29 Ocak 2011 Cumartesi

İnsanlar... Bavullar...
















"Servetin toplandığı yerde insanlar ahlâkını yitirir." Alexander Pope


21 Milyar Dolar kişisel servetiyle Forbes dergisinin 2010'da "dünyanın en etkili üçüncü kişisi" olarak seçtiği Suudi Arabistan Kralı Abdullah, sırtından ameliyat için gittiği ve iki ay kaldığı New York'da hastaneyi, otelleri kapatan ve bavullar dolusu alışveriş yaparak aşırılıklarıyla Amerikalıları bile şaşırtmış.

26 Ocak 2011 tarihli Vatan'ın haberine göre, Kralın kafilesi altı tane jet kullanmış...


Bu haberi okuduğum zaman masallar diyarına gitmiş gibi hissettim kendimi. Zira öyle değil miydi masallarda krallar, padişahlar?


Yıl 2011... İnsanlar geçim derdi peşinde...

Bir lokma ekmek için çalışıp, didinip oradan oraya savrulup duruyorlar...


Ve ne yazık ki bir yandan halkının toprak ve ülke zenginliklerini kendisine ganimet görenler, orada burada fing atarken, bavul bavul ganimet taşıyıp, kimi zaman da kaçırarak...

Öte yandan açlık, sefalet ve yoksulluk altında ezilen halk da isyan ederek, canı pahasına sokaklara dökülüyor...


Evet; bir taraftan insanlar savruluyor;

Diğer taraftan da bavullar...

İnsanlar açlıktan...

Bavullar ganimet taşımaktan...

Bugün Tunus'tan başlayan ve giderek tüm İslâm coğrafyasını harekete geçiren bir halk ayaklanması söz konusu. Gencecik yaşta diplomalı çocuklar kendilerini yakıyorlar!!!

Ne için?

Bir lokma ekmek parası kazanabilmek ve onurluca yaşayabilmek için...

İyi de bu halkın sahip olduğu toprak zenginlikleri nerede?

İşte Kral Abdullahlar ortada!!! Zira halkın zenginliğinin üzerine oturarak, elin Hıristiyanıyla işbirliği içerisinde gününü gün edip zevki sefa sürüyor...

Bunu ben söylemiyorum... Elin Amerikalısı bile gördükleri karşısında dayanamayıp şaşkınlığını dile getiriyor...

E o zaman...

Biz de vicdanımızın sesine kulak veriyoruz...

Ve bir de Halid Ziya UŞAKLIGİL'den izninizle bir hatırlatma yaparak yazıyı tamamlayalım;

"İnsanlar tuhaftır! Fena bir şey yapmakta olduklarını hissedecek olurlarsa mutlaka en evvel vicdanlarını susturacak bir sebep bulurlar."

Galiba Kral Abdullahlar için bu söz... :)

Sevgi ve saygılarımla!



26 Ocak 2011 Çarşamba

Kıskançlık...














"Çoklukla övünmek sizi, kabirlere varıncaya (ölünceye) kadar oyaladı." Tekâsûr Sûresi, 1-2. Ayet




Yaşamak, insan olmak nedir?


Sade yaşamak, kendine yetmek, doğayla barışık olmak, paylaşmak... İşte bunlar insanlığın ortak duygusudur.

Kıskançlık ve sahiplenme duygusu...

Yalan, hile, dolandırmak ve doyumsuzluk...

İnsanın ruhunda oluşan kıskançlık ve açgözlülük olgularıyla birlikte ortaya çıkan gelişmeler...

İnsanlık daha çok bu kapsamda -kıskançlık ve açgözlülük etrafında- gelişen, "iyi" ve "kötü" neticeleri hep sorgulamaz mı?


İşte bu sorunun cevabını daha iyi anlayabilmek için şöylece etrafımıza bakmak yeterli olacaktır... Çemberi küçükten büyüğe (bireysel, toplumsal ve ülkesel anlamda) doğru genişletebiliriz... Yıkımlar, savaşlar, bedel ödemeler, hesaplaşmalar, kısır çekişmeler ve işlenen suçlar...

İnsanlık var olduğundan bu yana bu iki kavram, hep kendini gösterdi. Ve bu kavramlar üzerinden insan, ahlâkını ve vicdanını hem geliştirdi, hem de sorguladı.

Toplumsal ahlâki kavramların arasında, bu unsurları da aramak gerekmez mi?

Zira toplayın bakın; bu olgularla birlikte birçok kötülükler meydana gelir... Ve bir o kadar da, karşısında iyilik ve güzelliklerin oluşmasına sebebiyettir aslında.

Şimdilerde insanlık bu kavramların esareti altında can çekişiyor...


İnsanlık doğası gereği kendi bünyesinde oluşturup, barındırdığı; ama aynı zamanda da çoğu zaman ıslah edemediği bu duyguların cezasını hem çekiyor, hem de çektiriyor...

Ve yine insanlık, insanlığın bu duygularla başedecek diğer güzel yanlarının galip gelmesi için bir çıkış kapısı bulacağı günleri bekliyor...

Çünkü bu, insanlığın temel anlamda varoluş mücadelesidir!

