeytan Ayetleri kitabı ile Danimarka'da yayımlanan Hz. Muhammed karikatürleri ile karşılaştırılıyor.

Ancak, İngiltere dışındaki ülkelerden yayınevlerinin de kitabın basım hakkını satın aldığını ve Amerika'dan da henüz ismi açıklanmayan bir yayınevinin kitabı basmaya aday olduğunu aktarıyorlar.

********* ************

Şimdi kendi kendime, sade bir müslüman vatandaş olarak sorguluyorum: Niçin bu şekilde ve altında tahrik yatan girişimler oluşturularak, müslüman insanlara huzursuzluk yaratılmaktadır? Mesela siz düşünebiliyor musunuz ki, bir insan durup dururken mensubu olmamasına rağmen, başka bir dine ait kutsallıkları çiğneyerek, hakarete varacak boyutta girişimlerde bulunup, canını, malını ve yakınlarını tehlikeye atmak gibi bir düşünceye girmeyi göze alabilsin? Böyle bir düşünce sağlıklı kişiler için geçerli değildir. Var sayalım ki, sağlıksız kişilikler bu girişimlere kalksın (tıpkı yukarıda ki kişiler gibi); o zaman da bu kişilerin, ortaya atıkları iddialarda ve sunularda "ne kadar sağlıklı ve haklılık payı vardır?" diye, üzerinde düşünmemiz gerekiyor.

********** **********

Buradan yola çıkarak yine şu soru aklıma takılıyor: Ortaya atılan bu kışkırtıcı ve mesnetsiz iddiaları, büyük bir özenle dikkate alan kuruluş ve kişiler, kimlere hizmet için aracılık yapıyorlar? Buradan elde edilecek siyasi sonuçlar acaba, küresel krize zemin hazırlamak mıdır? Açıkcası sürdürülmekte olan savaşlara destek bulabilmek için kendi iç kamuoylarına yönelik projelerine yardım amaçlı planın bir parçası mıdır? Bilmem, beni böyle düşündürmeye sevk eden çağrışımlar hissediyor ve gözlemliyorum. Nitekim, her atılan bu sıkıntılı olayların peşine, İslam dünyası doğal olarak, aşağılandıklarını hissedip, kutsal varlıklarını korumak ve kollamak adına kah ayaklanarak, kah sokalara dökülerek veya diplamasi anlamında, karşı tepki vermeler başlıyor. Netice itibariyle can kaybı dahi yaşanabilen bu gelişmelerde, kimler, ne elde ediyor? Doğrusu bir insan olarak bunu anlamakta zorlanıyorum. Özellkle kendilerini "gelişmiş toplum, insan haklarına saygılı, kişi vicdan ve hürriyetlerine sahiplenen" olarak niteleyen ve göstermeye çalışan batılı devletler, aslında tam tersi ne kadar vicdansızca ve fütursuzca davrandıklarını bu şekilde dünyaya kanıtlamış oluyorlar! Onları bu anlamda yürekten kutluyorum! "Aferin!"

************ *************

Dönelim tekrar yayımlanmaya karar verilen kitaba. Yazar henımefendiye, Hz. Muhammed'in evliliğini araştırmaya başlamadan ve bu muhteşem(!) incilerini döktürmeden önce, bir zahmet günümüz önceliklerine yer versin derim. Kendi halkına ve sonra da dünya kamuoyuna mesleğinin gereğini yerine getirerek yaşanılan acımasızlıkları anlatsın, yazsın, sorgulatsın. Yoksa yazdığı ve içeriği ne olursa olsun, bir dinin kutsallığını ayaklar altına alarak, İslam Dünyasına İslamı ve kutsallarını anlatmaya kalkmasın. Kimsenin bu kişinin "dahiyane" (!) fikirlerini merak ettiği yok! Merak edenler kutsal kitabımız olan Kur'an-ı Kerim'den öğrenir. Ondan ötesi dinimize karşı gelmekten ve Allah'a şirk koşmaktan öte değildir. Yani bu aymazların anlatımlarıyla insanlar yeniden İSLAM Dini'ni keşfederek(!), "Bu vakte kadar yanlış öğrenmiş ve bilgilenmişiz; sağolsun hanımefendi, bizlere gerçeği nihayet gösterdi!" dememiz mi bekleniliyor? Şayet bu şekilde düşünüyorlarsa hiç zahmet etmesinler! Yok, bizim siyasi anlamda bir görevimiz var, onu yerine getiriyoruz diyorlarsa, o vakit durum başka bir hal alıyor; bu noktadan itibaren de aklımızı başımıza almamız gerekiyor demektir.

