30 Mayıs 2010 Pazar

Bu Vebal Hepimize...

















"Edirne’de 600 liralık elektrik faturasını ödeyemedikleri için mum ışığında oturan felçli anne ve iki kızının yaşadığı daire yandı. Anne kurtarılamadı." 27.05.2010, Vatan


Komşusu açken tok yatan bizden değildir!

Evet bu hadis-i şerif ortadayken bizlerin gerçekten vicdanen rahat bir hayat sürmesi mümkün müdür? Sorgulamasıyla beraber, bu acı haberi yorumlamak isterim. Zira İslam dini, bize paylaşmayı, hakkaniyeti ve adaleti sunuyor. Hâl böyle olunca da ortada böyle bir gerçek dururken, Müslümanlığımızla gurur duyduğumuz bir toplumun ferdi olarak bu içler acısı habere, nasıl bir tepki vermek gerekeceğini doğrusu bilemiyorum... Zira bunun gibi sayılamayacak kadar ibretlik inanılmaz insanlık dramı yaşıyoruz ki... Çok değil daha geçtiğimiz aylarda çocuğunun dershane parasını ödeyemediği için hapishaneye düşen bir anne; ve onun acısını omuzunda hisseden evladın intihar haberiyle bir kez daha vicdanlarımız sızlamadı mı?..


Müslüman toplumun Müslüman fertleri açlıkla ve sefaletle boğuşurken, diğer taraftan inanılmaz bir lüksün içerisinde, arsızca yaşamayı kendine hak gören Müslümanlara sormak istiyorum: Her şeyi bir tarafa bırakalım ve elimizi vicdanımıza alarak, bu mudur Müslüman toplumun Müslümanlığı? Bu mudur sosyal adaletin gereği? Bu mudur vicdan ve namus anlayışı? Şüphesiz ki "Komşusu açken tok yatan bizden değildir" hadisi bize her şeyi anlatmakla kalmadığı gibi, bütün din sömürücülerini de ele vermektedir... Müslüman coğrafyanın Müslüman Arap şeyhleri, kralları altın musluklar içerisinde yıkanırken, öte yandan kan ve gözyaşlarıyla makûs kaderlerine mahkum bırakılan halkları da, "kral çıplak" dedirten bir anlayışla asıl gerçeğin gözler önüne serilmesine bu hadis-i şerif vesile olmaktadır.


Hz. Peygamberimizin en yakın dostu Ebuzerr Gıffari’nin Muaviye’ye verdiği dersten elbette bugün için de nasibini alacaklara, o sözleri, bu münasebetle buradan hatırlatmakta fayda olacağı kanaatiyle;

"Ey Muaviye, köşkler saraylar yaptırdın! Eğer bunları kendi paran ile yaptırdıysan israftır. Halkın malı ile yaptırdıysan küfürdür!"

"Ey Muaviye, sen fitnesin, belasın! Sen Allah’ı sadece işine gelen haram ve helaller ile tanıdın, halkın içinde benzi sararmış fakirler varken, etrafında örgütlenen bu tüccarların yanakları bu kadar kırmızı olamaz! Bununla Hz. Muhammed'in getirdiği düzenin ne alakası var? Velayet verilmesi hata olan sana ben ne anlatabilirim!"

Ve yine kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim'den anlayanlara bir ayetle yanıt vermek en güzeli olacaktır:

"İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir." Bakara Sûresi, 177. Ayet


Öte yandan kişisel ihtiyaçlarımızın toplumsal kabulü de dikkate alındığı zaman, ihtiyaçlarımızın yeterli olup olmayacağı konusunda şüphesiz ki aklımızı kullanarak doğruyu bulmayı başaracağımız kesindir. Peki aklımızın bir tartısı mı var diyecek olursak, buna kendimce "VİCDAN" muhasebesi olarak açıklama getiririm. Zira akıl anlayarak kavrayıp hükmetmeye kadar uzanmaktadır. İşte bu noktada da aklın kontrolü vicdan muhasebesinden geçerek, sapmaları engelleyecektir. Bunu bireylerin iç muhasebesi olarak da değerlendirebiliriz... Kısaca insanın neye ihtiyaç duyacağına ve ne miktarda olacağına aklın ve vicdanının en doğru karar vereceğine inancım sonsuz.


Demem o ki bir yerde israfın, gösterişle görgüsüzlüğe ulaştığı bir "namus"suzluk yaşanıyor... Diğer tarafta mum ışığında aydınlanmaya mahkum edilenlerin sefaleti gözyaşına karışarak "Kemalettin TUĞCU"ların eserlerinde okuduğumuz dokunaklı yaşama dönüşüyor...


Sevgi ve saygılarımla!

25 Mayıs 2010 Salı

Kulakları Çınlatmakta Fayda Var!














"Bir fille bir kertenkelenin, bir insanla bir solucanın aynı soydan olduklarını hemen kavramak kolay değildir elbet.”



"Dünyaca ünlü İngiltereli futbolcu David Beckham, Afganistan'da bulunan İngiliz askerlere moral ziyaretinde bulundu...