Kıssadan hisse diyerek;

" Açgözlü ile Kıskanç

İki komşu, Jupiter'in huzuruna çıkarak ondan gönüllerindeki dileklerini yerine getirmesi için ricada bulundular. Bu komşulardan bir tanesi açgözlülükten, diğeri ise, kıskançlıktan ölmek üzereydi.

Jupiter, bu kötü hisleri için, onları cezalandırmak istedi ve kendilerine, her arzu ettiklerine sahip olacaklarını bildirdi. Ancak, şöyle ki: Her ikisinin dileği derhal yerine gelecek fakat komşusu, kendi dileğinin iki misline sahip olacaktı.

Açgözlü adam, derhal bir oda dolusu altın diledi. Daha dileyeli çok kısa zaman olmasına rağmen kendisini çok kötü hissetmeğe başladı, çünkü komşusu o kıymetli madenden tam iki odaya sahipti.Derken sıra, kıskanç adama geldi. Hele o, komşusunun, dünyanın nimetlerinden faydalanmasına asla razı değildi.

Bu sebeple, onu iki gözünden de edebilmesi için kendi gözlerinden birinin kör olmasını diledi."


Bilmem... Bu kısa hikayeden herkes kendi payına bir ders çıkarabilir mi acaba?

Sevgi ve saygılarımla!


22 Ocak 2011 Cumartesi

Yok Yok Bu Yetmez...
















"Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir. De ki; "Şüphesiz doğru yol, Allah'ın (gösterdiği) yoludur."Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların heva(arzu ve tutku)larına uyacak olursan, senin için Allah'tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı." Bakara Sûresi, 120. Ayet



"Önce Çam, Sonra Çan mı?" yazım ses getirdi...

Konuya ilişkin Haber Türk, dün itibariyle (21 ocak 2011) internet sayfasında anket açmış (Taksim Meydanı'ndaki dev metal ağaç kalsın mı, gitsin mi?)...


Tabii burada Haber Türk'ün gözden kaçırdığı bir ifadeyi de biz hatırlatalım; zira başlıkta "dev ağaç" ifadesi kullanılmış... İlginçtir; "çam" ifadesine yer verilmemiş...Ve hepimiz çok iyi biliyoruz ki çam ağacı, aynı zamanda "noel ağacı" olarak insanların beyinlerine kazındı... Doğal olarak da Hıristiyanlığın sembolüdür!!! Yine Haber Türk'ün haber üzerinde yapılan okuyucu yorumlarına bizzat ben de yorum yazmıştım; ama ne yazık ki yorumum yayınlanmadı...


Konu üzerinde bir notumu daha sizinle paylaşmayı uygun buluyorum; Beyaz Gazete'nin İHA kaynağıyla yayımladığı haber de "Şirket yetkili Avusturyalı Biga Luccia, "Bu bir Noel ağacı. Tamamı metalden yapılacak. Işık saçıyor ve reklam için kullanılacak" diye konuştu." ifadesi yer almaktaydı... Şirket yetkilileri, tarafıma uyarı notuyla birlikte Beyaz Gazete'yi de arayacaklarını belirtmişlerdi.


Nihayet dün Beyaz Gazete'nin 12 Ocak 2011 tarihli sayfasındaki konuya ilişkin şahıs ve demeci haberinden çıkardığını gördüm. Dolayısıyla ben de aynı şekilde ilgili şahıs ve demeci yazımdan kaldırdım. Bilgilerinize...



Taksim'de dikilen ve haberi haber yapan konunun ana vurgusu şüphesiz ki çam ağacı idi. Her şeye masum bakmamızı ve olayı "iyi niyet" içerisinde değerlendirmemizi isteyenlere bir kez daha sormak istiyorum;

Niçin çam ağacı?!

Zira ışıklandırılmış bir çam ağacının zihinlerde ilk uyandırdığı izlenim şüphesiz ki "noel ağacı"dır... Bunun böyle olmadığını kim iddia edebilir ki?..

Öte yandan Müslüman bir ülkenin diğer toplumlar gibi kaçınılmaz hassasiyetleri olduğu ortada... Hal böyle olunca da, bu izlenimi yaratmamak için, neden İstanbul'un doğal dokusuna uygun bir sembol kullanılmaz?!.. Mesela İstanbul'a çok yakışan erguvan...Veya ne bileyim ceviz, çınar, kayın, meşe filan.

Neden illa da çam?!


İstanbul Taksim Gezi Parkı gibi gözde bir yere, "noel ağacı"olduğu yönünde ayan beyan bir algılama olduğu bilinen bir Hıristiyanlık sembolünün, gözümüzün içine baka baka dikilmek istenmesi neyin nesi oluyor?!

Valla ne diyelim... Bundan sonra bu da yetmez; oldu olacak üzerine bir de "haç isteriz"...

Haberiniz ola... :)


Sevgi ve saygılarımla!


20 Ocak 2011 Perşembe

Bilgilendirme...



Söz konusu "Önce Çam, Sonra Çan mı?" başlıklı yazımla ilgili, ilgili firma yetkilisinin tarafıma yazdığı ve nihai telefon görüşmemden edindiğim bir uyarı notunu sizinle tekrar (ki aynı zamanda ilgili yazımın altına da not düştüm) buradan paylaşmak istedim. Saygılarımla!



