31 Mart 2009 Salı

"1 Nisan" Nasıl Bir Şaka, Biliyor muyuz?















Toplum olarak Batı hayranlığını fazlasıyla kanıksadığımızı hesap edersek; bu doğrultuda Batı'nın bütün değerlerine de ayrıca bir sahiplenme peşinde olduğumuz, ne yazık ki acı bir gerçek olarak ortada. Bunların bir kısmına "evrensel" değerler diye yaklaşıp, ne olduğunu araştırmadan, "körü körüne" sahiplenmeyi bir ezber olarak algılıyorum. Zira gerek kültürel, gerekse farkında dahi olmadan dini misyonerliğin hedefinde olduğumuz bir aşınmayla, toplum olarak kimlik ve kişiliğimizden hergeçen gün hızla uzaklaşmaktayız. İşte bu sahiplenmelerden birisi de yıllarca "neden", "niçin" demeden "1 Nisan şakası" adıyla yediden yetmişe, bakınız nasıl bir gaflet uykusuna dalmışız:



"1 Nisanın Tarihçesi; 15. yüzyılın sonlarında, Haçlı ordusu Endülüs Müslümanlarının son kalesini kuşatır. Uzun süren bir kuşatma olmasına rağmen, kış aylarının da etkisiyle, kale korunabilmektedir. Durumun zorluğunu anlayan Haçlı ordusunun komutanı değişik taktikler düşünmektedir.
En sonunda 31 Mart gecesi Kalenin önüne giderek bir elinde Kur'an bir elinde İncil "Şu iki kitap üzerine yemin ederim ki, teslim olursanız bu akşam size bir şey yapmayacağım" der. Gerekli görüşmelerden sonra canlarının kurtarılması karşılığında Müslümanlar kaleyi teslim ederler.
Ertesi sabah, yani 1 Nisan sabahı, Haçlı ordusu komutanı bütün Müslümanların öldürülmesi için emir verir. Bunun üzerine Müslümanlar 'Yemin etmiştiniz, bize söz vermiştiniz' dediklerinde Haçlı ordusu komutanı "Benim sözüm size dün akşam içindi; bugün için size bir sözüm yoktur" diye cevap verir ve bütün Müslümanlar orada şehit edilir."
İşte o günden beri "1 Nisan" Hıristiyanlar arasında "Hile Günü" olarak kutlanmaktadır ve bu bir gelenek haline gelerek, günümüzde 1 Nisan Şakası olarak anılmaktadır.



Demek oluyor ki yaptığımız ve sahiplendiğimiz hiç bir şeyi araştırmıyor, nedenlerini sorgulamıyoruz. O halde, bunun anlamı şu oluyor; birilerine duyduğumuz hayranlığın bir takipçiliği ve taklitçiliği ile kendimizi "modernleşmiş" sayma yanılgısı içerisine düşüyoruz. İşte burada olduğu üzere masumane bir yaklaşımla baktığımız; çoğu özel günlerde olduğu gibi, yukarıda belirtilen gerekçeyi öğrendiğimde, hakikaten -bugüne kadar "1 Nisan"ı sahiplenmekle- oltaya düşmüş bir balık gibi kendimizi "alık" hissettim!



Artık bu yanılgıları ciddi anlamda bir kenara bırakarak okuyup, araştırıp, uyanık bir toplum olarak geleceğe daha sağlam adımlarla yol almalıyız derken, Atatürk'ün bir sözünü paylaşmak isterim; "Biz Batı medeniyetini taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya medeniyet seviyesi içinde benimsiyoruz."

Sevgi ve saygılarımla!

28 Mart 2009 Cumartesi

Yurttaşlık Bilinci















"Yaratan Rabbinin adıyla oku.
O, insanı 'alak'dan yarattı.
Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir.
Ki O, kalemle (yazmayı) öğretendir.
İnsana bilmediğini öğretti." ALAK Sûresi 1-2-3-4-5. Âyet
"Nun. Kaleme ve satır satır yazdıklarına andolsun." KALEM Sûresi 1. Âyet
Evet; Kur'an-ı Kerim'i asrın idrakiyle okumak gerekiyor. Ve kutsal kitabımıza ilk inen âyetler inananları okumaya, öğrenmeye, yazmaya ve araştırmaya çağırıyor. Bunu da Kur'an'ı açtığımızda hemen ilk ayetleri -yukarıda aynen aktardığım üzere- okuduğumuzda görüyoruz. Demek ki Kur'an; kula kulluğu kabul etmiyor!
*
*****
*
Kendi kendime "Niçin Müslüman'ım?" diye sorduğumda aklın ve bilimin yolunu takip eden bir inancın etrafında olmanın haklı gururunu yaşayanlardan birisi olarak, bu ayetler ışığında cevap kendiliğinden geliyor. Yine bir ulus ki, bu ulusun tüm fertleri uğruna öldüğü değerlerini bilmek zorunda olduğunu hatırlıyorum. İşte o vakit bu kutsal değerlerimizi, niçin kutsadığımızı da geçmişten bugüne iyi değerlendirip, anlamak zorundayız diye düşünüyorum. Zira bizler millet olarak kulluktan, yurttaşlık mertebesine çıkmış; tebaadan, ulus olmuşuz. Bize bu hakları sağlayan kurucu önder büyük Atatürk bakınız yüce dinimiz için nasıl görüş bildiriyor; "Bizim dinimiz en tabi ve makul dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dine tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur." gerçekten de Kur'an-ı Kerim bilim için büyük teşvik mesajı taşır. Ve yine yüce Allah kendisinden başka kimseye kulluk etmeyi reddeder.
"Allah şöyle dedi: “İki ilah edinmeyin: O, ancak tek ilahtır. Öyleyse benden, yalnızca benden korkun.” NAHL Sûresi 51. Âyet
*
*****
*
Ne yazık ki günümüzde "kula kulluğu" reva gören bir zihniyet, hâlâ kendisini göstermektedir. Cumhuriyet dönemine kadar bizler de dönemin şartları doğrultusunda ne yazık ki, yurttaşlık haklarından yoksun yaşamaktaydık. Bu müşkül durumu Atatürk derhal ortadan kaldırarak, bizlere birey olma bilincini yerleştirmiştir. O halde buradan şunu anlamaktayım. Herkes onuruna yurttaşlık bilinciyle eşit şartlarda sahiptirler. Bu hak, yediden yetmişe tüm ulusun en doğal hakkıdır. Yasalar önünde herkesin eşit haklara sahip olma bilinci.
*
*****
*
Netice itibariyle; okuma ve yazmadan uzak kalan her kimse "kul" olmaya adaydır. Kul olmak sadec ve sadece Allah'a kul olmak anlamı taşır. Öteki türlü insanın, insana kulluğu olur. Bu durum köleliğin adresidir. Kul ve köle olan kimseler de, doğal olarak kutsadığımız değerlerimizi savunamaz ve kollayamaz duruma gelir; ki bu durum, ulus olarak ayakta kalmamızı sağlayan en önemli faktörlerin yıkılışı anlamı taşımaktadır. Nihai olarak Müslüman coğrafyasına bakıldığında bağımsız, zulme ve eziyete karşı tek başına ayakta direnen, tek millet Atatürk Cumhuriyeti felsefesiyle; Türkiye Cumhuriyeti Devleti'dir.
*
*****
*
Bu durumdan rahatsızlık duyan Batı'lı güçler, elbette ki ülkemizi ve milletimizi parçalamak için her türlü kargaşayı çıkarmak peşinde olacaklardır. Zira aynı plânlar geçmişte de üzerimizde uygulanmadı mı? Osmanlı, nasıl çökertilerek parçalandı dersiniz? Dışarıdan yapamadıklarını, etnik, mezhepsel anlamda ayrışmaları gündeme taşıyarak, ulus bütünlüğümüzü tehdit ve tehlike altına almaya çalışmaktadırlar! Bunu 1919'da denediler, BAŞARAMADILAR! Şimdi ise aynı senaryo tekrar sahnelenmeye çalışılıyor! Ama bu defa da BAŞARAMAYACAKLAR! Zira bilinmelidir ki; Türk milleti, aynı iman ve kudretin etrafında tam bir yürek olarak, bağımsızlığına sahip çıkacaktır!
"Ayakta ölmek, diz üstü yaşamaktan daha çok onur vericidir."
Sevgi ve saygılarımla!