9 bin İngiliz askerinin bulunduğu 'Camp Bastion'ı ziyaret eden Becham, 45 derece sıcakta ağır makineli ve keskin nişancı tüfeklerinin başına geçti, askerlerle hatıra fotoğrafı çektirdi. Kampta güne İngiliz kahvaltıyaparak başladı.

Ünlü futbolcu, ziyaret öncesi yaptığı açıklamada Afganistan'ı ziyaret etmeyi uzun süredir istediğini ve kendisinin İngiliz olmaktan gurur duymasını sağlayan İngiliz askerlerini takdir ettiğini söyledi.

Beckham, ziyaretinin, askerlerin çok zor koşullarda muhteşem işler yaptığının anımsanmasına yardımcı olacağını umduğunu ekledi." 24.05.2010, Radikal


Ne bileyim bu haberi okuyunca birden gözlerini bile kırpmadan, sınır karakollarında bizlerin huzurunu, can güvenliğini sağlayan vatan savunmasındaki Mehmetciklerimiz aklıma geldi... Daha doğrusu birer birer alçakça şehit edilen kınalı yiğitlerimizi düşünmeden edemedim...


Peki bizim ünlülerimiz ne yapıyorlar bu durumda? Vallahi bırakınız kendilerinin Türk olmalarından gurur duymasını sağlamalarına "takdir" sunmayı; onlarca şehit haberleri "canlı yayın"da son dakika altyazısı geçerken, televizyon ekranlarından eğlenip, gülerek vurdumduymazlık ve kepazelik içerisinde coşmayı ve coşturmayı adeta kendilerine görev sayanlar var!


O vakit hazır yeri gelmişken bizim de bazı ünlülerimizin kulaklarını çınlatmakta fayda olduğunu düşünüyorum... Zira bu anlamda içi yanan milletimize, bol bol "moral" (!) vermeyi ihmal etmemeyi çok iyi başardıklarını nasıl inkar ederiz?!.. Hatta askerlik ruhumuzla beraber vatanseverliği ve millî değerlerimizi tartışmaya açma cüretini dahi göstermeyi kendilerine vazife sayanları bile gördük! Kimbilir belki de "ünlü" olmalarının bedelini bir yerde bu anlamda ödemek durumunda bırakılıyorlardır...

İşte ünlü futbolcunun bu haberi nedense bana bizim "David Beckham"lerimizi ve aymazlıklarını hatırlattı!..


Öte yandan her alanda Batı'yı taklit etmeyi bir marifet (!) sayanlar, David Beckham'ın bu davranışını acaba kendilerine örnek alırlar mı derseniz... Yorum yok!!!

Sevgi ve saygılarımla!

23 Mayıs 2010 Pazar

Pas İmportant! Türkçe'ye Fransız Kaldık...











"Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin gelişmesinde başlıca etkendir. " ATATÜRK



Maintenant je sais que vous etes etonnez de voir mon article ecrit en langue étrangere... A vrai dire pour tirer votre attention j'ai trouvé que cette méthode est convenable! Car comme vous le savez de nos jours on veux nous faire oublier notre langue maternelle, Le TURC en l'hummiliant et le faire honte "la plus ignoble des trahisons" sûrement viendra le jour ou les comptes seront rendus c'est aussi un "delit contre l'humanité" d'apres Prof. Dr. Oktay SİNANOĞLU qui a fait une importante détermination dans ce sujet.


Ce que je veux dire; puis que quand on participe a un concours intenationale sans ce soucier de son propre identité c'est qu'on ne représente pas ce pays, c'est le "sentiment d'inferiorité" et "l'esprie de colonie" qui se declarent subitement. Comme qu'on proteste pas contre la chanson en langue anglaise moi aussi j'ai voulu commencer cet article en Français...


Fransızca yazmaya çalıştığım düşüncemin, Türkçe tercümesi:


Biliyorum şu anda yazımın yabancı dilde olmasına şaşırmış olabilirsiniz... Aslında vereceğim tepkiye ilk dikkat noktası olarak bu yöntemi uygun gördüm! Zira görüldüğü üzere Türkçe'nin unutturulması, aşağılanması, utanılacak bir konuma sürüklenmek istenmesi "ihanetlerin en alçakcası" ve hesabının bir gün mutlaka sorulacağını ve bunu da bir "insanlık suçu" olarak değerlendiren Prof. Dr. Oktay SİNANOĞLU'nun bu önemli tespitlerini biz de bir kez daha buradan bu vesileyle değinerek, yazıma dikkat çekmek istiyorum.


Yani demem o ki madem uluslararası bir yarışmada kendi kimliğimizi yok sayacak kadar vurdumduymazlık ve aymazlık içerisinde "sömürge ruhu, aşağılık duygusu" uyandıran bir anlayışla ülkemizi temsilen (!) sözde yarışmaya katılan Manga'nın okuyacağı "WE COULD BE THE SAME" İngilizce şarkısına itiraz edilmiyor; o halde halkımızın ortak (!) anlaşacağı dile, kısmen Fransızca anlatımımla, başlamamda da bir sakınca olmaması gerekir diye düşünüyor ve konuya önemle ilgi duymanızı istiyorum...