Merhaba Tülay Hanım,

Biz haberin kaynağı olan ağacı projelendiren firmanın halkla ilişkiler ajansıyız daha öncede yazdığım gibi, o yüzden bizdeki bilgiler gerçek bilgiler ve demecine yer verilen kişi tamamen hayal ürünü… Haberi hangi tv kanalında gördüğünüzü belirtirseniz sevinirim, onlarla da irtibata geçmek isteriz. İlgili yazıdaki değişiklikleri yaparsanız çok seviniriz, okuyucunun yanlış bilgilendirilmesini ve yönlendirilmesini istemeyiz. Bu proje Beyoğlu Belediyesi’nin hayata geçirdiği bir proje… Dolayısıylaa hiçbir dini ya da siyasi görüşün simgesi kesinlikle değildir. Konuyu dikkatinize sunarım…

Saygılar

Bilgen Gülmez




Sayın Yetkili,

Haberin kaynağını öncelikle bir televizyon haber kanalının alt manşetinden öğrendim. Ve dikkatimi çeken bu haber üzerine daha sonra internet üzerinden araştırma yaptığımda Beyaz Gazete'den haberin devamı hakkında bilgi edindim. Ki, bu haberi kısmen sayfamda da aynen aktardım. İlgili haberin linkini aşağıda size iletmeyi ihmal etmek istemedim. Tabii sizin de haberin kaynağına mutlaka ulaştığınıza inanmaktayım... Saygılarımla, Tülay GÜRDAL

htmlhttp://www.beyazgazete.com/haber/2011/01/12/taksim-e-18-metrelik-metal-cam-agaci-yapiliyor.html




Sayın Gürdal,

Daha önce “Önce çam, sonra çan mı” başlıklı yazınızda geçen, halkla ilişkiler çalışmalarını yürüttüğümüz MK Illumination firmasının adının geçtiği haber yanlış bilgi ve isim içermektedir. İlgili haberi aşağıdaki linkten takip edebilirsiniz… Haberde yer alan “Biga Luccia” adındaki şahısın MK Illumination ile uzaktan yakından ilişkisi olmadığı gibi demeç veren böyle bir şahıs da ortada yoktur. Proje yılbaşı konseptli olmadığı gibi bütün bir yıl meydanı süsleyecek şekilde tanıtım amaçlı kullanılmaktadır. Ekte bilginize marka ve çalışma ile ilgili birebir firma tarafından hazırlanan bilgi ve görselleri dikkatinize gönderiyorum. Doğru bilgilerin yayınlanmasını önemle rica ederiz.

İyi çalışmalar…

http://tulaygurdal.blogspot.com/

Saygılarımla,

Bilgen Tabanlı Gülmez

NAR PR HALKLA İLİŞKİLER



18 Ocak 2011 Salı

Gerçekten "Maşallah"!














"Akıllı olmak da bir şey degil, mühim olan o aklı yerinde kullanmaktır." Descartes



"Brezilya dizilerinin yerini alan Türk dizileri 50 milyon dolar getirdi...

Dizi film ihracatının satış serüveninin bölüm başına 30-50 dolarlar ile başladığını anlatan Gülgen...

“Biz bir bakıma kültür ihracatı yapıyoruz” diyen Gülgen, “Ortadoğu’da neden Türk dizileri bu kadar çok tuttu?” sorusunun yanıtını şöyle verdi: 'Türk dizilerinin bu bölgelerde tutmasının önemli unsurlarından biri de kültür. Bugüne kadar Latin Amerika dizileri seyrettiklerinde arka planda kiliseleri görmüşler, bizim arka planda camileri görüyorlar. Dini içerik olduğu için söylemiyorum, ama kendilerini buluyorlar. Bizim dizilerdeki konuşmalarda bir maşallah, inşallah kelimelerini duyuyorlar, aynı kelimeleri kendileri de kullanıyor. Türkiye onlar için bir rol model ülke ve bu rol model ülkeyi daha çok tanımak istiyorlar.' " 16.01.2011, Vatan


Haberde "Brezilye dizilerinin yerini alan Türk dizileri..." diye bir ifade kullanılmış ya? İsterseniz biz bunun yerine şöyle bir ifade kullanarak söze başlayalım:

Dizilerin yerini almak ne kelime... Dizilerin bizzat kendisi olduk!!!

Haberin devamı neymiş efendim?

"Biz bir bakıma kültür ihracatı yapıyoruz"muş!!! Ah, sevsinler...

Ne kültür ne kültür!

Bakar mısınız lütfen; "kültür"ümüz diye böbürlenerek sahip çıktığımız şeyler arasında neler var?

Mesela, eşini, para karşışığında satmak var!!!
Çetenin hayatımıza girmesi... Güzel evler, yalılar, köşkler, son model arabalar... Işıltılı hayat ve alışveriş merkezleri... Bol keseden hesapsız harcanan paralar... Envai yemekler... Güzel, şık giysiler, mücevherler, uşaklar.

Ve para babaları...

Kısaca, üretmeden bol bol tüketmek!

Daha bilumum kimliksiz, kişiliksiz Batı özentisi içerisinde ahlâkın olmadığı renkli, heyecanlı, eğlenceli yaşam...


Şimdi bunların neresi bizim kültürümüzü yansıtıyor?

Neresi bizim aile kavramımızı anlatıyor?

Neresi ahlâkımız oluyor?

Ne imiş efendim, "arka planda camiler var"mış...

