31 Aralık 2010 Cuma

Velhasıl Kelam...

















"Yaratan Rabbinin adıyla oku!" Alak Sûresi, 1. Ayet


Kutsal kitabımız "oku" ile başlar... Ve dünya bu söz üstüne kuruldu...

İnsanlar aydınlığa okumayla kavuştu...


Yıl 2010;

Akıl, bilim, aydınlık... diyoruz, diyoruz da...

Valla ne bileyim, dünyamız şimdilerde hiç de aydınlığa koşuyor gibi durmuyor...

Zihniyet, "kovboy"luktan gelme bir haydutluk olduğu için; haliyle dünyanın başı belada...

E malûm... "Kovboy"lar!

Kimdi "kovboy"lar?

Hapishane kaçkınları, katiller, yankesiciler filan...

Bunlar biraraya geldiler; Kızılderilileri katlettiler!

Sonra mı?

"Beyaz adam" katlettikleri Kızılderililerin topraklarını ele geçirdi...

E tabii... "Beyaz adam," bu kadarıyla yetinmedi...

Bir de köle lazımdı, işlerini görecek...

Afrika'dan zencileri buldu, taşıdı oraya buraya...

Netice itibariyle;

Bu haydut takımı, oldu mu dünyanın başına en büyük ÇETE...

E kolay değil "kovboy"luk!..

Asacak, kesecek, gaspedecek, dolandıracak...

"Demokrasi", "özgürlük" derken... kan, gözyaşı gırla gidiyor...

Haydutluk dizboyu...

Sanırsın Tommiks, Teksas okuyorsun...

Velhasıl kelam...

2010'nun çetesi "kovboy"la dünyanın işi zor gibi görünüyor... :)

Ve... "Düşsüz büyük şeyler yapılmaz." diyerek...

Yeni yılın dünyamıza ve ülkemize aydınlık dolu yarınlar getirmesi umuduyla...

:)

Sevgi ve saygılarımla!

27 Aralık 2010 Pazartesi

İSTEMEZÜK!
















"YENİÇERİLER"in her karara itiraz eder ve "İSTEMEZÜK" diye bağırarak, kazan kaldırdıklarını herhalde bilmeyenimiz yoktur...


Bizde de şu an da kültürümüzü korumak ve yaşatmak isteyenlere karşı kazan kaldıranlar, her tarafı sarmış durumda...

Nasıl mı?

Konu açıldığında kültürümüzün her geçen gün yozlaştığına bol bol dem vururuz; vururuz vurmasına da...

Millet olarak Batı'nın kültürel emperyalizminin baskısı altında kafamızı kuma gömerek ve gizleyerek kendimizi inkardan başka anlama gelmeyen görünürde "Batıcılık" arasında debelenip duruyoruz... Bu durum ne yazık ki kültürel sömürgeleşmekten ileriye gidemiyor...

Hâl böyle olunca da ortada bu yanlışlıklardan dönmek isteyenlere karşı kuvvetli bir kazan kaldırma ısrarla süregeliyor.


Söze gelince herkes, Batı'nın kültürünü almaktan inanılmaz rahatsız ve şikayetçi...
Yılbaşı yaklaşıyor... Hemen her yer çam ağaçları, "noel baba"larla donatıldığı gibi, artık bu semboller evlerimize kadar girdi... Onlarsız yılbaşı düşünemez olduk!Çam ağaçlarını süslüyor ve "mutlu mutlu" ışıklandırıp neşeleniyoruz...


Altına hediyeler doldurup, gece yarısı, "noel baba"nın gelmesini bekliyoruz...
Şimdi; tabi ki de insanlar eğlensin; yeni yılı coşku ve heyecanla kutlasın; kutlasın da...

Adından anlaşılacağı üzere "Noel" Hıristiyanların kutsal bayramları ve "Noel baba"da buradan geliyor...