** **** **

TÜRKÇE'nin inanılmaz bir horlanmayla karşı karşıya kaldığı bir dönemin ürünü olarak, karşımıza çıkan sözde bu gibi yarışmalar altında (ki bu durum her alanda kendisini göstermektedir) uygulanmak istenen ve asıl neticesinde, Türk adının bile tarih sayfalarından silinmesi hedefiyle, Batı'nın hızla uygulamaya koyarak tasarladığı bir senaryodan ibarettir!


Norveç’in başkenti Oslo’da 25-29 Mayıs tarihlernde düzenlenecek 55. Eurovizyon Şarkı Yarışması’nda ülkemizi temsil edecek olan Manga grubu seslendireceği "We Could Be The Same - (Aynı Olabiliriz)" adlı İngilizce şarkısı üzerinde bizim de sorgulamamız olacaktır... Zira bunu kendimizde en doğal hak olarak görüyoruz! Çünkü bu yarışmaya, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni temsilen gidiliyor!!! Türkiye Cumhuriyeti Devleti demek, Türk ulusunun temsiliyeti anlamına gelmektedir! Türk ulusu demek ise Türkçe dili demektir! O halde hangi hakla, bu grup, temsil ettiği ülkenin halkını aşağılarcasına İngilizce şarkı söyleme cüretini gösterebiliyor?! Bizim dilimize ne oldu? Söylerken hangi ruha hitap ediliyor? Bu şekilde kimlere yaranılmaya çalışılıyor? Oralarda önemli olan temsiliyet mi? Yoksa birilerinin arzusu doğrultusunda, yine birilerine bir mesaj verme gayreti mi sergileniyor? Amaç uluslararası alanda bir milleti temsil etmek değil midir? Üstelik bu tür yarışmalarda, bireysellik değil, devletlerin temsiliyetleri söz konusudur!

Bu düşünceyle hareket ederek, Büyük Önder Atatürk'ün kendi öz kimliğimize verdiği değeri hatırlatan ve bunları gururla taşıyan bir anısını buradan aktarmak isterim:


"Ölümünden 8 ay önce, Bursa Belediyesi tarafından Atatürk’ün onuruna verilen balodayız… Balonun şahitlerinden araştırmacı Nazif Tepedenlioğlu’nun yazısına göre, Atatürk o gece çok mutluydu… "Vals" yaptı, "Zeybek" oynadı ve çok sevdiği ata sporu "Güreş" izledi.

Yani bu Son Balo’nun davetlileri, Atatürk’ü modern dünya dansı valsle, öz kültürü zeybeği birlikte oynarken görüyorlardı…

O’nu sadece resimleri ve heykelleriyle değil, sanat ve kültür, yani insan boyutuyla algılamayı tercih ettiğimiz, Türkiye’de ilk kez yapılan belgesel nitelikli bu kısa filmde, biz de Atatürk’e vals yaptırdık, zeybek oynattık, güreş seyrettirdik. Hem de Bursa’da balonun yaşandığı gerçek mekanda…

Amacımız: Osmanlı’dan sonra topraklarımıza yerleşen emperyalist ülkelerin işgaline karşı, kurtuluş yıllarımızın birlik ruhunu bugüne taşımak olduğu gibi, diğer taraftan da Atatürk’ün hem batılı, hem yerel yanını işaret ederken, Savi Yaver Ataman’ı dinledikten sonra; "bu sazın bağrında bir milletin kültürü yatıyor" dediği ve Selim Sırrı Tarcan’ı zeybek oynarken izleyip; "batının valsi gibi işte bizim salon dansımız" ifadelerinde hissedilen kültür ve sanata olan bakışını aktarmaktı…

Mayıs 2008, Sümer EZGÜ"


Söz konusu yarışmaya kendi dilimizle değil de İngilizce şarkı ile katılmamız bizler için onur kırıcı bir davranıştır! Bu durumu şiddetle eleştiriyor ve kınıyorum; ayrıca yapılanın tamamıyla ruhumuza "aşağılık duygusu, sömürge ruhu" hisleri uyandırdığının altını bir kez daha çizerek belirtmek istiyorum! Zira başka türlü düşünmemiz için ortada bir gerekçe var mı?

Sevgi ve saygılarımla

20 Mayıs 2010 Perşembe

Bayram Coşkumuz "Karnaval"a Dönüşürken














"Böcek olmayı kabullenenler, ezilince şikayet etmemelidirler."



19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı... Şüphesiz ulus olarak mutlu bir bayramın sevinç ve coşkusunu yaşamayı ruhumuzda hissediyoruz. En önemlisi de bu kıvançlı günü caddelerde, sokaklarda hatta büyük alışveriş merkezlerinde hissetmek, bayramı, şölen havasına büründürüyor... Hâl böyle olunca da her fırsatta dile getirmeye çalıştığım korkunç bir durumu tekrar buradan paylaşmak istiyorum:


Bayram günü Korupark Alışveriş Merkezi'nde gezinmekteyim... Ancak müthiş heyecan ve hareket duygusu içeren yabancı dilde bir müzikle minicik çocuklar, sahnenin orta yerinde "ponpon kızlar"ı aratmayacak şekilde gösteri yapıyorlar... İnsanlar, bu çocukların etrafını çevirerek, kimi görüntü alma peşinde, kimi ilgi ve merakla izleme gayreti gösteriyor... İyi de benim içim niye "cızz" ediyor?! Niçin yüzüm asılarak, ruhumda bayram coşkusunu gölgeleyen bir burukluk oluşuyor! Zira gerçek yüzüme bir anda tokat gibi çarpıyor da ondan!!! Millî bayramın coşkusu yerini çocuklarımıza yabancı kültürün aşılanarak, kimliğinden arınması anlamına geliyor da ondan!