********* ***********

Tüm bu yaklaşım ve davranışlar gösteriyor ki, İslam Dünyası daima Batı'nın hakaret ve saldırılarına maruz kalmaktadır. Bir şekilde "düşünce özgürlüğü, demokrasi, insan hakları" gibi insanın etkileneceği türden yaklaşım ve kavramlar altında müslüman halkları ezmeyi ve aşağılamayı adeta kendilerine bir görev edinmişler. Bizler ise tüm bu tehdit ve tehlikelerin bilinciyle, her alanda bilinçli, ulus bütünlüğümüze ve bölünmez birlikteliğimize daha bir kuvvetle sarılmayı öncelikli görevlerimiz arasında görmeliyiz! Unutulmamalıdır ki, bağımsızlığını kaybetmiş bir milletin ibadet hakkı da ellerinden alınmış demektir. Bugün özgürce camilerimize gidebiliyorsak, özgürce ibadetimizi yapabiliyorsak ve özgürce yaşamımızı idame ettirebiliyorsak bunu Atatürk sayesinde kazandığımız bağımsız, ulus devlet anlayışına borçluyuz! Yeri gelmişken büyük Atatürk'ün Hz. Muhammed'e ve O'nun peygamberliğine kadar, büyük askeri dehasına hayran olan, Bedir Galibi'ni göklere çıkarırken, "O'nun Hak Peygamber olduğundan şüphe edenler, şu haritaya baksınlar ve Bedir destanını okusunlar" dedi. Ardından:

"- Hz. Muhammed'in bir avuç imanlı Müslümanla mahşer gibi kalabalık ve alabildiğine zengin Kureyş ordusuna karşı Bedir meydan muharebesinde kazandığı zafer, fani insanların karı değildir, O'nun Peygamberliğinin en kuvvetli delili işte bu savaştır." (Atatürk ve Din Eğitimi, Ahmet Gürbaş, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.28 )

********

Burada anlatmak istediğim gazeteci sıfatıyla, Hz. Peygamberimizin evliliğini araştırmaya(!) çalışan yazar hanımın, önceliği illa da yüce Peygamberimiz olacaksa o vakit, Büyük Atatürk'ün de işaret ettiği, "Bedir Savaşı"nı araştırsın! Bir zahmet!..

Netice itibariyle yaşanılan bütün bu çirkin olayları şiddet ve nefretle kınıyor, bütün kutsallarımızı ve değerlerimizi bugün, her zamankinden daha fazla koruma ve kollamaya muhtaç olduğumuzun altını çizmeyi kendime bir görev sayıyorum. Sevgi ve saygılarımla!

6 Eylül 2008 Cumartesi

OKTAY SİNANOĞLU ve TÜRKÇE




Dünyanın son üç yüz yılda en genç yaşta profesörlük ünvanı alan ve Türk Aynştaynı olarak anılan, harika, deha kişi Oktay SİNANOĞLU. 1953 yılında birincilikle bitirdiği Yenişehir Lisesi'nden (aynı yıl adı "TED Koleji" yapılan ve ingilizce ile eğitime başlanan okuldan), burslu öğrenci olarak ABD'ye giderken kendi kendine bir söz vermişti: "Gideceğim ve kısmetse orada söz sahibi olacağım.Ondan sonra gelip o namussuzlarla burada uğraşacağım." Kendilerine verilen yeşil kartı reddedip, ülkesine hizmeti birinci asli görevi sayan, kimliği ve kişiliğiyle gurur duyan SİNANOĞLU için şunlar yazılmıştır: "Kimyaya matematiği sokarak önemli buluşlara imza attı. Fizik, astrofizik, nükleer fizik, moleküler biyoloji gibi çeşitli dallarda "Harika Çocuk" olarak görülüp uluslararası bilim dünyasını şaşırttı." (Türk Aynştaynı kitabından)

Sn. SİNANOĞU'nu ne yazık ki, 5-6 sene öncesine kadar tanımıyordum ( Dünya O'nu "Türk Aynştaynı" olarak tanıyor; ama ben tanımıyordum! Bunun benim ayıbım olduğunu da düşünmüyorum). O'nu "Bye bye Türkçe" ile tanıdım. Türkçe'yi nasıl da elimizle yok ettiğimizi, kitaplarını okuyunca kendime gelerek anladım. Öncelikle sorgulamak istediğim, Türkiye'de bu denli dahi ve bilgili kişilerin varlığı niçin gizlenmek istenmesidir? Bütün dünya bu kişiyi tanıyor ve hayranlıkla kendisini izliyor, ancak ait olmaktan gurur duyduğu milleti ise, Oktay SİNANOĞLU'nun bırakınız kitaplarını "O da kim?" der gibi çevresine bakınmaktadır. Acıyla müşahade ettğim, futbol ve magazin kimlikli kişlerin adları ders kitaplarında yer alabiliyor, ama bu denli önemli şahsiyetlerin isimleri de bir o kadar saklı tututuluyor. Televizyonlarda, gazetelerde hergün saçma sapan konu ve kişiler yer alırken, bilimde hizmetleriyle, araştırmalarıyla ün yapmış, kitaplara konu olmuş kişilere nedense bir türlü hak ettikleri yer verilmiyor. Oysa ki, sn. hocamız kitaplarında sık sık konu ettiği Türkçe'nin yozlaştırılmasıyla beraber, kaybolması halinde ülkenin de yok olacağı konusunda ciddi uyarılarıyla birlikte, bizleri bekleyen tehlikelerden sıkça bahsetmektedir. Ayrıca üzerimizde oynanan oyunları ve bunlara karşı alabileceğimiz tedbirleri harika bir anlatımla da ortaya koymuştur.