Eee; o zaman biz niye buna sahiplendik diye, sormazlar mı adama?!..

Sonra sahiplendiğimiz bu sembolleri biz filmlerde görüyorduk!.. Ve de bunlar Hıristiyan adetleri değil miydi?

Öyleyse bu yaptığımız taklit değil de nedir, söyler misiniz?
Bu kültürün bize ait olmadığını; ve bunun bir Hıristiyan geleneği olduğunu söylediğimiz de...

Vay efendim o da ne...

Kazan kalkıyor!

"İSTEMEZÜK"

Aman efendim meğerse ne kadar "Batı hayranı"mız varmış da, haberimiz yok!!!

Neymiş efendim?

Çam ağacı, "Noel baba" "evrensel"miş...

İyi... "Evrensel"liğinize devam edin...

Öte yandan, lafa gelince milliyetçiliği dillerinden düşürmeyenler, mangalda kül bırakmıyorlar...
"Dilimize sahip çıkalım!" Ne güzel...
"Türkçe konuşalım!" Aman ne iyi...

O da ne? Konuşma arasına serpiştirilmiş İngilizce sözcükler, İngilizce telaffuzlar...

Bunlar yabancı kelime! Türkçe konuşalım, Türkçe telaffuz edelim!

Mesela "okey" yerine "tamam" gibi...

"CeDe" diyelim "sidi" yerine

Kazan kalkıyor!

"İSTEMEZÜK"


Peki; kendi öz müzğimize ağırlık verelim; çocuklarımızın ruhu kendi kültürümüz ve dilimizle yıkansın...

Kazan kalkıyor!

"İSTEMEZÜK"

Bunun ne alâkası var "evrensel"likle?


Çocuklarımız ve yeni nesil, kendi müziğini tanımıyor; kendi kültüründen her geçen gün uzaklaşıp yabancılaşıyor!
İnsanlar, kendi öz kültürleriyle beslenirse varlıklarını ancak böyle devam ettirebilirler!!!

Olmaz! "evrensel" işte...

İnsanlarımız bilinçsizce bir "taklit" peşine sürüklenmiş gidiyor!
Boyunlarına "haç"lı kolyeler takıyorlar! Bu Hıristiyanların sembolü değil mi?

Vay efendim sen, "demokrat" değilsin!

Kazan kalkıyor!

"İSTEMEZÜK"

"Müslüman"ım diyorsun... Rahibeler gibi örtünüyosun ama diğer taraftan da tırnaklarına oje sürüyor,dikkat çekici makyaj yapıyor ve giyiniyorsun!

Bu çelişki değil mi?

Vay sen "din düşmanı"sın!

Kazan kalkıyor!

"İSTEMEZÜK"

Dini bayramlarımızı sulandırıp, çarpıtarak, "Batı hayranlığı"yla "entellektüel"lik adına çikolata yanında likör ikram ediyorsun! Bu nasıl bir şey?

Vay sen "yobaz"lık sergiliyorsun!

Kazan kalkıyor!

"İSTEMEZÜK"

Bütün bunlar inancımıza, geleneğimize, dilimize... uygun mu?

"Hayır!"... Söze gelince uymuyor!

Ama olsun! Yine de "evrensel" düşünüp, "evrensel" olmak adına kendimizi inkar eder...

Kazan kaldırıp, "İSTEMEZÜK!" deriz...


Sevgi ve saygılarımla!

25 Aralık 2010 Cumartesi

Bak Yine Kızıyoruz...
















"Kötülüklerin ilki ve en büyüğü, haksızlıkların cezasız kalmasıdır." Eflatun



"Basketbolda, FIBA Erkekler EuroChallenge Kupası G Grubu'nda Kıbrıs Rum Kesimi'nde oynanan Apoel-Pınar Karşıyaka maçının ardından olaylar çıktı"22.12.2010


Rum aynı Rum; Yunan aynı Yunan da... O halde değişen ne?