Evet; çocuklarımız artık ne yazık ki kendi öz benliğinden uzak, başkalarının kültürüyle coşup eğlenir durumdalar... Üstelik de duyduklarını anlayamadan; ve kulaklarının duydukları karşısında bilinçsiz bir karmaşayla sorgulamadan uzak, bir gürültü kirliliğiyle ruhları, yıkanmaya teslim edilmiş vaziyette... Bu gidişe "DUR" diyecek kimse yok mu? Çocuklarımıza karşı yapılan bu "ihanet"in önüne geçecek bir engel oluşturulamayacak mı?


Öte yandan bu yaştaki çocukları, bu türden gösterilere alet ederek belki bilnçsizce sisteme uyarak da olsa amaçlanan, geleceğe "konu manken"i mi yetiştirmek, yoksa tribünlere "ponpon kızlar" olarak mı hazırlamak endişesini ne yazık ki henüz algılayamayacak kadar da bilinçsiz bir noktadayız. Zira bu duygularla öne çıkarılan çocuklardan artık geleceğe dair ne beklemek gerekiyor?..


Yaptıkları sözde gösterilerle, amaçsız ve bilinçsizce ve üstelik hoyratça kullanılan çocuklarımıza gösterilen yakın ilginin getireceği neticeye "olumlu" bakmak, tamamıyla hayalperestlikten öteye geçemeyecektir! Ruhları, kapitalizme ve görselliğe teslim edilen bu çocuklarımıza, acıyarak ve buruk bir şekilde bakmamın ötesinde, bayramın coşkusunu kimliğimizden uzak anlayışla kutlayanları görmek, gerçekten yüreğimi acıya boğuyor!..



Büyük Atatürk, bizlere bu bayramları bırakırken her şeyiyle gurur duyacağımız bir coşkuyu, nesileden nesile aktarmamızı arzuladığını düşünmek, olayı daha da vahim kılıyor! Demek ki "aslımızı inkar" eder noktaya geldiğimiz gibi, "özümüzden utanır" konuma da hızla sürükleniyoruz!!! Yani "kabuğunu beğenmeyen tosbağa" misali demekten öteye geçemeyeceğiz!!! Yanılıyor ya da abarttığımı düşünenler için, bir hatırlatmam olacak:


Lütfen, kafanızı kaldırın; ve etrafınıza şöyle bir bakınız! Ne görüyosunuz?!.. Hemen bir düşünürün sözünü de izninizle ilave edebilir miyim? "Ne gördüğümüz, büyük ölçüde ne için baktığımıza bağlıdır."

Sevgi ve saygılarımla!

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Anadolu'ya Kulak Ver

















"Millî sınırlar içinde VATAN bir bütündür PARÇALANAMAZ!" 23 Temmuz 1919 Ezurum Kongresi kararı, 1. Madde


Yoksul ve Yorgun Düşmüş Bir Halka Destan Yazdıran Lider...


Memleket işgal altında, ordusu terhis edilmiş, silahları teslim alınmış, limanlarına el konulmuş, bütün haberleşme sistemi düşman eline geçmiş; millet perişan, yorgun ve yoksul düşmüş... Ülkeyi yönetenler ise,

"kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlar. Saltanat, Hilâfet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceği hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa'nın başkanlığındaki hükümet âciz, haysiyetsiz ve korkak. Yalnız, padişahın iradesine boyun eğmekte ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecekleri herhangi bir duruma razı..." Nutuk


İşte böylesi bir durumda olan halka destan yazdıran eşsiz Önder Mustafa Kemal ATATÜRK...


"Acı işgal günlerinde, önemli devlet adamlarının da hazır bulundukları toplantıda herkes, Türkiye'nin düştüğü acıklı duruma kendisine göre bir çare arıyor; Amerikan, İngiliz himayesinden dem vuruluyordu. Bir aralık, Mustafa Kemal Paşa'ya da sordular. Atatürk, şu kısa yanıtı verdi:

"Efendiler, hepiniz konuştunuz, arzularınızı beyan ettiniz ve birbirinize sordunuz, hepinizi dinledik. Fakat ... Anadolu'ya bir şey sordunuz mu? Anadolu'yu dinlediniz mi? O na da soralım, bir de onu dinleyelim efendiler!" Atatürk'le Anılar


19 Mayıs 1919'da Osmanlı'nın küllerinden, tam Bağımsız Modern Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kurmak için yedi düvele karşı Kurtuluş Savaşı'nı başlatan; ve tüm dünyanın kendisine hayranlık uyandırdığı eşsiz lider, Türk milleti senin gibi bir öndere sahip olduğu için ne kadar gurur duysa azdır. Yaptıklarınla, geride bıraktıklarınla hâlâ Türkiye Cumhuriyeti bağımsız, güçlü ve asil bir devlet olarak varlığını sürdürebiliyorsa bunu sana borçluyuz. Ve bu kudretimizi sürdürebilecek azmi yine senin söyleminle DAMARLARIMIZDAKİ ASİL KANDAN alıyoruz... Ne Mutlu Türküm Diyene!