Oktay SİNANOĞLU, özellikle yabancı dilde eğitimin yanlışlığını anlatan ve bu yanlışın anlaşılması için kitap yazmanın dışında konferanslarla da tehlikeyi fark ettirmeye çalışmaktadır. Sayın Hocamızın, bu konuda ki uyarıları aslında milli bir felaket olarak, kapıda bekleyen sorunların en önemli halkasının anlaşılması ve düzeltilmesi yolunda önemli bir ışıktır. İnsanlarımızın bilinçsizce yabancı dilde eğitime, ısrarla talep etmeleri, zeki çocuklarımızın fizik, matematik, kimya gibi derslerin ingilizceyle eğitilmeye maruz bırakılması bir garabettir! Ayrıca hazırlık sınıfları diye okutulan "bir yılın" çocuklarımız açısından boşa giden zamandır. Maddi manevi kayıpla birlikte devletin de olanakları bu uğurda zarar görmektedir. İşte bu gerçekleri Oktay SİNANOĞLU uzun uzun kitaplarında anlatarak, bizlerin aydınlanmasında önemli rol oynamıştır.

Sömürge ülkelerde dahi rastlanılmadığı bilinen yabancı dilde eğitimin, artık sorgulanmaktan öte, bir an önce kaldırılması yönünde girişimlerin acilen hayata geçirilmesinin şart olduğunu vurgulamak istiyorum. Çocuklarımız kendi dillerinde eğitimini görmenin onurunu ve gururunu mutlaka yaşamalıdırlar. Burada söylemek istediğim, önce ana dilini iyice öğrenmek, ardından bu dil ile geleceğine yön vermenin heyecanını duymaktır. Unutulmamalıdır ki, insanlar hangi dilde konuşursa, o dilin kültürünü benimser. İngilizce bizler için "amaç" değil, "araç" olmalıdır!Topluma yön veren gerek görsel gerekse yazılı basının bizlere hizmeti bilimsel alanda daha ağırlıklı olmalıdır. Bakınız, deprem diye bir gerçek var. Üstelik de yakın bir geçmişte çok ağır şekilde bir deprem yaşadık. Bu konuda bilincimizi yoklayabildik mi? Yine teknolojiyle birlikte bir çok tehlikeyle de karşı karşıyayız. Bu konular halkımıza iyi anlatılabildi mi? Mesela baz istasyonlarının varlıkları ve çevresine saçtıkları tehlikeler! Kimyasal maddelerin kullanımları ve atıkları. Yine kullanılmış pillerin gelişigüzel çöplere atılmasının etrafa verdiği zararlar! Cep telefonlarının kullanımlarıyla birlikte çocuklarımız üzerinde ki tehlikeler! Ve saymakla bitiremeyeceğimiz kadar önemli gelişmelerin insanlarımıza bilgilendirilmemesi konusunda ısrarcı tutumlarımız; özellikle hanımlarımız bu konularda, bilgi sahibi olmak zorundadırlar. Ama buna karşılık televizyonlar ve gazeteler el birliği yapmışcasına hergün şakır şakır oynatarak, hatta şimdilerde evlilik gibi kutsal bir kurumu, ayaklar altına alarak insanları evlendirmeye soyunan televizyon kanallarının, akıllara ziyan konuları işlediği programlarla, toplu halde "UYUTMA" ile cehaleti yaşatmaktadırlar.

O halde yazımın konusu olan "Oktay SİNANOĞLU kim?" sorusunu sorgulamanın bir eğitimci olarak hakkım olduğunu düşünüyorum. Bu vesileyle çifte vatandaşlık teklifini elinin tersiyle iterek, TÜRK olmanın gururunu doyasıya hisseden sn. Oktay SİNANOĞLU'na teşekkürlerimizi iletir, aziz Türk Milleti'nin, büyük küçük demeden kendilerini tanımak ve Türkçe'nin nasıl kaybedildiği hakkında bilgi edinmek için, acilen kitaplarından istifade etmeleri gerekliliğini hatırlatmayı kendime görev sayıyorum. Sevgi ve saygılarımla!

4 Eylül 2008 Perşembe

"ABD'yi Irak'a Tanrı Gönderdi" Diyor...










Evet bu korkunç açıklama ABD'de Cumhuriyetçilerin başkan yardımcısı adayı Sarah PALİN tarafında yapıldı. Yani Amerikan askerlerinin Irak'a "Tanrı tarafından" gönderildiğini aleni söyledi. Hem de kimlere yönelik seslendi dersiniz? Alaska'da kilisede toplanan papaz okulu öğrencilerine hitaben!...