24 Mart 2009 Salı

Akıllara Ziyan...





















"İdealler o kadar değerlidir ki, o yolda mağlup olman bile zafer sayılır."
*
*****
*
Evet; millet olarak ideallerimiz var mıdır? Biraz o konuya değinmek istiyorum. Vallahi gelişmelere bakılırsa, kendimizi öyle yüksek ideallere sahip bir toplum olarak görmüyorum. Bu durumu algılamam da en büyük etken; tabii ki de televizyon programları. Mesela, elinize uzaktan kumandayı alın ve televizyonun karşısına geçin. Sonra, bir bir kanalları gezin bakalım; hangi idealist bir programa tanık olacaksınz! Olamayacaksınız; zira kendinizi inanılmaz bir yaşamın içerisinde bulacağınız kesin. İşte evlendirme programları, rüyalar satan diziler, kimliğinizi unutturacak yaşam biçimleri, geçmişinizi karalayan ve aşağılayan görüntüler, binbir gece masalları gibi yarışmalar, falan falan gidiyor; gerçekten evlere şenlik!
*
*****
*
Evlendirme programları inanılmaz! Direk sorulan sorular: evin, maaşın ve gelirin var mı? Ardından satır aralarına yerleştirilen ince mesajlar aynen şöyle; "Evlilik harici yaşamın çok normal bir süreç" olduğu vurgulanıyor. Hatta insanların evlenmeden önce bir "deneme" yapması çok daha doğru olurmuş! Yine ne olursa olsun, maddî anlamda çıkarların hesap edildiği, neredeyse sigorta kapsamına alınacak beraberlikler.
*
*****
*
Yemek yarışmaları adıyla "Türk misafirperverliği" ayaklar altına alındı. Evinize gelen konuklar ise, hani "Allah ne verdiyse paylaşırız" söylemlerini külliyen inkar edici nitelikte. Daha ev sahibi arkasını döner dönmez, dedikodunun bini bir para. Ev sahiplerine hakaretler gırla gidiyor. Gösteriş hakeza. Çocuklarımıza küçük yaştan itibaren işlenen konular; çeteleşme, kısa yoldan lüks hayatlar, evliliği karalamak, aile kutsallığının yok edilişi, kız erkek ilişkileri; "çok şükür" ilkokul yaşlarına indirildi! Küfürler, argolar günlük dilimize ve konuşmalarımıza ayrı bir renk olarak işleniyor! En önemlisi de, Batı'nın hayranı ve kölesi edildik! Mesela; bir reklamda iki genç kendi aralarında Batılı üniversite adları verilerek özendiriliyor. Zira bizim üniversitelerimiz yok ya! Ya da bahis konusu üniversiteler, sanki yanı başımızda gibi dehşet verici bir yönlendirmeyle, ülkemizin herşeyinde olduğu gibi, burada da "aşağılamaya" yönelik teşvikler.
*
****
*
Evlilik dışı çocuk dünyaya getirmeyi, sanki çok doğal ve normalmiş gibi algılatma. Hatta bizim klasiklerimiz arasında olan ünlü edebiyat romanlarımız, günümüze uyarlanma adıyla (dizi, filmlerde geçmişin dokusu bozularak, örneğin cep telefonu ve bilgisayar kullanımı gibi), aslında geçmişimizi sulandırıp, yok etme gayretleri almış başını gidiyor.
*
*****
*
Bir televizyon kanalındaki program, inanılmaz! Evli bir çifti ekranlara çıkartıp, orada bu insanların problemlerini tartıştırıyorlar. Üstelik bu kişiler; her toplumda olabileceği gibi cahil insanlar; inadına özellikle seçilmiş gibi. İşte olanlar oluyor. Küfürler havada uçuşuyor. Üstelik canlı program. Madem böyle bir niyetleri var; o vakit, neden canlı program yapılır? Hiç olmazsa bir kaç saat evvel programı çekin ki, olacaklara karşı hazırlıklı olunsun! Yok! Tabii ki de, amaç zaten bu türden olaylara sebebiyet vermek! Zira ardından bir de DAYAK! Harika (!)... Alın size eğitici (!) program! Şimdi; bu programdan millet olarak biz ne aldık?! Çok merak ediyorum!!!
*
****
*
Anladığım; programlar gerçekten bir toplum ve bir millet nasıl bozulur gayretiyle özenle hazırlanılmış, eğitici (!) ve kaliteli (!) içeriğiyle muhteşem (!) boyuta ulaşmış niteliktedir. Bu arada bir dip notu sizinle paylaşmadan geçemeyeceğim; bütün bu programların menşei ABD. İşte orada senaryolar hazırlanıp dünya ülkelerine sunuma gönderiliyor. Bildiğim kadarıyla şu anda Fas, Pakistan gibi ülkelerde "Yemekteyiz" programı, "Recep İvedik" benzeri filmler ve diğer dizilerle toplumların dokusunu bozma gayretleri son sürât sürdürülmektedir. Bu arada Yugoslavya'da parçalanmadan önce, işte bu program ve dizilerle halkı oyalayarak, kaliteyi düşürmüşlerdi! Bilmem aynı şeyler bizim başımıza da gelir mi?! Umut ediyorum ki, bu türden tehlikeli ve endişe verici olaylar bizden uzak dursun!
*
****
*
Toplum olarak yediden yetmişe hepimize yetecek, akıllara ziyan ve bir o kadar da ruh dünyamızı sarsacak her türden programların, cirit attığı televizyon kanallarımıza ne diyelim; Eh, ellerine sağlık! Allah milletimize zevâl vermeden, akıl ve ruh sağlığımızı korusun! Sevgi ve saygılarımla!