19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı Yüce Türk Milletine Kutlu Olsun!

Sevgi ve saygılarımla!

16 Mayıs 2010 Pazar

Söz Savunmanın!












"Uşağım bile olsa, yanlışlarımı düzelten efendim olur." Johann Wolfgang von Goethe



Geçtiğimiz haftalarda bir televizyon kanalında izlediğim haberle, bugün izninizle yazıma konu edinmek isterim. Zira habere göre geçimlerini hırsızlık ve dolandırıcılıktan sağladıklarını anlatan kadın, ''Ne yapayım bizim geçimimiz hırsızlıktan. Hırsızlık yapar, krallar gibi yaşarım. Giderim Ankara ve İstanbul'a, vururum vurgunu, gelirim evime krallar gibi yerim. Onlar da soyulmasınlar. Bizim uyuşturucuyla işimiz olmaz. Allah uyuşturucuyu bizden uzak etsin'' diye feryat ediyor...


İnanılır gibi değil!.. Ezeldan beri hırsızlığın yüz kızartıcı bir "suç" olduğunu hepimiz biliriz! Doğal olarak da bu suçu işlemek hem yasalar önünde, hem de toplumsal bazda çeşitli yaptırımlarla karşılanır. Ne bileyim, kimse çıkıp da "ben hırsızlık yaparım, geçimimi bundan temin ederim" gibi söylemlerde normal şartlarda bulunmaz. Hatta afet zamanlarında bile toplum bunu kabul etmediği gibi, bunu yapanlara karşı neredeyse büyük bir öfke birikimiyle anında cezalandırmaya yönelir... Peki bu şaşırtıcı açıklamayı kameralar karşısında neredeyse "gurur"la ifşa etmenin arkasında yatan gerekçe ne olabilir?


Vallahi toplumun bu kadar vahim bir noktya ulaşması, akıl alır gibi değil... Zira neredeyse "ölümü gösterip sıtmaya razı etmek" anlayışının kabul görür noktasına geldik... Yani "uyuşturucu" suçu karşısında, "hırsızlık" meslek olarak ortaya atılıyor. Bu durumu gören çocuklarımız, gençlerimiz ve ekonomik sıkıntı yaşayan halkımız acaba ne der ve ne düşünürler?!..


Bu haberi okuyanlar ve görüntüleri izleyenler "güleriz ağlanacak halimize" misali bol bol güldüler!!! Şaşkınlık dolu, bu ibret verici görüntüler karşısında ne bileyim ben de gülmekten kendimi alamadım!.. Hakikaten Cono Aşireti mensubu bu kadının hakkını da kendisine teslim etmek gerekir; zira vatandaşlara da kendince "namuslu" bir davranışla hatırlatma yapıyor; "onlar da soyulmasınlar!" Helâl olsun!.. Ne diyelim "onlar da soyulmasınlar" :)

Sözün kısası, aslını inkâr eden haramzadedir...

Sevgi ve saygılarımla!

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Eyvah!.. Biri Bizi Gözetliyor!
















"Başkalarının mutluluğundan kendine pay çıkaran insan, en mutlu insandır." Goethe



"Dünyada gördüklerimizin doğruluğunu, yanlışlığını anlamak için doğruyu gösteren bir araç olması gerek; bu aracın doğruluğunu anlamak için de bir araç: Gel de çık bu işin içinden!.. Madem duyularımız, kendileri kesin, olmadıkları için, sorunumuzu kesin olarak çözemezler, öyleyse akla başvurmalı diyeceksiniz; ama hiçbir akıl da başka bir akıl olmadan ortaya çıkmaz: Döndük mü yine gerisin geri?" Montaigne / Denemeler


Dünyanın hemen her yerinde insanların özgürlüğü (!) için adımlar atılırken, diğer taraftan gelişen teknoloji ile birlikte neredeyse insanın özgür yaşam alanları yok denilecek kadar daralmaya mahkum ediliyor... Zira bu gelişmelerin başlangıcı magazin dünyasıyla baş göstermiştir. Öte yandan düşüncelerimizin yeterince söylemlerimizle uyuşmaması ve gerçek anlamda erdemden nasip almayışımızdan kaynaklanmaktadır...