Alaska valisi PALİN, rahiplerden Irak'taki Amerikan askerleri için dua etmelerini istiyor. "Kadın ve erkek askerlerimiz için dua edelim; onlar doğruluk için çalışıyor" diyen Palin, "Bu ülke için, yöneticilerimiz için, ulusal yöneticilerimiz için dua edelim. Onlar Tanrı'dan gelen bir görev için asker yolluyor. Bu Tanrı'nın planı..." ifadesini kullanıyor.
Sarah Palin, öğrencilerden de Alaska'da inşa edilecek 30 milyar dolarlık doğalgaz boru hattı için dua etmelerini istiyor ve "Doğalgaz hattını inşa etmek için şirketleri ve şahısları bir araya getirecek olan Tanrı'nın iradesidir. Onun için dua etmeliyiz" diyor.
Palin'in konuşmasını içeren video görüntüsü, 2002 yılına kadar üyesi olduğu "Wasilla Assembly of God" kilisesinin internet sitesinde yayımlandı. Site, internet kullanıcılarının hücumu karşısında dün geçici olarak kapatıldı. Bunun yanında 18 yaşındaki oğlunu Irak'a göndereceğini de ifade ettiği haberlerde duyuruldu.

Şimdi bu hayret ve ibret verici açıklamalar üzerinde biraz konuşmak isterim: Sarah PALİN'in muhafazakar taraftarlarına bu şekilde yaklaşması, kamu oyuna bir takım işaretler vermek anlamı mı taşıyor? Doğrusu bu kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca bilindiği üzere 11 Eyül olayından sonra ABD başkanı Bush'unda bu paralelde söylemleri olmuştu. 14 Eylül 2001 tarihinde "We are starting a curusade" yani haçlı seferi başlatıyoruz" dedi. Hatta daha da ileri giderek Tanrı'nın kendisini görevlendirdiği gibi bir ifade tarzı olmuştu. Bush konuşmasını "bunun sağlanması için hıristiyan ve medeni dünyanın, islami terörizme karşı birleşmesi gerekiyor" diyerek bitirdi.

Bu doğrultuda İngiltere başbakanı da aynı mesajları verdi. The Independent on Sunday gazetesinin okurlarından gelen soruları cevaplayan Blair, "inanan bir Hıristiyan olarak, Irak ile yaşanacak muhtemel savaş konusunda vicdanının gayet rahat olduğunu" söyledi. Blair, benzer yaklaşımını sürdürerek, "bu savaşın ahlaki olarak yanlış olduğunu düşünsem asla desteklemezdim" dedi.
Blair, geçmişte İngiliz askerini Kosova ve Afgnanistan'a da gönderdiğini, şimdi bu kararlarını yeniden gözden geçirdiğinde doğruyu yaptığına inandığını belirtti.