21 Mart 2009 Cumartesi

Nevruz Bayramı ve Türk Dünyası
















Nevruz, Türk Dünyası'nın kuzeyinden güneyine, batısından doğusuna kadar uzanan engin coğrafyada yaşayan toplulukların pek çoğu tarafından yaygın olarak kutlanan bahar bayramıdır.Nevruz, yani Farsça "Yeni gün" adını taşıyan bahar bayramı, insan ruhunun tabiattaki uyanışıyla birlikte kutladığı bir bayramdır. Özellikle nevruz "baharın başladığı zaman"dır.
*
*****
*
Türkler, bu takvim değişikliğini "toprağın uyandığı gün" ile özdeşleştirmiştir.
"Bu bayram İslâmiyet'i kabul etmiş olan ilk Müslüman konar göçer Türk topluluklarında; sürgün avı, toy, şölen, yuğ vb. gibi İslâmiyet'le çatışmayan âdetlerden biri olarak devam edegelmiştir. Böylece bu ananeler günümüz Türk Dünyası'na ortak kültür mirası olarak intikâl etmişlerdir. Gelenekler, tarihini kesinlikle tespit edemediğimiz dönemlerden kalmadır. Neden, niçin, nasıl gibi sorular sorulmadan atadan oğula kalmıştır. Gelenekler bu özelliğiyle millet bağını güçlendiren en önemli unsurlardan biridir. Baharın gelişinin kutlandığı bugün de böyle bir gelenektir."
*
****
*
O halde burada asıl önemle üzerinde durulması gereken şey; Nevruz geleneği ne Sünnilikle, ne Alevilikle, ne Bektaşilikle doğrudan doğuş bağlantısı olmayan, İslâmiyet'ten çok öncelere giden bir gelenektir. Yani bir dinin veya mezhebin bayramı değildir. Bu yüzden de herhangi bir şekilde bir mezhep adına, bir din adına, bir etnik köken adına bağlı gösterilmesi, istismar edilmesi bir ayrılık unsuru olarak takdim edilmeye çalışılması yanlıştır. Tarihin ve kültürün bütün gerçeklerine aykırıdır.
Osmanlı devrinde kutlanan Nevruz kutlamaları Cumhuriyetin ilk yıllarında da resmî olarak devam etmiştir.
Geri planlarda bırakılmış ve unutulmaya yüz tutmuş olan Türk insanına kendi kültür kimliğini, kişiliğini, benliğini, hüviyetini kazandırmak hareketi Atatürk'ün başlattığı bir hareketti. Bu ne ile mümkün olurdu? İşte bu, öze dönmekle, kendi kültürel değerlerimize, örfümüze, âdetimize, geleneğimize dönmekle mümkün olurdu. Bu yüzden Atatürk diyor ki:
"Bilelim ki, kendi benliğine sahip olamayan milletler başka milletlerin şikârıdır",
"Gençlerimize, çocuklarımıza görecekleri eğitimin hududu ne olursa olsun en evvel ve herşeyden evvel kendi geleneklerine, millî ananelerine ve Türkiye'nin bağımsızlığına düşman olan unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir."
Millî hareketin özü bu. Diğer taraftan kendi kimliği, kişiliği, millî benliği kazandırılmış olan millete çağdaş olma yolunu açıklamak da Atatürk hareketinin temellerindendir.
İşte bu öze dönme, kendi tarihine, kültürüne dönme hadisesi millîciliğin özü idi. Bu yüksek idrakinin icabı olarak , O'nun milli kültür unsurlarının her biri üzerinde, en küçük ayrıntısına kadar çok büyük bir dikkatle durduğunu biliyoruz. Nitekim, Nevruz ile ilgili itina bunun bir göstergesi olmuştur.
*
*****
*
Atatürk 22 Mart 1922 tarihinde Ankara'nın Keçiören semtinde Nevruz şenlikleri düzenletmiş ve kendisi de bu şenliklerde hazır bulunmuştur. Nevruz kutlamaları nedeniyle, 24 Mart 1921 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’ya şöyle bir telgraf da gönderilmişti:
“Cenubi Kafkasya komiseri,Azerbaycan Serbest Harbiye Mektebi talebeleri ,iki bölüklü Süvari askerleri ve Şoşa Muhafız Taburu askerleri ,Türk milletinin büyük Nevruz bayramını tebrik ediyor ve biz ümit ediyoruz ki Azerbaycan İnkilap Ordusu, kahraman Türk Ordusu ile beraber Garp emperyalizmi tazyıkinde bulunan Şark milletlerini yakında kurtarırlar.Yaşasın Şark inkilap başları Mustafa Kemal!
Neriman Nerimanof Azerbaycan Hükümet Başkanı” İnternetten alıntılarla düzenlenmiştir.
*
*****
*
Sonuç olarak; Nevruz Türklere ait bir gelenektir. Bunu başka türlü çarpıtılarak bir inanca, mezhebe ve etnik kökene kaydırmak veya sahiplendirmek koskoca bir yanlışı meydana getirecektir ki, bu da bir büyük geleneğin yok edilmesi ve bir tarihin parçalanması anlamı taşımaktadır. Yani bir kültür elimizden kayıp gidiyor demektir. Böyle bir yanlış tutumun içinde olmakla, yani koskocaman bir kültürün bizleri birleştireceğine; bilâkis düşmanlığı körüklemekten başka bir şey olamaz! O halde, bu durumda ayrıştırılmaya çalışılan bir kültür, bizleri parçalamaya sürükler! Buradan yararlananlar da, yine bu ayrılığı körükleyen emperyalistler olacaklardır.
Bu vesileyle, Türk Dünyası'nın Nevruz Bayramı kutlu ve mutlu olsun! Sevgi ve saygılarımla!

17 Mart 2009 Salı

"Ölmeyi Emrediyorum!"

