Ahlâki ve vicdani değerlerin hızla çöküş yaşandığı bir dönemin içerisindeyiz. Akabinde millî ve manevi değerlerin tahribata uğramasıyla, gerçek anlamda sosyolojik bir çözülme yaşanılması kaçınılmaz bir gerçek olacaktır. Zira unutulmamalıdır ki Türkiye son 30 yıl içerisinde değer yargılarını neredeyse kaybeder oldu. Bu süreç, dünyada bizden çok daha evvel başladığı kesin. Bugün bu değer yargılarımızın çok büyük ölçüde tahribata uğramasındaki en büyük etken şüphesiz televizyonlarla başladı... Ahlaksız tekliflerin havada uçuştuğu Binbir Gece, Aşk-ı Memnu gibi diziler sayesinde toplumun büyük kısmı ekran başına toplanıp, neredeyse kendi hayatlarını da belki gözden geçirir konuma geldiler...


Evet; insanların, her şeyin üzerinde olması lâzım gelen bir de özel hayatı var değil mi?.. Özel hayat dediğimizde aslında akan sular durur... Zira kişinin kimseyi ilgilendirmeyen ve mahremiyet diye saydığımız, kişiye özel yaşamın alanları bizi diğer canlılardan ayıran ahlâkî de sayalabilecek değerlerin başında gelir. Ve bu özel hayatın mahremiyetinin sınırlarını şüphesiz ki kişilerin kendisi belirleyecektir. Ancak gelin görün ki bu alan, kimi zaman "paparazi" adıyla deşifre ediliyor, kimi zaman da yasa dışı yollarla kişinin haberi olmaksızın yaşamı uluorta hayasızca ifşa ediliyor... Bu durumu daha iyi algılayabilmek için, şöyle geçmişe uzanırsak, İngiltere Prensesi Leydi Diana, gönül macerası yaşadığı Dodi al-Fayed'le kendilerini takip eden paparazilerden kaçmaya çalışırken, trafik kazasına kurban gittiklerini hatırlatabiliriz...


Demek oluyor ki birilerinin özel hayatını, yine kimseyi ilgilendirmeyecek insanlara deşifre edeceğiz derken, başkalarının şerefleri, haysiyetleri, mahremiyet anlayışları fütursuzca yok sayılabiliyor! Ee, o zaman nerede kaldı insana duyulan saygı, ahlâk, izan, vicdan... Oysa yasalarla da koruma altına alınan, kişinin özel hayat anlayışı, şimdilerde ayaklar altında sürünüyor... Tabii ki de bu anlayış, kişilerde merak uyandırma ve ilgiyle; önce paparazi-magazin ayağıyla, televizyon dizileri ve sözde yarışmalarla sürdürülürken, devamı kontrolsüz bir noktaya ulaştı!


Öte yandan insanın özel hayatının gizliliğine saygı duyulmalı diyerek, kendi kendimize sözler verip, yapılanların "ayıp" olduğunu söylemekten geri durmuyorsak da aslında, çoğumuz bu kaideyi sadece dilden onaylıyabiliyoruz. Nasıl derseniz, bakınız internet ortamına herhangi bir kişinin özel görüntülerini koyan sitelerin, çoğu zaman "tıklanma" rekoru kırdığına tanıklık ediyoruz değil mi? Güzel; o halde bilgisayar başında kaçımızın "yok canım, bu görüntüler beni ilgilendirmiyor, izlemekten de hicap duyarım" dediği oluyor?.. Ve bu görüntülere bakmakla "suç" işlediğimizi kabul etmeye, kaçımızın yüreği yetiyor dersiniz? Yine "çocuk pornosu" ne kadar yasal suçsa, onu izlemekte bir o kadar suç sayıldığını bilmiyor muyuz? Demek oluyor ki kişinin önce düşüncesinin düzgün olması gerekiyor! İşte bu yönümüzün bozulmaması, irademizin sağlam kalması, gerçekten erdemli olmanın ta kendisi olarak ortaya çıkacaktır.


Peki biz bunu niye yazıyoruz derseniz; işte söylemlerimizdeki onurlu ve asil duruş düşüncelerimize ne yazık ki yansımıyor... Öyle olmasaydı başkalarının özel hayatlarını kapsayan görüntülere tenezzül edip de bakmazdık bile... Zira bu merakımız, tıpkı gizli kapalı, kapının anahtar deliğinden birini takip etmemize benziyor... Öte yandan aslında yine toplum olarak "biri bizi gözetliyor" adıyla kameralara yansıyan insanların yaşamlarına merak salıp da, ekran başından kavga dövüş kişileri izlemedik mi? İşte o andan itibaren ruhumuzda ve düşüncelerimizdeki soyluluğumuzu kaybetmiş olduk. Toplum adeta birbirini gözetlemekten zevk alır durumuna düştü; ki bu olayda gencecik bir evlat yok yere yaşamını yitirdi (Semra kaynana)... Hatta onların üzerinden, kendi hayatlarını unuturcasına, bir tartışma başlatmayı durumdan vazife saydılar.


Kısaca bu yapılanların özünde, "DEDİKODU"dan başka bir şey olmadığının farkında bile değiller! Ama olsun; bu iş, amiyane tabirle, "dedikodu baldan tatlıdır" anlayışı etrafında insanları "belden aşağı vurma" yarışına soktu... Oysa ki bu gidiş, hiç iyi bir gidiş değil... Ve bu anlayış bütün toplumun içine yayılırsa, artık oradan hayır gelmez!!!