******* ***********

Şimdi, Papa'nın yani Vatikan'ın durumuna biraz bakalım. Vatikan hiç bir zaman savaşlara engel olmak gibi bir niyette olmadı. 2. Dünya Savaşı sırasında Nazilere destek vererek kendilerine sığınan Yahudilerin, bir yerde öldürülmesine göz yummuştur. Papa 16. Benedikt eski bir Nazi askeri ve iyi eğitim görmüş bir TÜRK düşmanı olarak bilinmektedir. Bu konuya araştırmacı yazar Aytunç ALTINDAL'ın bir söyleşisinden alıntılarla değinmek istiyorum:
"16. Benedikt, Bush yönetiminin yürüttüğü politikaları destekliyor. 2. Jean Paul komünizmle mücadele için göreve getirildi. Şimdiki Papa da İslam ve Asya ile mücadele için görevde" Yine "teröristbaşı Öcalan'ın Vatikan'a yolladığı mektuplar çerçevesinde Irak'ın kuzeyindeki ve Türkiye'nin Güneydoğu'sundaki Kürtlerin hamiliğine soyundu. Bu mektuplarda Öcalan dedi ki: "ben kendimi Hıristiyanlığa çok yakın buluyorum ve Anadolu'da yüce Hıristiyanlık dininin kurmuş olduğu yüce Hıristiyan medeniyetini yıkmış olan Barbar Türklere karşı savaşıyorum. Hatta sizi vuran Mehmet Ali Ağca da bu barbar Türklerden birisidir. Onu sizi vurdurmak için özellikle seçtiler."
Görüldüğü üzere Vatikan, bir siyasi görevi din kisvesi altında yürüterek, Türklükle ve müslümanlıkla problemlerini gün ışığına çıkartıp, yeni bir "Haçlı Savaşı" zihniyetiyle durmadan müslümanlar üzerinde kıyım yapma planları peşindedir. Papa 16. Benedikt'in Almanya'da sarfettiği "İslam dini kılıç dinidir" sözlerini de bir kez daha hatırlamak ve hatırlatmak isterim.
********** *************
Yine yakın tarihe bir göz atarsak internet üzerinden edindiğim bazı bilgileri aktarmak istiyorum:
"Dönemin Amerikan Başkanı John Kennedy, Vietnam savaşını ilan ettiği konuşmasında şöyle diyordu: "biz, bize tanrı tarafından verilen görevi yerine getiriyoruz." Ancak Amerikan Başkanı'nın sözlerinin güçlendirilmesi gerekiyordu. Bu görevi Vatikan yerine getirdi. Dönemin Papa'sı, Papa 2. Paul ikinci Vatikan konsülünü topladı. Konsülün toplanma tarihi 1963'tü. Konsül iki yıl sürdü. Çıkan karar "Asya'nın hıristiyanlaştırılması" oldu. Bu Amerikan emperyalizmi için "tanrı görevi" iddiasının tam anlamıyla güçlendirilmesi anlamı taşıyordu. Üstelik Vatikan Konsülü Katolik İncili'nin "Misyonun tamamlanması için her yol kullanılır" vurgusunu gündemine almıştı. Bu Asya ülkelerine hem misyoner çıkarmanın, hem de direnen ülkelere karşı silah kullanılmasının önünü açıyordu."
********
İkinci önemli dönem ise yukarıda değindiğim üzere, 11 Eylül 2001'de Newyork Dünya Ticaret Merkezi'ne yapılan saldırılar sonrasında Amerikan yönetimi yeni bir saldırı dalgası başlattı. Dönemin Papası 6. Jean Paul, tüm katolik kiliselerine 11 Eylül saldırılarında ölenler için ayin yapılması emrini verdi. Vatikan Kardinaller Kurulu Bush'un konuşmasından sonra 2002 yılında bir toplantı yaptı ve hıristiyan birliğin sağlanması için çalışma yapılması emrini verdi. Papa 16. Benedikt, Asya'ya başlatılan emperyalist saldırıya destek verilen 1963 konsülüne katip rahip olarak katıldı. 2002 yılındaki kardinaller kurulunda ise ikinci adamdı.

************ *****************

Evet; işte tüm bu yaşanılanlar bize gösteriyor ki şu anda hakikaten yeni bir haçlı zihniyetiyle karşı karşıyayız. Tüm İslam alemini kasıp kavuran bu acımasız savaşın içine bizleri de mutlaka bir şekilde çekme gayretleri olağan üstü hızla devam etmektedir. Bu esnada hem Türklük, hem de müslümanlıkla gözü kara şekilde sıkıntıları olanlar, bir bir hesaplaşma gayretleri içerisinde planlarını uygulama peşindeler. O halde altını çizerek söylemek isterim ki, "gün birbirimize sıkı sıkı sarılma günüdür!" Aramıza atılan her türlü nifak tohumları, bilmeliyiz ki bizlerin felaketi anlamını taşımaktadır. Bizlerin ayrışması, bilinmelidir ki düşmanın ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey değildir.

Bizlerin özgürlüğü; dinimizi özgürce yaşamak, dilimizi özgürce kullanmak, kültürümüzü ve geleneklerimizi özgürce yaşatmak, elbette ki ÖZGÜR vatan topraklarında gerçekleşebilir. Düşüncelerimi İstiklal Marşı şairimiz Mehme Akif ERSOY'un bir dizesiyle noktalamak istiyorum:
"Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!"
Sevgi ve saygılarımla!










2 Eylül 2008 Salı

Dünya Barış Günü




İkinci Dünya Savaşı 1 Eylül 1939 tarihinde Nazilerin Polonya'yı işgaliyle başladı. Yaklaşık 50 milyon insan öldü, milyanlarca yaralı ve enkaz haline gelen ülkeler!...Ardından ABD'nin 1945 yılında Hiroşima ve Nagazaki'ye attığı atom bombalarıyla felaketin hat safhasında SAVAŞ bitti. İşte insanlık tarihinin bu en acımasız, en kirli, en kanlı ve arkasında bıraktığı acı ve gözyaşı dolu felaket günü olan 1 Eylül "Dünya Barış günü" olarak kabul edildi.


İnsanlığın en doğal hakkı olan yaşama hakkının elinden alınması; gerek siyasi, gerek ekonomik, gerekse dikta anlayışıyla yapılan zorbalık ve gasbın adı: "SAVAŞ" olarak nitelenmektedir. İnsanlığın var olduğu günden bu yana savaşlar hep oldu. Ancak, yine insalığın "dahi" icatları arasında, silahların keşfedilmesi ve en korkunç şekilde yapılmaya süratle devam edilen nükleer silahlarla, bunların kullanımı için oluşturulan savaşlar!