Aman aman... "Allah ile aldatmak" da bu olsa gerek. Arka planda asıl ulaşılmak istenilen, kilise, misyonerlik gibi Batı hayranlığı ve Batı düşkünlüğü gerçeğidir!

Ne yazık ki "cami", "maşallah", "inşallah" ile halkın gözü boyanıyor, beyinleri boşaltılıyor...

Ve bu sayede de asıl niyetler görülemez oldu. Çünkü, akıllarını kullanacak örnek model programlar ne yazık ki televizyonlarımızda yer almıyor.

Demek oluyor ki asıl perde arkasında yatan gerçek, Haçlı zihniyetin parasal destekleriyle uygulamaya koyduğu sözde televizyon dizileriyle, koskoca bir ulusun yeniden "şekillendiriliyor" ve "hizaya getiriliyor" olmasıdır.


Sözde bize ait olduğu söylenilen dizilerin (ki oyuncuları Türk diye bu diziler, bizim denilemez. Zira önemli olan, senaryoların nerede ve kimler tarafından hazırlandığıdır.) insanlarımıza ne verdiğine iyi bakmak gerekiyor... O halde bu diziler sayesinde geldiğimiz noktaya bir bakalım;


İnsanlarımızı dizilerle "sersem"e çevirdiler... Bu sayede ruhlar, teslim alındı!.. Duygular, kontrol altına alındı!.. Sevgi paraya teslim edildi!.. İnanç, şekilciliğe bağlanıyor!.. Kalpler, bencilliğe teslim edilerek içerisine kin, nefret tohumları ekiliyor!.. Kardeşi kardeşten ayıran etnik ayırımcılığın ince ince planları beyinlere yerleştirilmeye çalışılıyor!.. Değerlerimiz bir bir siliniyor!..


Kısaca toplumsal duyarlılığını kaybetmiş sorgulamadan uzak bir "güruh" meydana getirilmeye çalışılıyor!!!

Ne garip bir tesadüf... Dün Yugoslavya parçalanırken de aynı senaryolar gündemdeydi...

Bugün de Müslüman coğrafyaya yeniden şekil verilmek isteniyor!

Ve bu diziler sayesinde insanların beynini, inancını, dilini, dinini tek bir modele dönüştürmeyi hedefledikleri çok açık ortada...


"Yeni Dünya Düzenini en tepedekilerin kurguladığı bir düzendir. İstenen tek kültürlü, tek hukuklu, tek ordulu, tek bayraklı, tek dinli bir dünya devletidir.Bu devlet masonik bir yapı tarafından yönetilecektir.

Küresel çetenin mimarlarından David Rockefeller, şöyle özetliyor:

'Halkların kendilerini yönetme hakları, dünya bankerleri ve entellektüel elitin otoritesi altına girecektir. Temel ilkemiz budur!' " Banu Avar, Hangi Dünya Düzeni sf:26

Şimdi sormak isterim:

Bir yanda lüks hayat; öte yanda ihaleler, silahlar, raconlar, hesaplaşmalar, kızını pazarlayanlar ve tüm kirli işler... Bu mudur bizim kültürümüz?!


Netice itibariyle; bizi biz yapmaktan uzaklaştıran, toplumsal bağlarımızı zayıflatan, sorgulamadan uzak, kimliksizleştiren bu dizilerin neresi, bizi temsil ediyor ki, diğer Müslüman coğrafyanın Müslüman insanlarına da örnek olsun?!

Sevgi ve saygılarımla!

14 Ocak 2011 Cuma

Önce Çam, Sonra Çan mı?

















"Düşmanım dost olacağına, düşman olsun daha iyi." BİAS





"Taksim Gezi Parkı'nda reklam için kullanılmak üzere 18 metre uzunluğunda ve 6 metre genişliğinde metal çam ağacı yapılıyor.
Avusturyalı bir şirket tarafından yapılan metal çam ağacı, ışıklandırılarak reklamlar için kullanılacak. Metal çam ağacı, 8 günde tamamlanarak hafta sonu açılacak.

(...)

Metal çam ağacının yapımını şaşkın bakışlarla izleyen bazı vatandaşlardan, "Hiç güzel görünmüyor. Gerek yoktu" derken, bir vatandaş da, "Doğayı araçlaştırıyorlar. İnsanları araçlaştırıyorlar. Bu türşeylerden utanıyorum" dedi." Beyaz Gazete, 12 Ocak 2011 IHA



Batılıların sembollerle yatıp, sembollerle yaşadıkları gün gibi ortada. Onlar, sembollere çok önem veriyorlar... Zira bunu anlamak zor değil. Mesela izlediğimiz bütün Batı kaynaklı dizilerde ve filmlerde bunu çok rahat görebilmemiz mümkün. Onların tek ortak paydaları da bu olsa gerek... Bunun üzerinden dayanışma ve birliktelik sağladıkları için semboller onlar için "güç" kaynağı da diyebiliriz. Peki bunun konumuzla "ne alâkası var?" derseniz, çok alâkalı olduğunun altını çizmek isterim. Ayrıca bu sayede misyonerliği daha hızlı ve en yaygın şekilde sürdürebiliyorlar