Çanakkale Savaşları, yüzyılımızın en büyük savaşlarından birisidir. Birinci Dünya Savaşı’nı galip bitirmek isteyen düşman devletler, gemileriyle Çanakkale Boğazı’nı geçip İstanbul’u almak istiyorlardı.
Osmanlı ordusu, İngiliz ve Fransız donanmalarına karşı Çanakkale Boğazı’nda aylar süren bir dizi deniz ve kara savaşı yapmıştır.
Çanakkale Boğazı'nı gemilerle geçemeyeceklerini anlayan emperyalistler, topraklarımıza karadan girmeyi denediler. İngiliz, Fransız, Avustralya, Yeni Zelanda ve diğer bazı sömürge ülkelere ait askerler 25 Nisan 1915 günü karadan çıkarma yapmaya başladılar. Kara savaşları, 9 Ocak 1916 tarihinde son düşman birlikleri de geri çekilene kadar devam etmiştir. 6-7 Ağustos 1915 gecesi Anafartalar'a yapılan çıkarma harekatını Mustafa Kemal komutasındaki birliğimiz durdurmuştur. 25 Nisan 1915 ve 9 Ocak 1916 tarihleri arasında , yaklaşık sekiz ay boyunca şiddetli kara savaşları olmuştur.
*
*******
*
"Tarihin en eski milletlerinden biri, ateşten geçerek, kan içinde, bir daha uyumamak, benliğini unutmamak, kandırılmamak, sömürülmemek, ezilmemek, ölmemek üzere çığlık çığlığa diriliyordu." Turgut ÖZAKMAN
Tarihimizin övünç sayfası, Milli Mücadele'mize özgüven kazandıran Çanakkale Savaşı için Turgut ÖZAKMAN şöyle tanımlama yapıyor; "Çanakkale'de emperyalistleri elimizden kaçırmıştık. Milli Mücadele'de denize döktük, galipleri Lozan'ı imzalamak zorunda bıraktık, üzerimizdeki bütün ipotekleri kaldırdık. Milli Mücadele yalnız bir Kurtuluş Savaşı değil, Çanakkale'nin de görkemli bir rövanşıdır.

Çanakkale, Milli Mücadele ve Cumhuriyet, bir büyük sürecin, biri ötekine milyonlarca can ve kan damarıyla bağlı üç büyük aşamasıdır. Bunları birbirinden ayırmaya, maksatlı olarak karşılaştırmaya kalkışmak, bütünlüğü parçalamak, gerçeğe ihanet etmektir." DİRİLİŞ'ten
*
*****
*
Bakınız, tarih ve asırlar boyu bizler emperyalizme karşı hiç bir zaman boyun eğmedik. Bu bizim hem inancımızda, hem de genlerimizde var olan bir gerçekliktir. Yeri gelmişken övünçle ve gururla, Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed'in yönettiği Bedir Savaşı üzerinde de durmak istiyorum. Zira bu savaşların hepsi de bizler için mukaddestir. Nasıl Çanakkale savaşı ve akabindeki Kurtuluş Savaşı bir zulme, bir imansızlığa ve ezilmeye karşı dik duruşun savaşı ise bakınız Bedir Savaşı da; "İslamın-küfre, hakkın-batıla, adlin-zulüme, imanın-imansızlığa vurduğu ilk darbedir." Bedir Savaşı, Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde anlatılır:
"Karşı karşıya gelen iki toplulukta sizin için andolsun bir ayet (ibret) vardır. Bir topluluk , Allah yolunda çarpışıyordu, diğeri ise kafirdi ki göz görmesiyle karşılarındakini kendilerinin iki katı görüyorlardı. İşte Allah dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda, basiret sahipleri için gerçekten bir ibret vardır." Al-i İmran Sûresi 13.Ayet
*
*****
*
Millî şairimiz Mehmet Âkif Ersoy'da dizelerinde Çanakkale Savaşı'nı anlatırken "Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi." diye söz ederek benzetme yapmıştır. (Çanakkale Şehitlerine)
Çanakkale Savaşı'nın vazgeçilmez kahramanı ve eşsiz komutanı Atatürk Çanakkale'yi geçilmez kılmıştır. Çanakkale savaşında "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler gelir, başka komutanlar hakim olabilir." Mustafa Kemal, 25 Nisan 1915, Conkbayırı

"Benimle beraber burada muharebe eden bütün askerler kesin olarak bilmelidir ki, bize verilen namus görevini eksiksiz yapmak için bir adım geri gitmek yoktur. Uyku, dinlenme aramanın, bu dinlenmeden yalnız bizim değil, bütün milletimizin sonsuza kadar mahrum kalmasına sebep olacağını hepinize hatırlatırım." Mustafa Kemal, 3 Mayıs 1915, Arıburnu
*
*****
*
Çanakkale Savaşları, Türk Tarihi'nin belki de en önemli savaşıdır. Bugün özgür olarak yaşadığımız bu topraklara çok kolay sahip olmadığımızın bilinmesi gerekliliğinin önemini bir kez daha hatırlatırken, Allah bizlere, bir daha böyle bir savaş göstermesin!
Sevgi ve saygılarımla!

13 Mart 2009 Cuma

"En Son Ne Zaman Aşık Oldunuz?"