Pınar Karşıyaka Genel Menajeri Mala; olayların "organize bir saldırı" olduğu yönünde geniş bir açıklamada bulunuyor. Öyle ki "Karşıyaka Rum kesiminden çıkamadı!" şeklinde gazeteye manşet olabiliyor...


Pınar Karşıyakalı oyuncularımıza karşı önce spor salonunda, ardından soyunma odası koridorlarında devam eden saldırıların, "2-2,5 saat" sürmesi ve araya BM Barış Gücü'nün devreye girmesiyle ancak can güvenlikleri sağlanabiliyor!..


Pekii; o halde biz de bu "organize saldırı"nın neden önlenemediğini sormak isteriz; zira bu olayın oluş tarihi (21 Aralık 2010), oldukça ilginç... 21 Aralık 1963 yılı; tarihe "Kanlı Noel" olarak geçmiştir. Rumların bu yapmış olduğu saldırının aynısı o tarihte de Kıbrıs'ı Yunanistan'a bağlamak için gerçekleştirilmişti. Şimdi de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni, Rumlara bağlamak için gerçekleştirilen bir başka benzer saldırı daha...

21-25 Aralık'da Kıbrıs Türk halkı milli mücadele yıllarında vatan uğruna şehit edilenlerin Millî Mücadele ve Şehitler Haftası olarak anmakta...

Demek oluyor ki bu organize olayın bu tarihe denk getirilmesi de organizenin bir parçası olarak algılanmıyor mu? Hele ki güvenliğin yeteri derecede alınmaması da bunun bir işareti olarak görülüyor...

Öte yandan bu maçta görülen rezaletin bir cezası mutlak olacaktır diye düşünüyorum... Ama bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini önümüzdeki günlerde daha iyi anlayacağız. Malum; Rumlar, her zaman için ayrıcalıklı olarak değerlendirilir...

Şayet bu yaşanılanlar bizim ülkemizde ve Allah muhafaza bir de Rumlara ya da Yunanlılara tarafımızdan yapılmış olsaydı aman aman... Artık ne gibi olaylar ve yaptırımları önümüze koyarlardı... Öte yandan dünya kamuoyu ayağa kalkardı...

İnanılır gibi değil!!!

"Türklere ve Atatürk'e galiz küfürler savuran Rumlar, ırkçı sloganlar attı. Salonda sandalye yağmuruna tutulan, soyunma odasında coplu saldırıya uğrayan kafilemizin yardım talebine Rum polisinden şok cevap geldi: Yarın kapıma gelirler, sizi korumanın hesabını veremem." 23 Aralık 2010, Yeniçağ

Demem o ki... Bugün böyle yapan, yarın birleştirmeye çalıştıkları -dili,dini,kültürü,ırkı- ayrı iki milletin, Allah muhafaza sonu ne olur düşünemiyorum...

Sevgi ve saygılarımla!


21 Aralık 2010 Salı

Mâide Sûresi 51. Ayet Ve...















"Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu doğruya iletmez." Mâide Sûresi, 51. Ayet



Osmanlı'yı önce kendisine borçlandırıp ardından da Osmanlı'ya bir dediğini iki ettirmeyen Almanya; "Avrupa'da Polonya cephesinde Rus ordularıyla savaşan Almanların, salt Rusların gücünü bölüp kendilerini kurtarabilmek için Osmanlı ordusunu Sarıkamış'a sürdükleri kesindi. Osmanlı ordusunda Genelkurmay Başkanı olan Hıristiyan Alman Bronsart, Enver Paşa aracılığıyla 90.000 Müslüman Türk askerini salt bu amaçla cepheye sürmüş, bunlardan on binlercesini bu uğurda kırdırtmıştır. Her şey Almanya'nın dünyaya tek başına egemen olması için yapılıyordu, İslâm'ı bu amaç uğruna bir araç olarak kullanmaktan çekinmiyordu görevliler." Cengiz ÖZAKINCI / Türkiye'nin Siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı sf:210