Bundan kısa bir süre önce, Gazeteci Yazar Hulki CEVİZOĞLU köşesinde konuya ilişkin saydığım çarpıcı bir yazı yazmıştı. Zira yazısında, bizzat "gözlemlediği" resimlerini Burj Al Arab otelinin deniz cephesinden bakıldığında görülebilen dev haçın dikilmiş olduğuna dikkat çekiyor olmasıdır. Üstelik bahis konusu haçı diken kişi, yani "mimarı bir İngiliz’miş. Ülkesine döndükten sonra söylediği “ilk” söz, “Müslüman ülkeye dünyanın en büyük haçını diktim” olmuş.
(...)
Karadan ve yanlardan baktığınızda otel bir yelkene benziyor. Halkın görmediği deniz cephesinden bakınca gerçekten tam bir haç." H.C. Yeniçağ, 28 Kasım 2010


Konumuza tekrar dönecek olursak, "Taksim Gezi Parkına reklam kullanmak için 18 metrelik metal çam ağacı yapılıyor..." haberiyle ilgili değerlendirmeye devam edelim:

İstanbul Taksim Gezi Parkı gibi gözde bir yere, "noel ağacı" izlenimi veren bir Hıristiyanlık sembolünün gözümüzün içine baka baka dikilmek istenmesi, neyin nesi oluyor?" diye sorgulamak istiyorum!

Ama olsun; yine de bizi ayakta uyutarak (!) bir dizi kılıf mahiyetindeki beyanlarıyla halkımızı oyalama peşindeler işte. Neymiş efendim "reklam amaçlı"ymış!!! Hadi oradan...


Öte yandan evet, ortada gerçekten bir reklam var var olmasına da, ama bu reklam, hem dini anlamda, hem de haçlı sermayenin allanarak pullanarak milletimize yutturma anlamına gelen bir dizi kandırmacadan ibaret...


İyi de burası MÜSLÜMAN bir ülke!!! Biz Hıristiyan hiç değiliz ki onların adetleriyle yaşayalım! O halde bu durumda, ne zamandan beri noel ağacıyla insanlarımızı motive etmeye başladık diye sormazlar mı adama?!

İnanılır gibi değil...

İnsanın isyan edesi geliyor... Zira bu zihniyet değilmidir ki minareyi yasaklayan!
Bu zihniyet değilmidir ki kutsal değerlerimizi birbir aşağılamaya çalışan!

Görünen o ki... Kapitalizmle emperyalizm el ele vermiş, Müslüman kimliğini, haçlı kimliğine "büründürmek"yolunda ant içmiş!

E o zaman; perde önünde evliya, perde arkasında eşkiya kesilen zihniyetin bu yaptıkları faşizanca küstahlıklarını unutuyorlar ve kendi evimizde bizi yabancılaştırıyorlar...

Sonra da "dünyanın en büyük haçını Müslüman ülkeye diktim" diye övünerek haykıran zihniyetin bir kolu da, "İstanbul'a en büyük Noel ağacını diktim" diyerek, efelik taslamaya devam edecekler, öyle mi?!..

Bu davranıştan yola çıkarak anladığım yegane sonuç; insanlarımızı mümküm olduğunca önce kimliksizleştirmek, ardından da ruhunu ele geçirmek!


Sevgi ve saygılarımla!



NOT: Konuya ilişkin ilgili firmanın -20 Ocak 2011 tarihli- söz konusu beyanla ilgili şahısın, tamamen hayal ürünü olduğu yönündeki uyarılarını aynen buradan paylaşmak istiyorum. Saygılarımla, T. G.


Merhaba Tülay Hanım,

Biz haberin kaynağı olan ağacı projelendiren firmanın halkla ilişkiler ajansıyız daha öncede yazdığım gibi, o yüzden bizdeki bilgiler gerçek bilgiler ve demecine yer verilen kişi tamamen hayal ürünü… Haberi hangi tv kanalında gördüğünüzü belirtirseniz sevinirim, onlarla da irtibata geçmek isteriz. İlgili yazıdaki değişiklikleri yaparsanız çok seviniriz, okuyucunun yanlış bilgilendirilmesini ve yönlendirilmesini istemeyiz. Bu proje Beyoğlu Belediyesi’nin hayata geçirdiği bir proje… Dolayısıylaa hiçbir dini ya da siyasi görüşün simgesi kesinlikle değildir. Konuyu dikkatinize sunarım…

Saygılar

Bilgen Gülmez


Sayın Yetkili,

Haberin kaynağını öncelikle bir televizyon haber kanalının alt manşetinden öğrendim. Ve dikkatimi çeken bu haber üzerine daha sonra internet üzerinden araştırma yaptığımda Beyaz Gazete'den haberin devamı hakkında bilgi edindim. Ki, bu haberi kısmen sayfamda da aynen aktardım. İlgili haberin linkini aşağıda size iletmeyi ihmal etmek istemedim. Tabii sizin de haberin kaynağına mutlaka ulaştığınıza inanmaktayım... Saygılarımla, Tülay GÜRDAL


htmlhttp://www.beyazgazete.com/haber/2011/01/12/taksim-e-18-metrelik-metal-cam-agaci-yapiliyor.html


Sayın Gürdal,

Daha önce “Önce çam, sonra çan mı” başlıklı yazınızda geçen, halkla ilişkiler çalışmalarını yürüttüğümüz MK Illumination firmasının adının geçtiği haber yanlış bilgi ve isim içermektedir. İlgili haberi aşağıdaki linkten takip edebilirsiniz… Haberde yer alan “Biga Luccia” adındaki şahısın MK Illumination ile uzaktan yakından ilişkisi olmadığı gibi demeç veren böyle bir şahıs da ortada yoktur. Proje yılbaşı konseptli olmadığı gibi bütün bir yıl meydanı süsleyecek şekilde tanıtım amaçlı kullanılmaktadır. Ekte bilginize marka ve çalışma ile ilgili birebir firma tarafından hazırlanan bilgi ve görselleri dikkatinize gönderiyorum. Doğru bilgilerin yayınlanmasını önemle rica ederiz.