"Hayal gücü bilgiden daha önemlidir." Albert Einstein
*
****
*
Bir televizyon programına konuk olan ABD Dışişleri Bakanı Hıllary Clinton, sorulara cevap vererek anlatımlarda bulundu. Bu programı daha sonra internet üzerinden kısmen izledim. Zira orada benim ilgimi çeken ve doğal olarak ilgilendiğim kısım bir üniversite gencinin, bakan hanıma yönelttiği soruyla ilgiliydi. İşte ondan sonra büyük bir üzüntüyle toplumumuzun nasıl beynininin boşaltılmak istendiğini, tüm çıplaklıkla gözler önüne serildiğini anladım.
*
*****
*
Evet, büyük bir özenle ve heyecanla "En son ne zaman aşık oldunuz?" devamında "En son ne zaman basit bir hayat yaşadınız?" gibi ard arda sorulan muheteşem (!) soruları, neresinden ele almak gerekir diye düşünüyorum. Karşısında dünyanın düzenini yeniden şekillendirmeye çalışan ve yine dünyanın bir çok yerinde savaşlara sebebiyet veren, çoğu yerde savaşın içerisinde bizzat yer alan, bir devletin önemli bir bakanı duruyor; ama bakınız sorulan soru; "En son ne zaman aşık oldunuz?" Vallahi bu soruya alkış tutulur diyebilirim. Bir defa karşısında duran kişi ciddi anlamda bir devlet adamı. Hadi bunu da yok sayalım; soruyu soran bir üniversite öğrencisi, karşısındaki kişinin durumu bu soruyu taşıyamaz. İşin ahlâki boyutu ayrıca tartışılır. Bu durumda geldiğimiz nokta ve ülkemizi emanet edeceğimiz çocuklarımızın ciddi anlamdaki konuk ve konusuyla ilgili ne kadar alâkalı olduğu ortaya çıkıyor. İnanılır gibi değil! Oysa soru sormak ve sorgulamak, her düşünen ve aklını kullanan insanın göstergesidir. Hele öğretim gören ve bilim içerisinde yer almaya çalışan çocuklarımızı bu şekilde görmek; içler acısı diye düşünüyorum. Ama eminim ki bu örnek bütünü teşkil etmiyordur.
*
*****
*
Bölge coğrafyası kan gölü! Dünya bir krizin eşiğinde! Ülkemiz ise tehlikeli ve sıkıntılı bir süreci yaşamakta. İşte tam bu sırada, tüm bu gelişmelerin muhatabı olan bakan hanımefendi, yine kritik görüşmelerin teması esnasında ülkemizin gençleriyle birarada, söyleşide bulunuyor. Ama bakınız sorulan soru gerçekten "İşte bu!.." dedirtecek boyutta!
*
*****
*
Programcıların bir sorusuna da değinmeden edemiyeceğim; İşte Doğu halklarını tek bir kimlikte görenler olduğu ve halen "uçan halılarla" seyahat edildiğini düşünenler var, mealinde sorular. Bir defa Doğu halkları, aşağılanarak ve küçümsenerek bir sepette toplanıp algılandığı yönünde tespitte bulunmak, kendi ülke halkımıza yönelik yapılan en büyük saygısızlıktır. Tabii bizler, Doğu halkları içerisinde yer almaktayız. Ancak kendimizi ezik durumda görerek aşağılık kompleksi içerisinde olmak, kişilerin sorunlarıdır. Zira Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu kompleksin içerisinde değildir! Bu bir. İkincisi, bu anlamda anlayış ve zihniyetlere mahkum edilerek yaşatanları ise, bir zahmet eğilip bükülmeden, hanımefendiye sormak gerekiyordu; "Burada ne kadar payınız var?" diye! Onlar değil midir ki, bu coğrafyanın içerisinde kargaşa yaratıp, ardından Doğu halklarını sömürüp köleleştirenler? Bu durumda ne beklemek gerekiyor, dersiniz? "demokrasi", "özgürlük" getiriyoruz diye, işgal ettikleri toprakları kan gölüne çevirenler kimlerdir acaba? Milyonlarca insanları öldürüp, çocukları katledenler bizler miyiz? Bütün dünyanın gözleri önünde bombalanan Batı'lı ülkeler mi? Bu vahşeti yapanlar Doğu'lu insanlar mı? Ha, demek ki olayın kaynağını iyi okumak ve iyi anlamak gerekiyor!
*
*****
*
Şimdi karşınızda bütün bu sıkıntıların muhatabı gördüğümüz, bir ülkenin dışişleri bakanına, asıl sorulması gereken önemli ve hayati soruları bir kenara bırakıp; magazin içerikli ve neredeyse aşağılık kompleksleriyle ezilmiş bir ruh haliyle yapılan söyleşiden kim ne anladı? Onu bir türlü anlayamadım!
*
*****
*
Geride sadece tertemiz ve sorunsuz bir dünyada yaşıyormuşuz gibi bir hayal alemiyle, konumuz sadece hanımefendinin özel hayatını anlamak ve onların aslında ne kadar da "insani" duyguları olduğunu cümle aleme anlatmak gibi bir gayretin içerisinde olduğumuzu, büyük bir şaşkınlıkla millet olarak, izledik. Ne diyelim; demek ki içinde bulunduğumuz tarihi süreç, öyle anladığımız gibi endişe verici olaylara sahne olmuyormuş! ABD Dışişleri Bakanı Hıllary Clinton'da, Türkiye'yi turistik amaçla ve magazinsel boyutuyla gezmeye gelmiş. Haydi hayırlısı olsun! Sevgi ve saygılarımla!

11 Mart 2009 Çarşamba

"Allah Bir Daha Bu Millete İstiklâl Marşı Yazdırmasın!"


