"I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı devletinin Genel Kurmay Başkanlığı koltuğunda Almanların oturduğuna ve bunların Osmanlı ordusunu Alman çıkarlarının gerektirdiği biçimde cephelere sürdüklerine ilşkin utanç verici gerçek ..." sf: 213


Öte yandan "alay, tümen kolordu, ordu komutanlığında bulunmadan Almanların desteğiyle başkomutan vekilliğine atanan" (sf: 208) ve saraya damat olan Enver Paşa'nın hocası; ve 3. Ordu Komutanı olan Hasan İzzet Paşa, "Bu karda kışta, teçhizatsız birlikleri savaşa sürmenin cinayet olacağı"nı Enver Paşa'ya bildirir. Ancak Enver Paşa, "Eğer hocam olmasaydın, sizi idam ettirirdim" (sf:209) diyerek hocasını İstanbul'a yollayıp, ordunun başına kendisi geçer.


Nihayetinde... 1914'te başlayan Birinci Dünya Savaşı'nda, Osmanlı Devleti Rusya'ya karşı savaşı Almanlar için açtı. Ve bu savaşın en ağır yenilgisini Kafkas Cephesi'nde Sarıkamış'ta -Allahuekber Dağlarında- aldı... 90.000 Mehmetçiğimiz karda donarak ŞEHİT oldu!


Onları rahmetle ve saygıyla anıyoruz...


Ruhları Şad olsun...


Sevgi ve saygılarımla!

18 Aralık 2010 Cumartesi

GERÇEK














"Bir gün İsa'nın cisimleşmesini anlatıyordu, ben sordukça annem bunalıyor, kızıyor, "Bunlar anlaman değil, inanman gereken şeyler." diyordu. "Ben anlamadığım şeye inanmam." şeklinde cevaplayınca kıyamet koptu. Sen de babanın ağzıyla konuşuyorsun. İkiniz de CEHENNEMLİKSİNİZ!" diye haykırdı..." GERÇEK Cilt:II (Bordo Siyah) sf:46



18 Aralık 1930'da Atatürk'ün, İstanbul'da... Türkocağı konferans salonunda gençlere seslenişi:

"... Cumhuriyeti, onun gereklerini yüksek sesle anlatınız. Cumhuriyet ilkelerini sevdiriniz. Bunu kalplere yerleştirmek için hiçbir fırsatı ihmal etmeyiniz!"


Emile ZOLA, 19. yüzyılın ortalarında gelişen ve Fransız toplumunun çöküntü yaşadığı bir dönemin içerisinde aydınlanma mücadelesi veren bir ilkokul öğretmenini, içinde bulunduğu dönemin ve sosyal şartlar gereğince, bireylerin ancak ve ancak bilim ve akıl yoluyla aktif olarak yaşama dahil olabileceğini anlatan bir eser çıkarır. Ancak bu eserde öğretmen Marc, meşruiyetini "inanç"tan alan din sömürücülerinin toplum üzerindeki hakimiyetlerine karşı verdiği amansız mücadelesini toplumsal mutluluğun akıl ve bilimden geçeceğine işaret ederek sürdürmesiyle ortaya koyacaktır...


Marc, bu uğurda yetiştirmiş olduğu öğrencilerinin kendi zamanındaki gibi insanların, "VURDUM DUYMAZLIK" ve "MENFAAT" ilişkilerinden uzak; toplumun dertlerini "dert" edinmiş ve sorumluluklarını bilen bir nesil yetiştirmeyi başarmıştır. Toplum ahlâkı bilincini nesillere eğitim aracılığıyla aktarmasını başarmıştır. Bilim ve akıl sayesinde toplumların çağdaş seviyeye ulaşılacağına dikkat çeken ZOLA, bu eserde ilkokul öğretmeni Marc'ın "eserim" dediği öğrencilerinin büyüdüklerinde doğrunun yanında olmayı, dürüstlüğü ilke edindiğini bizzat yaşarken -emeklilik yaşamında- görmesini okuyucularına göstermiştir.