İyi çalışmalar…

http://tulaygurdal.blogspot.com/

Saygılarımla,

Bilgen Tabanlı Gülmez

NAR PR HALKLA İLİŞKİLER


11 Ocak 2011 Salı

Peki Ya Diğerleri?

















JAGUAR marka otomobil sahibi olan "Bilkent Üniversitesi Öğrenci Konseyi Başkanı Alper Yasin Altınel’e, üniversite yönetimi ateş püskürdü." Olaya tepkili olan özellikle üniversite yönetimi ve iyi mevkilere gelmiş mezunlar ve mevcut öğrenciler; "Bizi temsil etmiyor" diyerek tepkilerini dile getiriyor... Hürriyet, 09.01.2011


İnsanların idealleri paralarla değiştirilmeyecek kadar güçlüdür...

En azından gerçek idealistler için!

O yaştaki bir delikanlının jaguarı sorgulanıyorsa (ki babasının servetiyle edinilmiş olduğu ortada), İyi güzel de... Bence diğer seçilmiş halk temsilcilerinin de birer birer sorgulanması gerekmez mi?

Ve yine eğer o delikanlının öğrencileri temsil edemiyeceğini düşünüyorsak, o vakit seçilmiş diğer temsilcilerimizin de aynı koşullarda sorgulanmaya açık olduğu kaçınılmaz değil midir?...


Zira habere konu edilen olay, bir vicdan muhasebesinin sonucudur. Öyleyse o vicdanı daha da genişleterek olayı değerlendirmek gerektiğine inanmaktayım. Ve biliyorum ki vicdan, toplumsal olgular neticesinde yaşanmışlıkla kendiliğinden ortaya çıkar...


Demem o ki.. Bu şartlar altında seçilmiş temsilcilerin de halkı temsil et(me)diğini aynı kararlılıkla söyleyebilir miyiz?

Sevgi ve saygılarımla!

7 Ocak 2011 Cuma

"İdare-i Maslahat"














Osmanlıcadan gelen idare-i maslahat... Daha açıkcası Osmanlı'nın zaafiyete uğramasını bu cümleyle özetleyebiliriz. Zira bu ifade Osmanlı'nın yönetim biçimi olarak da algılanabilir... Yani, işleri şöyle böyle yönetmek gibi. Ortalığı telaşeye vermeden, derinlemesine tedbirden uzak, durumu idare etmektir idare-i maslahat.


Tempo Dergisi'nin haber ettiği ve ardından gazetelerde yer alan olay inanılır gibi değil denilecek cinsten... Gerçi artık yaşadığımız her bir olaya bakışımız, "inanılır gibi değil"lerle başlıyor ama...


Alın size bir inanılmaz haber daha...

Bilgi Üniversitesi'nde bir öğrencinin, bitirme tezi olarak okulda porno bir film çekimi ile günyüzüne çıkan olay; ve akbinde iki öğretim üyesi ve bir öğretim görevlisinin işine son verilmesiyle yaşanan gelişmeler... Buna ilave olarak, Matematik Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ali Nesin'in (ki kendileri Aziz NESİN'in oğlu oluyor), Bilgi Üniversitesi Yönetimi'ni istifaya çağırmasıyla devam eden gelişmeleri değerlendirmek isteriz.

"... Gerçek akademisyenlerin "veliler ne der" ya da "ekmek paramızdan olacağız" gibi kaygıları olamaz. Özümüze ihanet edeceğimize aç kalırız daha iyi!'' Ali NESİN 6 ocak 2011, Hürriyet


Şüphesiz ki üniversiteler, bilimsel anlamda aldığı kararları herhangi bir çıkara dayanarak geri çekmemeli ve şu ya da bu şekilde üzeri örtülmemelidir!!! Ama bir o kadar da saygınlığın, ahlakın düşürülmemesi gereken noktalar vardır. İşte bu durumda sormak isteriz:

Yaşanılan kepazeliğin neresi bilimsel?

Neresi insanlığa hizmet?

Neresi ÖZGÜRLÜK oluyor?

Ve Nesin'in fadelerinde "kendi özümüze ihanet etmektense..." diyor. Ama asıl bu kepazelik milletin özüne ihanet değil de nedir, diye sormazlar mı adama?

Ayrıca dünyanın hemen hiç bir üniversitesinde böyle bir teze yer verilebileceğini hiç zannetmiyorum!!! Bu rezaleti "bilimsel özgürlük" gibi kavramların içerisine yerleştirmek herhalde olsa olsa ahlak düşmanı "sapık" bir toplum yetiştirmeye niyetli, ruh hastalarına mahsus olsa gerek!!!

İnanılır gibi değil...