Sevgi ve saygılarımla!

9 Mayıs 2010 Pazar

Türk Milletinden Şehit Analarına Selam Olsun!














"İki şey var ancak ölümle unutulur, anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü" Nazım Hikmet


Bizi hayata hazırlayan, sevgi ve şefkati karşılık beklemeden cömertçe sunan annelere...


Onlar, bugün sevinç ve gururla çocuklarının varlıklarını hissetmenin mutluluğunu şüphesiz ki hakederek yaşıyor olacaklardır... Zira bu anlamlı günlerini yürekten paylaşıyor sonsuz şefkat ve sevgilerine minnettar olduğumuzu bütün annelere, buradan belirtmek isterim.


Ancak madem bugünü, haklarını ödeyemeyeceğimiz fedakar annelere ayırıyoruz, o vakit acı bir gerçeği de paylaşmadan geçemeyeceğim:

Sayılarını artık sayamadığımız "vatan sağolsun" nidalarıyla kara topraklara verdiğimiz ve hâlâ da vermeye devam ettiğimiz vatan evlatlarımızın, yürekleri dağlı, gözleri yaşlı fedakar şehit analarımızın haklarını nasıl ödeyeceğiz? Bugün, mutlu mutlu çocuklarıyla sarmaş dolaş olan annelerin yanısıra, bir köşede "ateş düştüğü yeri yakar" anlayışını hakim kılmak isteyen duyarsız basın yayın organları mı onların evlat acılarını dindirecek?.. Yoksa kendinden geçercesine o kanal benim, bu kanal senin sütüdyo sütüdyo dolaşıp "vur patlasın çal oynasın" bilinçsizlğiyle oynayarak sahte mutluluğu yaratan kişiler mi?..


Şehit düşen "MEHMETÇİK"lerin anısına, bu yürekli, kahraman şehit annelerimizin öpülesi ellerinden, milyonlarca kez SAYGI ve MİNNET duygularıyla öpüyor, onların, acılarını yürekten paylaşıyorum!!! Biliniz ki bu millet size çok şey borçlu..!


Sevgi ve saygılarımla!

6 Mayıs 2010 Perşembe

Türk'üm, Doğruyum, Çalışkanım...















"Eğer bende bazı fevkaladelikler görüyor, buluyorsanız, bunları sadece ve yanlız Türk olmama Türklüğüme bağlayınız." Atatürk



Batılı emperyalist güçlerin boğmak istediği TÜRKLER...

Anadolu'yu Türklerden arındırmak isteyen Haçlı emperyalist güçler...


Evet, çocukluğumuzda hemen hepimizin okuduğu, filmlerine gittiği Tarkan efsanesini hatırlayarak izninizle konumuza değinmek isterim...


Hani şu deri kıyafeti, deri çizmeleri, bilekliği, kemeri ve kolyesiyle yanından hiç ayırmadığı tek dostu KURT olan TARKAN. Ne bileyim atının üzerinde oku-yayı, kılıcıyla; Bizanslıların amansız düşmanı ve bizim hafızalarımıza geçen Türk kahramanı TARKAN. Diğer tarafatan Malkoçoğlu gibi "Şanlı Türk milleti"nin birer kahramanları olarak hafızalarımıza yerleşmiştir. Zira bu gibi film ve çizgi romanlarla milliyetçi duyguların çocuklara aşılanması hiç de yabana atılacak şeyler değildi!..


Hürriyet Gazetesi'nin usta çizeri Sezgin BURAK'ın günlük Tarkan serileri olurdu. İşte daha okuma-yazma bilmezken, sevgili annemin kucağında, onun, yüksek sesle okuyup benim de resimlerini takip ettiğim Tarkan... Ardından okul çağında büyük bir heyecanla aldığım, "Milliyet Çocuk Dergisi" ile yabancı klasik çizgi romanları (Tenten gibi) yer alırdı. Öte yandan hafızama resimleriyle kayıtlı olan Tarkan'ı, bu defa okuyan halimle Tercüman Çocuk'ta bulduğum için büyük bir mutluluk yaşardım. İşte böylece ilk milliyetçilik duygularımız, yavaş yavaş beyinlerimize yerleşmiş oldu...


Bugün ise çocuklarımız tamamen Batılı güçlerin yarattığı "kahraman"ların ne yazık ki etkisi altında yetişmekteler. Hemen canlı örnek olarak gördüğünüz bir çocuğa sorun bakalım; kimleri sıralayacaklar!!! Zaten kız çocuklarımızın hayallerini süsleyen "sindi- barbi" bebekler artık aileden biri sayılır...


Neyse biz Tarkan'dan söz etmeye devam edelim. Tarkan’dan bahsedince insanın aklına hemen kurt geliyor. Çizgi roman ve sinema tarihimize de özdeşleşmiş olan kurt; biz Türkler için ayrı bir önem taşıyor. Zira efsaneye göre bizler kurt’un çocuklarıyız. Mesela Asena efsanesi... Türk göçebe kavimlerinin bu öyküsü, efsaneye göre Çin kaynakları tarafından ve Bugut yazıtı diye bilinen Türklerin atalarını dişi bir kurtun emzirmesini anlatır.