Gerçekçi akımın öncülerinden sayılan Émile Zola'nın bu eserinde bahsettiği üzere; Fransız İhtilâli'den sonra iktidara gelen Cumhuriyet rejimiyle birlikte asilzadelerin, papazların ve burjuva kesiminin elinde tuttukları saray imtiyazları kaybedilmişti.


Ancak bir süre sonra din kullanılarak "YOBAZLIK" yayılmış ve eskiye dönüş hızla görülmeye başlanmıştır. Bu sayede dini kurumlar adeta ticarethaneye getirilmiş, din adamları -papazlar- güç ve iktidar hırsıyla tekrar burjuva ve asilzadeler sınıfıyla ilişki içerisine girmiştir. Nihayetinde ise Fransız Devrimi'ni gerçekleştiren işçi ve köylü sınıfı yine yoksullaşmış ve yine "halk egemenliği"nden dışlanarak uzaklaşmıştır.


ZOLA, eserinde kaleme aldığı bu dönemi anlatırken, kahramanı böyle bir ortamda küçük bir kasaba olan Maillebois'da Kardeşler Din Okulu'nda eğitim gören Zéphir; iğrenç emellere alet edilerek vahşice öldürülmesiyle olaylar gelişmeye başlar.

Şüphesiz ki bu olayın "suçlu"su olarak gericilerin işaret ettiği üzere Cumhuriyet'i savunan ilkokul öğretmeni Simon gösterilmiştir... Bu olayın aydınlanmasına yukarıda kısaca değindiğimiz kesimlerin engel olması romanın konusunu genişletmiştir.


İşte bu durumda Simon'u yakından tanıyan arkadaşı Marc ve Simon'un ağabeyi ile birlikte çok az sayıda cumhuriyet taraftarı kişi, olayın yıllar süren mücadelesini, yılmadan takipçisi olmayı üstlenmişlerdir. Tabii, başlattıkları hukuk süreciyle birlikte bir toplumsal mücadelenin ağırlığı altında sonuca zaferle ulaşmanın hazzını gözler önüne sermeyi ustaca başarmıştır. Yıllar sonra öğretmen Marc'ın öğrencilerinde gördüğü aydınlığı, çocuklarının da çocuklarına aktarmasıyla doruğa ulaştırmıştır.


Demem o ki... Mustafa Kemal ATATÜRK, Cumhuriyeti gençliğe iyi anlatmamızı istemektedir. Ve kısaca bahsetmeye çalıştığım; "Gerçek" adlı eserle birlikte zihnimde beliren en önemli nokta; Büyük Önder Atatürk'ün ifadesinde işaret ettiği akıl ve bilime dayalı Çağdaş, Modern Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin emanetçisi Türk gençliğinin yanı sıra, onları yetiştiren öğretmenlerin de uyarılmasının istenmesidir...

Şüphesiz ki bu sayede "Cumhuriyet ilelebet payidar kalacaktır."...

Sevgi ve saygılarımla!

15 Aralık 2010 Çarşamba

Allah'ım Sen Aklıma Mukayyet Ol!!!














"Mutlu insan, hakkını bilen ve isteyen insandır."



2. Dünya Savaşı'nın bitiminin hemen akabinde 10 Aralık 1948 yılında "İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi" kabul edilerek yayınlanıyor...


İçinde bulunduğumuz süreç itibariyle dünya yeni bir savaşa ısınıyor; ve hızla yeni bir "dünya savaşı"nın alarmını veriyor... Zira bu "savaş"ı fitilleyecek kılıfın adı da "yeni dünya düzeni"ni oluşturmak olarak nitelendiriliyor. Üstelik bunun için de "demokrasi", "özgürlük", "insan hakları" kullanılarak yola çıkılıyor iyi mi?!