Millet olarak kutlanacak özel günlerimiz, belki de diğer ulusları kıskandıracak boyutta çok olması münasebetiyle, haklı gururu yaşamanın keyfiyle düşüncelerimi yazmaya koyuldum. Zira bu güzel ve özel günlerimizden İstiklâl Marşı'nın kabûlünün, yıldönümünü büyük onur ve gururla kutlayacağımıza değinmeden önce, söylemek istediğim bir kaç cümlem daha olacak.
*
*****
*
Her geçen gün, kendi değerlerimizden kaybettiğimiz bir dönemi iyi anlayıp görmek gerekliliğinin yılmaz savunucusu olarak, gördüğüm çok önemli olaylardan birisi de, millî ve manevî bayramlarımız yanında bizlerin geçmişini, tarihini ve kültürel birliğimizi temsil eden özel günlerimizi ne yazık ki, unutturulmaya çalışılırken ve dolaysıyla da kuşaktan kuşağa aktarmada zayıf kalmamıza ramak kalan tehditler karşısında, yerini sözde "evrensellik" adıyla ortaya atılan ve menşeî Batı kaynaklı günlerin aldığını, üzüntüyle ifade etmek isterim.
*
*****
*
İyi bilinmelidir ki, kendi bağrımızdan ve özümüzden çıkan bu anlamlı her bir günün, tek tek bir hikâyesi ve tarihi değeri olduğu kesindir. İşte millet olarak; tasada, kıvançta, mutlulukta, hüzünde ve kederde birleştiğimiz bu günlerin temsiliyeti diye tanımladığımız özel ve anlamlı günlerimizi saymakla bitiremeyiz. Tarihimizde yer alan Türk büyüklerinin kişiliklerini hayatlarını, hatıralarını,eserlerini ve barışlarını öğrencilerimizin zihinlerinde ve gönüllerinde canlı olarak yaşatmak ve gelecek nesillere aktarmak amacıyla ,okullarımızda TÜRK Büyüklerini Anma günleri düzenlenir. Böylelikle çocuklarımızın; fikir,ahlâk, millî duygu bakımından gelişmelerine katkıda bulunulmuş olunur.
*
*****
*
İstiklâl Marşımız; 12 Mart 1921 yılında TBMM tarafından alkışlarla kabûl edildi. Osmanlı'nın son dönemlerindeki yazılan marşlar, ihtiyaç duyulan millî süreci karşılayamıyordu. Türk milleti. bu ruhu hep birlikte hissedecek, yaşayacak ve hatta yaşatacak millî birlikteliği ayakta tutacak o dizeleri en güzel şekilde anlatacak birisini aramaktaydı. Nitekim Millî şairimiz Mehmet Âkif ERSOY'un, bu isteğe en güzel şekilde cevap verecek on kıtalık şiiri TBMM tarafından seçilerek kabul edilmiştir.
*
*****
*
12 Mart 1921'de kabul edilen İstiklâl Marşı Hamdullah Suphi tarafından okunmuş ve marş ayakta dinlenmiştir.
"Doğacaktır sana vâdettiği günler Hakkın, Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın."
İşte bu ruh ve îmân ile Türk Ordusu Sakarya boylarında, İzmir yollarında büyük iman ve kahramanlıklarını göstermiştir. 9 Eylül 1922 tarihinde Hakk'ın vaat ettiği o parlak güneş, İzmir ufuklarında doğmuş, Müslüman Türk'ün saffet ve kudreti karşısında düşman büyük bir hezimete uğramış ve denize dökülmüştür."
Aziz ve mübarek vatanımızın her karış toprağı şehitlerimizin kanlarıyla sulanmış, zaferin doruğuna ulaşmıştır. Nitekim İstiklâl Marşında:
"Korkma ! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.O, benim milletimin yıldızıdır, parlayacak,O, benimdir; o, benim milletimindir ancak!" mısraları ne derin bir mânâ taşımaktadır."
*
*****
*
Yakın arkadaşlarından; "Mehmed Âkif'in giyecek bir paltosu yoktu. Tâceddin Dergâhi'ndan Büyük Millet Meclisi'ne kadar paltosuz olarak yaya giderdi. O zamanlar Ankara'nın soğuğu çok şiddetli idi. Ben daireme gelir, paltomu Mehmed Âkif'e gönderirdim. O da giyer Meclise giderdi, İstiklâl Marşı için verilen parayı geri vermesinden dolayı kendisine, Mehmed Âkif üzerinde bir palton yok, verilen parayı da almazsın, dedim. Bunun üzerine, bana darıldı, paltomu da kabul etmedi. O soğuklarda paltosuz olarak Büyük Millet Meclisine gitti, geldi.
Mehmed Akif'in buna benzer şahsına has daha birçok meziyetleri vardır. Dürüsttür, hattâ Harb-i Umûmî içinde kardeşinin evinde çayı şekerle içtiklerini görünce, milletin yemediğini siz nasıl yiyorsunuz, demiş ve bir müddet kardeşinin evine bile gitmemiştir." İnternetten alıntıdır.
*
*****
*
Mehmed Âkif ERSOY, hasta yatağında yatarken kendisine sorulan bir soruya; "Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın!" cevabıyla karşılık vermiştir. Evet, Allah bir daha bu millete, bir istiklâl mücadelesi yaşatmasın! Ulusal birlikteliğimizi, topyekün tüm dünyaya göstermiş ve yedi düvele meydan okumuş millet olarak, bu destanımızı anlatan, bizlerin okurken göğsünü kabartıp, tüylerimizi diken diken eden ulusal marşımızın varlığıyla ne kadar GURUR duysak azdır! Sevgi ve saygılarımla!

9 Mart 2009 Pazartesi

Vatikan'ın Anlayışı Buysa; "Ahlâk"a Geçmiş Olsun!



















"Brezilya’da üvey babasının tecavüz ettiği 9 yaşındaki kız hamile kaldı. Hayati tehlike nedeniyle kürtaj yaptırdı. Ama Başpiskopos, babayı sadece uyarırken, ‘kürtaj daha günah’ diyerek anne ve doktorları aforoz etti." Vatan / 08 Mart 2009
*
*****
*
Son yıllarda sık sık duyduğumuz ve okuduğumuz bu türden haberleri, hepimizi derinden dehşete düşürerek, endişe ile bu çirkinlikleri herkes kendine göre yorumlamaya çalışıyor. Görünen gerçek şu ki; insanlığın sahip olduğu en önemli yapıtaşı olan "AHLÂK" nerede kaldı, diye sızlanır olduk. Şimdi yukarıdaki haberi okuduğum zaman, ahlâkı aradığım derin yer ve gerçek sahibin adresini, "din" olarak biliyorum. Ancak görüyorum ki, burada dini temsil eden kurum -Vatikan- ve yetkili kişileri bu konuda insanlığı şaşırtan ve hayretlere düşüren değerli (!) görüşlerini ortaya çıkarabiliyorlar! Bu haberin içeriği ne kadar utanç verici ve insanlığın yüz karası niteliğindeyse; asıl beni derinden sarsan ve üzerinde durulması gereken önemli nokta dünyevi yaşamda bir din görevlisinin ahlâkı hiçe sayan bu aymazlığı ikinci plana düşürmesiyle beraber, sıradan bir olaymış gibi göstermeye çalışmasıdır. Bu inanılır gibi bir şey değil!
*
*****
*
Şimdi olayın insanlığı sarsan ahlâki boyutunu biraz daha ele almak istiyorum: Vatikan'ın da Başpiskopos'u desteklediğini öne süren ifadeye binaen buradan sormak istediğim şu; bu türden olaylar ve sonrasında insanların kanını donduracak boyutta yaşanan gelişmelerin çoğalmasıyla birlikte, yayılmasını bir kenara bırakarak, bir başka açıdan dikkat çeken, kentin üst düzey rahibi olan Başpiskopos Jose Cardoso Sobrinho; üvey baba için: “Günah işledi ve cezasını Tanrı katında çekecek. Kürtaj, cinayetten daha büyük bir günahtır” demesi. Bu arada Vatikan da Başpiskopos’a destek çıktı. Burada hemen yeri gelmişken değinmek isterim; geçtiğimiz yılda bu anlamda tüyler ürperten bir olay daha yaşanmıştı.
*
*****
*
Avusturya'da meydana gelen "sapık baba" Josef Fritzl'in 24 yıl boyunca bir hücrede kızını alıkoyup ona tecavüz etmesi tüm dünyayı ayağa kaldırmasına neden olmuştu. Bu sapıkça ilişki neticesinde dünyaya yanılmıyorsam altı çocuk geldi. Şimdi bir bakalım; bir tarafta sapıklık, diğer tarafta bu ahlâk dışı ilişki neticesinde, Başpiskoposun verdiği beyanata göre "kürtaj" yapılmayarak, bir yerde cinayete engel olunuyor ama, izahı zor çocuklar dünyaya geliyor! Daha sonra ne olacak? Toplum bu çocukları nasıl karşılayacak ve içlerinden ne geçirecekler? İnsanların ahlâki duyguları ne olacak? Bu çocukların ruhları nasıl duygularla kaplanacak? Özellikle annenin duyguları ne olacak? Kısaca toplumda nasıl bir hava esecek ve nasıl bir anlayışın yerleşmesi beklenecek? Bundan sonrası için bir yerde bu sapkınlık normalleşmeye doğru adım atmayacak mı? Bu ve bunun gibi soruların ve sorgulamaların cevabını Başpiskopos ve Vatikan nasıl yanıtlar onu bilemem ama; bildiğim, anladığım tek şey; bu açıklama tam bir REZALET!!!
*
*****
*
Peki, bu durumda söylenilmesi ve özenle üzerinde durulması gereken ne olmalı, derseniz; Vatikan tarafından öncelikli olarak bu türden davranışların şiddetle kınanıp, en üst düzeyde hem ahlâki, hem Tanrısal yönden ele alınarak, vicdanî ve hukuksal boyutuyla da insanlara gerekli açıklamaların yapılmasıdır! Bu şekildeki açıklamaların yanında, toplumsal olarak da gerekli yaptırımların derhal açığa çıkmasıyla eminim ki, bu türden sapıklıklar en aza indirgenmiş olacaktır.
*
*****
*
Şimdi bir de bu olayın neticesinde kısaca Vatikan'ı ele almak isterim. Vatikan, her ne kadar bir din devletini temsil etse de bilinen bir gerçek var. O da Vatikan'ın asıl destekleyicileri "küresel tekelciler"in dini kontrolleri altında tutmaları ve buradan da menfaatlenmeleridir.
Kürtajı cinayet olarak gören Vatikan; acaba bir de gerçek cinayetleri ve vahşetleri görse diyorum. Bakınız Müslüman coğrafyasında milyonlarca cinayet ve vahşet sergileniyor! Niçin bu konuda Vatikan ve Papa sessizliğini sürdürüyorlar? Yapılanlara bir açıklama getirmezler? Yoksa bunlar bir cinayet değil de Buş'un söylediği ve Toni Blair'in de işaret ettiği üzere yeni bir "Haçlı Seferi" mi? Yani "Dinler Savaşı"mı?
*
*****
*
Bizler gelişen olayları böyle görüyoruz da, asıl bu savaşları çıkaran emperyalistler, dünya kamuoyuna habire KILIF uydurarak, barbarca cinayetlerini ortaya koyuyorlar. Yeri gelmişken Büyük ATATÜRK bakınız ne diyor; "Savaş zorunlu olmadıkça bir CİNAYETTİR!" Sevgi ve saygılarımla!