Burada sizlere aktarmak istediğim bir kaç nokta var: Bir defa ilginç olan "Dünya Barış Günü"nü Avrupa 21 Eylül tarihinde kutlamaktadır. 1 Eylül tarihi ise sadece Türkiye ve KKTC tarafından benimsenmektedir. Edindiğim bilgilere göre, 187 ülkenin katılımıyla gerçekleşen "Barış Günü"nü Avrupa 21 Eylül'de kutlarken, biz ise Asya tarafında gösterilerek 1 Eylül'de kutluyoruz. Neyse bizim amacımız bir insan olarak dünyada barışın sağlanarak, savaşların olmaması dileğidir. Görünürde BM ve Batılı devletler böyle istiyorsa da yönetimlerinin politikaları bu yönde değil! Şimdi sizlere konuya ilşkin özellikle TRT'den yakın tanıdığımız yazar Banu AVAR'ın "Hangi Avrupa" adlı son yıllarda çok ses getiren yazılarından alıntı yaparak (Yeşilgiresun Gazetesi / S. EROL), günün anlamına uygunluğunu sorgulamaya açmak istedim:


"Barış ödülünü, silah sanayinin üzerinde oturan Norveç, edebiyat ödülünü de yine dünyaya silah ve demokrasi ihracıyla uğraşan İsveç veriyor!Peki adına ödül verilen Alfred Nobel kimdir? Dinamiti dünyaya hediye eden adam. Bir silah sanayicisi, bir petrol devi! Edebiyat, hobisi.
….
Tarihte barış söyleminin en çok duyulduğu bir dönemde yaşıyoruz. Batı dünyasında barış derneklerinden, barış komisyonlarından, barış havarilerinden geçilmiyor,Bazı ülkeler, barış görüşmelerine ev sahipliği yaparak ünleniyor.Bu arada, Orta Doğu'da, Asya'da, Afrika'da, kan akıyor…Dünya üçüncü binde kana bulanıyor!…
Oslo tüm barış görüşmelerinin başkenti. ABD'nin terörle mücadelesindeki en sıkı müttefiki. Bir barış havarisi ama dünya silah sanayinin en önde gelen ülkelerinden biri.Avrupa Birliği üyesi değil, fakat birliğin askeri yetenekler oluşturma çabalarının en büyük destekçisi. Yüz yıldır dünyaya Barış ödülü dağıtıyor! Yüz yıldır dünyaya en çok silahı o satıyor! Acaba barış ödülleri neyin bedeli?…
Oslo'da hayat hep sakindi. İnsanlar işlerine gider, sonra yalnızlıklarına geri dönerlerdi. Metro'dan inerler, parkta biraz zaman geçirirler, istasyonun önünde dertli ülkelerden gelen göçmenlerin gitarını dinler, şapkalarına birkaç kuruş bırakır sonra evlerine giderlerdi.O sırada Gazze'de sokak ortasında insanlar bir bir vurulurdu. Irak'ta yüzlercesi bir günde ölürdü Kandahar'da her gün bombalar patlar, Kerkük'te, Musul'da, Telafer'de morglarda yer kalmazdı.Tüm barış görüşmeleri arkasında mükemmel bir silah sanayi yükseldi. Orta Doğu, yüz yıldır silah tacirlerinin en gözde pazarıydı.…
Norveç'in silah ihracatı 11 Eylül olaylarından sonra hızla artmıştı. Afganistan savaşı sırasında Norveç silah ihracatında patlama yaşanmıştı.Barış deyince akla gelen ilk şehirdi Oslo. Ama sularında, savaşan ülkelerin aksi vardı.…
Norveç Barış Konseyi'nden Alexsandır Harong'la buluşuyorum. Norveç'in ihlal ettiği yasaları soruyorum."Norveç'te 1958'de çıkarılan bir yasaya göre, biz savaş halinde veya bünyesinde iç savaş olan ülkelere silah satamayız. Yasalar bunu engelliyor ama bu yasalara uyulmuyor. Çünkü işin içinde para var!" diyor.Ayrıca mesela Orta Doğu'ya bu silahları doğrudan ihraç etmesek bile, Norveç silahları oralarda kullanıyor. Çünkü bizim en büyük alıcımız Amerika! Yıllık silah ihracatımızın yüzde ellisini Amerika'ya satıyoruz. Ve onlar da bu silahları istedikleri yerde kullanıyorlar!"…
Norveç bir cephe ülkesiydi.Norveç, Rusya sınırında Kola Yarımadası'na Amerika tarafından yerleştirilen çeşitli teknik malzemeler, Rusya'nın en önemli deniz üssünü hedeflemekteydi.Silahlanmanın en güçlü olduğu ülke, birden "Barış Kalesi" olarak tanıtılmaya başlandı. Dünyanın büyük aktörleri sık sık Oslo'da buluşacak, "Barış" adına kararlar alacaklardı.Dünyada barış için harcanan her bir dolara karşılık, silahlanmaya ikibin dolar harcanıyordu. Ve dünyada, silahlanma için harcanan her on doların dört doları, Amerika'nın ve ona çalışanların kasalarına giriyordu.…Norveç'e silahlandırılıp savaştırılan halklar arasında arabuluculuk yapma görevi verilmişti.Mesela Asya'nın en stratejik bölgelerinden birinde yer alan Sri Lanka'da İngilizler aracılığıyla birbirine düşürülen iki yerli halk bir zamanlar gül gibi geçinmekteydi.Her iki halka da yıllarca silah satıldı. On binlerce insan çatışmalarda öldü.2002'de Oslo'da birden barış gerçekleşti. Kısa bir ara verilecek, sonra çatışmalar kaldığı yerden devam edecekti.Sudan da aynı akibeti paylaştı. Afrika'da zengin petrol yataklarının üstündeydi. 1950'lere kadar İngiliz sömürgesiydi. Bağımsızlığını ilan ettikten sonra başlayan iç savaşta bir kıyım yaşandı. Araya barış elçisi Amerika ve Norveç girdi, kıyım daha da şiddetlendi."