“Türkler komşu bir devlet tarafından yenilirler ve on yaşında bir oğlan çocuğu dışında tüm kavim öldürülür. Hiçbir asker bu çocuğu öldürmek istemez. Çözümü ayaklarını kesip sazlarla örtülü bir bataklığa atmakta bulurlar. Bu bataklıkta çocuğu bulan bir dişi kurt onu etlerle besler. Çocuk böylece büyür ve dişi kurtla birleşir. Kurt hamile kalır. Çocuğun hala yaşadığını öğrenen kral adamlarını çocuğu öldürmeleri için gönderir. Çocuğun yanında bir kurt olduğunu gören askerler kurdu da öldürmek isterler. Ama kurt Turfan’ın kuzeyinde bulunan yüksek bir dağa kaçar. Bu dağda bir mağaraya sığınır, mağarada etrafında, sık otlarla örtülü dümdüz bir ova bulunmaktadır. Burada kurdun on tane erkek çocuğu olur. Bu çocuklar büyüyünce dışardan kızlarla evlenirler, böylece soyları çoğalır. Bunların çocukları birer soyadı seçer ve biri de Asena’dır. Jean-Poul Roux, Orta Asya, s.130-131"


Haçlı emperyalistlerin ezelden bu yana kıskacı altında ezilmeye, horlanmaya ve yok edilmeye çalışılan Türklerin varlığı, 1919'da Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün Anadolu'ya bir güneş gibi doğmasıyla yeniden yeşermiştir! Bu güneş hiç batmamak üzere sonsuza kadar Müslüman Türk coğrafyasını aydınlatıp, ısıtması ümidiyle 3 Mayıs Türkçülük Bayramı Kutlu ve mutlu olsun!


Sevgi ve saygılarımla!

2 Mayıs 2010 Pazar

Giden Gelmiyor Acep Ne İştir














"Milli benliğini bilmeyen milletler başka milletlere yem olurlar." ATATÜRK





Havada bulut yok bu ne dumandır
Mahlede ölüm yok bu ne şivandır
Bu yemen elleri ne de yamandır

...

Muş'tan Yemen'e giden askerlerimiz için Büyük Önder Atatürk, "Anadolu çocuklarının ne işleri vardı yemen çöllerinde?" dediği söylenilir... Ve hem çok sevdiği, hem de gözyaşlarını tutamadığı bu türkünün sözlerinde; yöre halkının yaşam biçimi, acıları ve sevgileriyle birlikte işgal yıllarının çilesi ile birleşen vatan sevgisi bulunmaktadır. Zira Muşlu gençlerimiz "ölürsek şehit kalırsak gazi oluruz" diyerek Yemen yolarına asker olarak gitmişlerdir. Ancak Yemen, Müslüman toprağı olmasına rağmen burada Yemenliler, İngilizlerle işbirliği yaparak, Osmanlıyı arkadan vurdular. Nihayet gidenlerin hemen hepsi orada ŞEHİT düşmüştür.


Peki bu türkümüzün konuyla ne alakası olabilir derseniz, bakınız millî duygularımızın hasıl olduğu bir illimiz olan MUŞ ve yöre halkımız -o zamanın koşullarına rağmen- neredeyse dönüşünün olmayacağını bile bile şehit olmaya gidiyor! Kime karşı gidiyor? İngilizlere karşı... Cephede kiminle omuz omuza savaşıyor? Türk-Kürt ayırt etmeksizin bir ülkü için savaşıyor... yani Anadolu topraklarının evlatları beraberce, tek yürek halinde düşmana karşı kutsal saydığı değerleri uğruna şehit oluyor!!!


Evet, bugün sıra sıra şehitlerimizi toprağa veriyoruz!.. Nerede veriyoruz? Anadolu toprakları üzerinde! Yani kendi topraklarımızda... Kime karşı veriyoruz? Sinsi, hain ve alçakça saldırılara karşı... Bu sinsi plânların arkasında kimler var? Tabii ki de değişmeyen -ezeli düşmanlarımız olan- malum güçler var... Kimleri kullanıyorlar?.. O zaman Arapları kullandılar! Bugün kullanmaya çalıştıkları ise...


Plân aynı plân da, anlaşılması güç olan, üzerine halk arasında "şivan" da denen ağıtlar yakarak, evlatlarının, sevgililerinin acılarını birbirleriyle dertleşerek paylaşanlar; şimdi ne oldu da biribirine düşürülmek isteniyor? Dün berberce bu toprakları savunmadık mı? Beraberce ağıt yakıp - Yemen Türküsü'nde olduğu gibi- ağlamadık mı? Beraberce çile çekmedik mi? Beraber sevinip, beraber düğün yapmadık mı? Aynı yastığa baş koymadık mı? Aynı ellere kına yakmadık mı? Aynı safta durup, aynı kıbleye dönmedik mi? Aynı duaları etmedik mi?

Bu duygu ve düşüncelerle ŞEHİT evlatlarımıza Allah'tan rahmet, milletimize SABIR diliyorum! "VATAN SAĞOLSUN"


Sevgi ve Saygılarımla!