5 Mart 2009 Perşembe

"Dayak Cehennemden Çıkmıştır!" Diyor; Sn. ALTIKULAÇ




















Kadınlar Günü; işin aslı 08 Mart 1908 tarihinde haklarını aramak üzere, greve gitmek isteyen kadınların, patronlar tarafından fabrikaya kitlenmeleri sonucu, çıkan bir yangında çoğunluğun kurtarılamadan yanarak 129 işçinin ölmesi olayıdır. Nihaî hedef olarak eşit koşullar, seçme seçilme hakkı ve ezilmeye karşı direnişin temsili tarihi, işte bu talihsiz olayla birlikte, ortaya çıkmıştır.
*
*****
*
Herşey bir yana; bugün yaşanılan acı gerçekler, insan olmayı utandıracak boyutta gelişmelerle dolu. Bugünü nasıl anlamalıyım diye, bir müddet düşündüm. Üstelik; kadın ruhuyla ve kadın gözüyle. İşte o zaman, ilk aklıma gelen çaresizce ve binbir zorlukları göğüsleyen annelerle beraber annelik duyguları, aklıma takıldı. Bu en kutsal duygu olsa gerek. Zira, burada bir başına kendini düşünen fert olarak değil de, çocuklarının sorumluluğu altında çaresizce kıvranan yürekler aklıma takılıyor.
*
*****
*
Kadınların bugün din kisvesi altında baskı altına alınarak, horlanıp, dövülmesi ve aşağılanması aklıma takılıyor. Bu konuda yeri gelmişken değinmek istediğim ve adını saygıyla andığım Diyanet İşleri eski Başkanlarımızdan Değerli, Dr. sn. Tayyar ALTIKULAÇ'ın gazetelere yansıyan bir demecine yer vermek istiyorum:
"Anneler Günü'nü kutlamaya hazırlandığımız şu günlerde, olayın iç yüzünü bilmemekle birlikte prensip olarak diyebilirim ki; gücü olanın zayıfı ve daha çok erkeğin kadını ezmesi, ne İslamın onaylayabileceği ne de insanlığın onaylayabileceği bir şey değildir. Tek kelimeyle vahşettir. İlkelliktir. Bana göre, dayak cehennemden çıkmıştır." 2006 / sabah
*
*****
*
Dayak ve şiddete maruz kalan, sayıları da hergeçen gün kat ve kat artan bir dünyada, bu duruma çaresizce katlanan, onurlu kadınların durumları ne yazık ki, bir çözüme kavuşmuyor. Oysa ki dünyamız teknolojik ve bilimsel anlamda çağdaşlığın en üst düzeyini yaşamaktadır. Burada, duyduğum güzel bir tanımlamayla, konuya açıklık getirmek isterim: "Bilgisiz toplumlar cahildir; duyarsız toplumlar ise barbardırlar." Bu ifade günümüzü, çok güzel tanımlamaktadır. Duyarsızlığa giden toplumlar, ne yazık ki barbarlığın en üst düzeyini yaşamaktadırlar. Bakınız, tüm dünyanın gözleri önünde, Irak'da yaşanılan savaşda masum ve savunmasız olan kadınlar, acı çekiyorlar. Üstelik bu acı hem annelik duyguları üzerine, hem de on binlerce kadının fuhuş bataklığına sürüklenerek, namusları üzerindeki mahremiyetlerine dokunulmalarının ızdarabıyla utancını yaşamaya mahkum edildiler ve edilmeye de devam ediyorlar. İşte size duyarsızlığın barbarlığa eşitlenişine en canlı örnek!
*
*****
*
Öte yandan kadını bir "obje" olarak gören ve kapitalizmin bir öğesi olan bu anlayışa isyan ediyorum. Kadının beyniyle kabul görmesi çağdaş ve modern dünyanın vazgeçilmesi olmalıdır. Bu anlayışla kadın hem saygınlığını hem de bireysel gücünü ortaya koymalıdır. Ancak ne yazık ki, kadın bir reklam aracı olarak ürünlerin yanında işlem görmektedir. Buna izin veren kadınlar değil de, o anlayışa sahip olan ve bu doğrultuda kadınlara yön veren Batılı ülkeler ve demokrasinin yılmaz savunucuları (!) küresel güçler değil midir suçlu olan? Aslında bu zihniyet kadını yüceltmekten öte, bilakis aşağılamaktan ibarettir! Zira kadına görsel anlamda bakmak tıpkı bir eşyaya bakmakla eşdeğerdir.
*
*****
*
Evet tüm bu anlayışlarla dolu bir dünyada; özellikle de menşei Batı'dan gelen bu anlamlı günü de sadece sözde bırakan zihniyetin acılarıyla kıvranan KADINLAR dün olduğu gibi, bugün de acı çekerek yaşamlarını herşeye rağmen sürdürme onurluluğunu gösterebiliyorlar. O halde; tüm bu çelişkili ve acımasızlığın içinde, bir kadın olarak toplumda yerimin neresi olduğunu, sorgulamaya çalışıyorum! Bu acıların dışında kalan bir avuç mutlu azınlığın içerisinde olmak, insanı ne kadar mutlu eder? Yoksa tüm bunları görmezden gelerek, kariyer hırsının ve yönetimde "kadına ne kadar pay ayrıldı" tartışmalarına mı kapılmak! Bu arada kadının "Yönetim de söz sahibi" olmanın sayısını artırmayı yine beynimizle ve bileğimizin gücüyle, ayrım gözetmeksizin kazanmak en doğru ve onurlu olanı değil midir? Sorusuyla, dünyadaki tüm kadınların ve özellikle cefakar kadınların "Günü" herşeye rağmen,"KUTLU OLSUN!" diyorum.