Rezalet hat safhada...

Neymiş efendim "bilimsel özgürlük"müş... Öyle mi?!.. Hadi oradan...

Ne diyor Ziya Paşa: "Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz"

E o zaman bizde bu sözden yola çıkarak Bilgi Üniversitesi'nin gelmiş olduğu noktayı bu ifadeyle anlatmak isteriz... Bilgi Üniversitesi, her şeyi bıraktı da "porno"nun bilimselliğine mi soyundu?!.. İnsanlığın temel ahlakını altüst etmekten öteye geçemeyen bu rezaletin açıklaması hiçbir şekilde kabul edilemez!!!

Öte yandan "Veliler ne der?" açıklamasına verilecek bir cevabımız var! Bırakınız velileri, toplum ve kamuoyu bu olaya ne der acaba? Zira toplumu ve toplum ahlakını yakından ilgilendiren her şeye bu kaygı ile bakılmalıdır!

Bu arada bu rezaleti sanat eseri gibi algılayanlar da varmış!

Pes valla!.. Sanatı, o ince ruhu bu rezalete bulaştırmak "sapla samanı birbirine karıştırmak"tan öteye geçemez. Kuzum bunun neresi sanat?!.. Kimi kandırıyorsunuz?!.. Bu rezaleti sanat kılıfına sokmak isteyenlere tam da bu noktada en güzel yanıtı Filozof Jean Jacques ROUSSEAU'nun konuya ilişkin düşüncesiyle vermek isterim:

"... sanatçı dediğimiz kişi; bilgelerin itibar gördüğü, eğlence meraklısı bir gençliğin zevkler içinde yaşadığı, insanların zevklerini kendilerini özgür kılan tiranlara feda ettikleri, erkek ve kadınların sırf birbirlerinin zevk duygularını karşılamak uğruna gösterdikleri cesaret için drama başyapıtlarını ve mucizevi müzik eserlerini sahipsiz bıraktıkları bir çağda ve ülkede dünyaya gelmek gibi bir talihsizlik yaşasa kendini kabul ettirmek için hangi yolu denerdi nazik beyler? Elbette o akıl almaz yeteneğini dönemin seviyesizliğine uydurmak amacıyla, hayranlık veren ölümsüz başyapıtlar ortaya koymak yerine dönemindeki insanların beğenisini toplayabilmek için son derece sıradan eserler üretirdi." Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev J. J. Rousseau


Demem o ki.. Sözde kendilerini "aydın", "sanatçı" kabul edenler, önce ortaya konulan yapıtlara şöyle bir baksınlar... Ve şimdi porno tezini bu sanatın neresinde görmemizi istiyorlar? Akabinde kendileri bunun neresinde yer alıyor?!

Öte yandan yoksa Rousseau'nun ileri sürdüğü gibi, "bilim ve sanatlardaki ilerlemeler ahlâkın ilerlemesine hiçbir şekilde katkı sunmaz" sonucunu Bilgi Üniversitesi'nin bu rezaletine mi bağlayalım?!

Sevgi ve saygılarımla!


4 Ocak 2011 Salı

"Yeni Bir Ülke Doğuyor" (!)



















Günlerden bir gün ormandaki toplantıda bütün hayvanlar bir araya gelmiş.
Konuşuyorlarmış.
Kendini beğenmiş bir ayı söze karışmış.
"Ben insanların dostuyum. Sırtlanlar gibi onların ölülerini yemem" diyerek böbürlenmiş.
Tilki bunu duyar da sözünü esirger mi?..
Hemen atılıp:
"Evet ölülerini yemezsin ama keşke ölülerini yesen de dirilerine dokunmasan. Herhalde böylesi daha iyidir. Değil mi?.." demiş.

Sudan'da Hıristiyan kesim ayrılmak için referanduma gidiyor...

"Dünya 2011 yılı ile birlikte yeni bir devletin doğuşuna hazırlanıyor. 2 milyon kişinin katledildiği iç savaştan sonra Kuzey ve Güney olarak ikiye ayrılan Sudan’da Güney kesimde yaşayan Hristiyan halk, referanduma gidiyor..." 02.01.2011, Vatan


Bu haberin içeriği, gerçekten hepimizi çok yakından ilgilendiriyor. Zira Batılı güçlerce ülkeler, çeşitli bahanelerle önce karıştırılıp ardından hiçbir şeyden "habersiz" gibi görünerek milletlerin bölünmesini sağlıyorlar. Hemen ardından da iç savaşlar kendisini baş gösteriyor... Bu sayede parçaladıkları milletlerin yeraltı ve yerüstü toprak zenginliklerini kontrolleri altına almayı başarıyorlar. Ve böylece de küresel zenginliklerine zenginlik kattıklarına, işte bu şekilde hep birlikte tanık oluyoruz...

Öte yandan hep bir çifte standart ortaya çıkıyor... Aynı toprakların kardeş insanlarını işlerine geldiği şekilde isterlerse ayırıyorlar; işlerine gelmezse birbirleriyle hiç âlâkası olmayan iki ayrı milleti birleştirmeye gidiyorlar!