Görüldüğü üzere, Batı'nın görünürde barış diye bizlere bir aldatmaca olarak sunulması; ardından çıkartılan kanlı savaşlar ve Dünya'mızı adeta bir kan gölüne çevirme senaryoları içerisinde kendimize yaşama ortamını sağlamak zorundayız. İşte her ne olursa olsun millet olarak hiç bir ayrımcılığı ve yapay konuları sorun olarak görmemeliyiz. Bizim bizden başka dostumuz ve yaşayacak başka vatan toprağı olmadığını bir kez daha düşünerek, gerçek anlamda "BARIŞ"ı sağlamak ancak ve ancak birbirimizi sevmek ve birbirimize tahammül göstermekten geçtiğinin altını çizmek isterim.


Tarih bize gösteriyor ve yazıyor ki, "Türkler ancak içten yıkılarak yok edilebilir" Buna izin vermemeyi yürekten diliyorum. Büyük ATATÜRK'ün o ünlü "Yurtta sulh, cihanda sulh" sözünü ilk defa 20 Kasım 1931'de söyleyerek, anayasada yer alan temel dış politika düsturuna araç olmuştur. Bu bağlamda da "Dünya Barış Günü"nü içtenlikle kutluyorum!. Sevgi ve saygılarımla!


1 Eylül 2008 Pazartesi

Kalkınma Köyden Başlar...




Köylünün değerini ve varlığını her zaman en üst düzeyde gören büyük Atatürk: "Köylü milletin efendisidir!" sözü ile içeriğini manidar kılmıştır. Evet; bizim gerçek "efendimiz", köylümüzdür. O üretkenlikleriyle bizleri doyuran, çalışkanlıklarıyla, saflıklarıyla, tertemiz gönülleriyle hayatı kucaklayan, sımsıcak sevgileriyle ruhlarımızı ısıtan köylülerimiz. Anadolu'da bitmek tükenmek bilmeyen efsanelere konu olmuş köylülerimiz; (ki burada yeri gelmişken SİNANOĞLU hocamızın mealen hatırladığım bir sözüne de değinmek isterim: "ciğerleri alınmamış insanlarımız") Bitmedi; türkülerimize, manilerimize, evrensel boyuta ulaşan kahramanlıklarıyla tarihe geçen bizim köylülerimiz. İşte buradan yola çıkarak, bu yüreği temiz ve ruhlarına el değmemiş insanlarımıza bilimselliği de katarak "kalkınmanın köyden başlayacağı" iddiası ile hem bu anlamda, hem de gerçek mutluluğun ne demek olduğu üzerinde düşüncelerimi açmak istiyorum:

Şehirler arası yol üzerinde bilindiği gibi köylülerimizin ürettikleri ürünler, yine kendileri tarafından pazarlanmaktadır. Ürünlerini, gece gündüz demeden, geçen yolculara, satabilmenin beklentisiyle uğraş verirler. Her defasında hiç aksatmadan mümkün olduğunca bu yerlerden alım yapmaktan büyük keyif duyarım. O insanların mutlu ve güleç yüzlerinde ki o anlamlı ifadeleri, sevecen ve masum kalpleriyle bir yandan da sohbet etmenin verdiği pozitif enerjiyle, yol boyu sohbet konumuz olur. İnanılmaz candan davranışlarıyla beklentilerinin dışında yapılan alışverişle olsa gerek, cömertlik ve misafirperverliklerini hiç tereddütsüz açığa çıkarır, "bu da bizden olsun!" diyerek, kendilerince çeşitli ikramlarda bulunurlar. Bu cömertliğin altında şüphesiz ki, insana duydukları sevgi yatmaktadır.Tertemiz kalplerinde yaşattıkları kocaman sevgilerini ve dünyalarını işte bu şekilde dışarı yansıtıyorlar. Ve ben onlarla geçirdiğim bu zamanı asla unutamıyorum. Kendi kendime "insanlığın henüz bitmediğinin gerçek ispatı budur" diyerek, yüreğimde taşıdığım ve aradığım içten samimiyeti bu insanlarda görmenin inanılmaz keyfini kalbime not ediyorum.
******** ********
Bu defa da böyle oldu: Yolculuk esnasında bir dizi köylü insanlarımızla sohbet edip, alışveriş yaptık. Söz dolaşıp sıkıntılara konu geldiğinde, tek istekleri öncelikle "Allah devletimize ve milletimize zeval vermesin!" dilekleriydi. Ardından galiba büyüklerimizden beklentileri idi. Yani ekip, biçecek imkanlarının kaybolmaması yönünde beklentilerini bizlerle paylaştılar. Onun dışında gözleri pırıl pırıl parlıyor, sanki bizleri yıllardır tanırmışcasına samimi konuşarak, hatta sarılarak insani duygularını sergilediler. Neredeyse evlerine konuk etmek istercesine bir arzuyla, bana nasihat dahi vermeye çalıştılar. İşte mutluluk bu olsa gerek. Mutlu bir insan neler hisseder, ne bekler ve bunu etrafına nasıl yansıtır bunların tümünü bu insanların samimi davranışlarında gördüm.
********* ********
Mutlu olmak, zengin olmak değildir; mutlu olmak: "sırtı pek, karnı tok olmak ve sağlık sıhhatinin kıymetini bilmektir" in altını çize çize göstermekteydi bizim köylümüz. İşte tıpkı Nazım Hikmet'in "bana mutluluğun resmini çizer misin Abidin?" sorusunun cevabı niteliğindeki, bir tabloydu yaşadığım anlar. Buradan, bizim köylümüzün gerçek bir "efendi" olduğu çok açık ortada. Üstelik de bu insanlar üretkenlikleriyle bizlerin karnını doyurmasıyla da, efendimiz olduğu ayrıca tartışılmaz bir gerçektir. Yeterki çalışabilecek koşulları ortadan kalkmasın! Yaşam koşulları onları zorlamasın! O vakit tüm üretkenlikleri ve sevecenlikleriyle bizleri doyurmaya, ele güne muhtaç etmemeye devam edeceklerdir. Öyle şehir insanları gibi çok şey istemiyorlar. Gözleri doymayan türden yaklaşımları hiç yok. Sıcacık kalpleriyle, elleriyle yaptıkları tarhanasını, eriştesini, bulgurunu, fasülyesini vs. satmak tüm istedikleri. Üstelik de yaptıklarını bir bir anlatmaya çalışıyor, herşeyin katıksız olduğunu; aslında verdiği emeğinden hiç söz etmeyerek de, mütevazı duruşlarının yanında sanki emeğinin bedelini parayla ifade edemeyecek kadar da onurlu ve asil davranışlarıyla bizleri istemeden de olsa, utandırdıklarının farkında bile değiller. İşte asalete gerçek bir örnek! Büyük Atatürk'ün müthiş öngörüsü ile ifade ettiği "köylü milletin efendisidir!" teşhisini, tarihe geçirmiştir.
******* *****
Şimdi kalkınmanın köyden başlayacağı iddiası içerisinde, bu insanlara bilimselliği de vererek, üretkenliklerini daha verimli hale getirip, buradan ülkemizin her tarafına sevgi, mutluluk tohumlarını atmamız gerekiyor, diye düşünüyorum. Bizim köylümüz! Evet bizim köylümüz, vatan savunmasında da ön planda olup, "seni vatan için doğurdum" diyen analarımızın temsilcileri durumundalar. Bu duyguları dile getiren türkülerimiz bunların kanıtı değil midir? Bu türkülerin yaratıcıları ve kahramanları köylümüz değil midir? Türkülerimizin içinden çıkan bizim köylümüz değil mi? Biz bu türkülerle ağlayp, bu türkülerle coşmuyor muyuz? Daha fazla anlatımıma gerek yok herhalde. Tüm bu duyguları türkülerimizde bulabilir ve görebiliriz.
.....
Eledim eledim, höllük eledim,
Aynalı beşikte canan, bebek beledim.
Büyüttüm besledim, asker eyledim
Gittide gelmedi canan, buna ne çare...
......
Evet, "evlatsız da olunmuyor, vatansız da olunmuyor" diyen bu insanların asil duygularıyla bu vatan elbette ki, varlığını sonsuza kadar sürdürecektir. Onlara minnet duygumuzu bir kez daha dile getirerek, buradan hatırlatmak istedim.
Bizim gerçek özümüz olan köylümüzle, onların asaletiyle, yaşadıkları cefayla yaşamlarını konu alan türküleriyle, efsaneleriyle nasıl da bir hazinemiz olduğunun farkındalığını yitirdiğimiz şu günlerde, onların nasırlı ellerinden sevgiyle öpüyor, önlerinde saygıyla eğiliyorum. Sevgi ve saygılarımla!