Sevgi ve saygılarımla!











3 Mart 2009 Salı

Halifeliğin Kaldırılması ve ATATÜRK








Halife sözcüğü Arapça kökenli olup Hz. Peygamber'in dünya işlerine vekaletini anlatır. Halifelik İslami siyasi ve hukuki yönetim makamına ve yönetime verilen isimdir. 16. yüzyılın başında Yavuz Sultan Selim'in Memluklara son vermesiyle birlikte halifelik Osmanlı Devleti'ne taşınmıştı.

*
*****
*
Saltanatın kaldırılmasından ve Padişah Vahidettin'in İstanbul'dan ayrılmasından ve İngiltere Hükümeti'ne sığınarak Malta'ya kaçdıktan sonra, TBMM 18 Kasım 1922'de halife olarak Abdülmecit Efendi'yi seçti. Eski rejim yanlılarının bundan böyle, Abdülmecit Efendi tek umutları haline gelmiştir. Bundan güç alan Abdülmecit Efendi de, bir takım faaliyetlere kalkıştı. Bazı İslam ülkelerinin kendisine bağlılık bildirmeleri üstüne, İslam dünyasının siyasi bir önderi gibi davranmaya başlamıştı. Bu durumun cumhuriyet yönetimine ve Türk ulusuna zarar verebileceğini gören Atatürk; hilafetin kaldırılması konusunda düşüncesini açıklayarak, konuyu meclis gündemine taşıdı.
*
******
*
3 Mart 1924 tarihinde; halifelik kaldırılmıştır. Atatürk Söylev'de bu konu ile ilgili düşüncelerini şu şekilde açıklamıştır:

"Açık ve kesin söylemeliyim ki, Müslüman halkı bir halife korkuluğu ile uğraştırmayı ve kandırmayı sürdürmek çabasında bulunanlar, yalnız ve ancak müslümanların ve özellikle Türkiye'nin düşmanlarıdır. Böyle bir oyuna kapılmak da ancak ve ancak bilisizlik ve aymazlık belirtisi olabilir. Rauf Beylerin, Vehip Paşaların, Çerkez Ethem ve Reşitlerin, bütün yüz elliliklerin, halife ve padişah soyundan olanların, bütün Türkiye düşmanların el ele verip bize karşı ateşli olarak çalışıp uğraşmaları, din uğruna mı yapılmaktadır? Sınırlarımıza bitişik yerlerde yuvarlanarak, bugün de Türkiye'yi yok etmek için "Kutsal Ayaklanma" adı altında haydut çeteleriyle, cana kıyma düzenleriyle bize karşı durmadan çılgınca çalışmaların amaçları gerçekten kutsal mıdır? Buna inanmak için büsbütün bilisiz ve aymaz olmak gerekir.
Müslümanları ve Türk ulusunu bu kerteye düşmüş saymak ve Müslümanlık dünyasının vicdan arılığından, yaratılış inceliğinden alçakça ve canavarca amaçlar için yararlanmayı sürdürmek, artık o denli kolay olmayacaktır. Saygısızlığın da bir ölçüsü vardır." SÖYLEV sf: 311-312 / Baki KURTULUŞ
*
********
*
Atatürk'e halifelik önerilmesi üzerine; Atatürk, Müslümanların kendisine olan güvencinden çok duygulandığını belirttikten sonra Rasih Efendi'ye şu karşılığı verir:
"Siz din bilginlerindesiniz. Halife'nin devlet başkanı demek olduğunu bilirsiniz. Başlarında kralları, imparatorları bulunan halkın, bana ulaştırdığınız dilek ve önerilerini ben nasıl kabul edebilirim? Kabul ettim desem, o halkın başındaki kişiler bunu isterler mi? Halifenin buyrukları ve yasakları yerine getirilir. Beni halife yapmak isteyenler buyruklarımı yerine getirebilecekler midir? Bu duruma göre, yapacak işi ve anlamı olmayan bir kuruntu sanını takınmak gülünç olmaz mı?" Söylev sf: 311
*
*****
*
Halifeliğin kaldırılması, eski rejim taraftarlarının umutlarını söndürmüştür. İçte ve dışta bağımsızlığı getirmiştir. Avrupa ile aynı prensiplerde buluşulmasına yardımcı olmuştur. Büyük Atatürk'ün bu anlamdaki bir sözüne yer vermek isterim:

“Bizde Ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeliyiz. Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır, orası da mekteptir. Nasıl ki, her hususta yüksek meslek ve ihtisas sahiplerini yetiştirmek lâzım ise, dinimizin gerçek felsefesini tetkik ve bilimsel fenni telkin kudretine sahip olacak güzide ve gerçek büyük alimler yetiştirecek yüksek kurumlara da malik olmalıyız.” Söylev ve Demeçler; 2/94

Sevgi ve saygılarımla!