Mesela Kıbrıs'ı ele alalım: Her bakımdan birbirleriyle hiç uyuşmayan iki ayrı toplumu ısrarla birleştirme yönünde baskıya maruz bırakmak ta neyin nesi oluyor?!.. Kuzey Kıbrıs Türk kesimi üzerinde uyguladıkları "ambargo" ile Güney Kıbrıs Rum kesimini birleştirmeye zorlanması bu düşüncemi açıkca doğrulamaz mı? Zira nasıl oluyor da dilleri, inançları, kültürleri, ırkları ayrı olan bu milletleri birleştirmeye çalışılır? Vallahi hiç anlayamıyorum! Zira istedikleri bu "birliktelik" tarihte defalarca uygulanmaya çalışıldı! Ama her dafesında ortalık kan gölüne döndü...

E o zaman, bu istekler ve dayatmalar kimin işine yarıyor diye sormadan geçemiyoruz!

Kıssadan hisse; durum çok vahim!.. Ve bir o kadar da millet olarak hepimizi yakından ilgilendiriyor! Yani hayat memat meselesi işte... Zira hesaplarında bizi de bölerek parçalamak var...

Oysa bir elmanın yarısı gibiyiz... Şayet elmanın doğal yapısı içerisinde bir yüzü kırmızı, diğer yüzü beyaz olma özelliği taşıyabiliyorsa...

O halde bizim de millet olarak temel noktada o kadar çok beraberliğimiz var ki... Ortada birbirimize düşecek önemli hiç bir sorun yok! Olamaz da! Birileri istiyor diye birbirimize "düşman" olmanın hiç birimize faydası olmayacağı gibi...

Demem o ki... Üzerimizde plânladıkları oyunun çok kirli ve çok acımasızca olduğunu farketmek için, daha ne olmalı?!..

Sevgi ve saygılarımla!


2 Ocak 2011 Pazar

Yeni Yeni Yepyeni...














"Boş bir kafa, şeytanın çalışma odasıdır" Eflatun





Bugün 2 Ocak 2011. Bu yılın ilk yazısını yazıyorum...

Hem bunun için, hem de geride bıraktığım 300 yazımın mutluluğunu sizlerle paylaşmanın heyecanıyla hepinize en güzel bir yıl geçirmenizi diliyorum.

Gerçek anlamda evrensel bir duygu başlığıyla "yeni yıl" denildiği zaman, sanki yaşamımızı sıfırlıyor ve hayatımızda yepyeni bir sayfa açılıyor hissiyle coşarız... Oysa bu "yeni"liği anlayabilmek, yani dünyada olup bitenleri, hemen yanıbaşımızdaki olayları farkedebilme, hatta kendi kimlik ve kişiliğimizi tahlil edebilmek için hiç şüphe duyulmasın ki okumak gerekiyor...

Yeni bir yıl...

"Yeni" sözü ve "yeni yıl" tanımlaması bize sanki geçmişte olanların bir daha tekrarlanmamasını çağrıştırıyor. Hâl böyle olunca da insan ister istemez yeni umutların ve yepyeni heyecanların beklentisiyle hayata sarılmak ister...


Öte yandan, yeni bir yıla girerken aslında diğerlerinden hiçbir farkı olmayan günlerin, sadece takvim üzerinden yola çıkılarak, zamanı, dilimlere ayırmakdan başka bir şey olmadığını hepimiz çok iyi biliyoruz zaten. Belki insanların kendilerine "eğlenmek" için yarattığı fırsatlardan birisi olarak da değerlendirebiliriz.


Ama asıl bundan sonrası için umutlarımızın, beklentilerimizin insanların eşit koşullarda yaşamlarını sürdürebilmeleri; ve en önemlisi de yaşamak için olmazsa olmazların üzerinden yola çıkarak, insanların birbirlerine karşı hesaplaştırılmayacak koşulların sağlanması yönünde, kalıcı adımların atılmasını görmek istememiz olmasıdır! Zira bu temel beklenti içerisinde, bütün herkes gibi yaşam mücadelesi veren insanların haklı istekleri arasında, "insanca yaşamak" talebi söz konusudur...


İşte bunu iyi anlamak için hayatı sorgulamamız gerekiyor... Evet bunu başarabilmemiz de "okumak"tan geçer...

Oysa bir dakika durup şöyle bir etrafınıza bakar mısınız lütfen?.. Kaçımız okuyoruz? Kaçımız olanı biteni sorguluyoruz? Hep varsa da yoksa da kendi "mutluluk"umuzun hesabı içerisine düşmüşüz... Bu şartlar altında her şey ne kadar yeni ve yepyeni olsa bile biz, hiç bir zaman bu "yeni"lerin "yeni"liğini doya doya yaşayamayız... Zira bir başkası mutsuz ve zor durumda iken, biz, nasıl mutlu olabiliriz ki?!..


Her yeni bir yıl için öncelikli dileklerimizin arasında, kişisel maddi zenginlikten öteye geçerek insanlık adına, ruhumuzu kucaklayan daha yüce duyguların benimsendiği ve paylaşımcılığın yer aldığı, her zemin ve her şartta herkese hakkaniyetin uygulandığı insanca yaşamayı düşleyelim!!!

Ve... 2011'den; herkes ama herkesin, "yeni yıl"ları kutlayarak, anlayarak yaşayacağı nice,

Yeni umutlar...

Yeni dostluklar...

Ve sımsıcak sevgiler getirmesi dileğiyle...


Sevgi ve saygılarımla!