İyi de, dünya milletlerinin kabul ettiği zaten bir "İnsan Hakları Evrensel Bildirge"si yok mu?!..


Var; var olmasına da onu yazanlar zaten bu "hakları" ihlal edenler olduğu o kadar çok açığa çıktı ki!.. İşte bu nedenle "şapka düştü, kel göründü" hesabı bir yenisini yazmaya ihtiyaç duyuluyor sanırım...


Neyse... biz şimdi bunları bir kenara bırakalım da dün Vatan Gazetesi'nin üst manşetine çekilmiş bir haberden bahsedelim:


Zira haberi okuduğumda kanımın donduğunu hissettim! Ve galiba "dünyanın sonu geldi" diyenlere "haklı"lık payı çıkartacak düşüncelerin bir kanıtı da bu olsa gerek diye düşünmeden edemedim... Ruhumun utanç duygularıyla karışık karanlık bir bilinmezliğe sürüklendiğini de itiraf edebilirim...

Peki neden bu haberi gündemime aldığım zihinlerde yer edebilir... Hiç kuşkusuz bu haberi ne duymak ne de paylaşmak istemediğim kesin.. Ancak biz ne kadar görmezden gelsek de öte yandan bu aymazlar, ciddi anlamda konuyu "yasa"laştırmaya kararlılar... Ve yine "Dünya İnsan Hakları Günü" münasebetiyle konuyu iyi anlayabilmeme neden olan bu aşağılık bilgiyi hatırlamadan geçemedim. Çünkü;

"Tamam işte şimdi oldu! Bu haber, Batılı güçlerin tam da aradığı insan haklarına (!) çok uygun bir malzeme... Ne de olsa hastalıklı genlerine uygun bir dolgu malzemesi" diye düşündüm... Bunu düşünmenin onlar için bir haksızlık olmadığının kanıtı olarak, tarihe ve günümüze bakmak yeterli olacaktır diye düşünüyorum...

Şimdi, insanlık dışı, hastalıklı ruhun belirtisi ve açık kanıtı olan o haberin başlığına izninizle istemeden de olsa özür dileyerek yer vereceğim:

"İsviçre, ensest ilişki konusundaki yasaları demode olduğu gerekçesiyle iptal etmeye hazırlanıyor. İsviçre Senatosu'nun hazırladığı yasa taslağına göre, aynı aile üyelerinin kendi rızalarıyla cinsel ilişkiye girmesi artık suç sayılmayacak." 14.12.2010, Vatan
Haberin kaynağı yasal ve meşru zeminde hazırlanıyor...

Neredeymiş?

Hani dünyanın en "medeni" ve "demokratik" ülkelerinden örnek gösterilen İS-VİÇ-RE!!!

Hem de "medeni" ülkenin yasa yapıcı yeri olan se-na-to-da!!!

Güzel (!) ... Ne için çıkarılıyor bu yasa?

"özgürlük" olabilir mi?!..

Aferin İsviçre Senatosu'na!!! Ve tebrikler, İsviçreli yetkililer!!!

Zira insanlara insanlığı unutturmaya ve adeta insanı "hayvan"laştırmanın yolunu açmaya davetiye çıkarmak işte böyle olur!!!

Allah'ım sen aklıma mukayyet ol!!!

Neler duyuyoruz?!..

Bu insanlık adına bir onursuzluk ve insanlığın intiharına eş değerdir!!! Neler oluyor demeyin?.. Neler olduğunu iyi görün, duyun!!! Görünüz ki artık, "tek dişi kalmış canavar"lar, insanlığı bitirme noktasına kadar getirdiler!!! Bu ahlâksızlık, dünyanın sonunu hazırlamaktan öteye geçmeyecek kadar iğrenç bir sürecin habercisi olduğuna açık bir işarettir!


Anlaşıldığı üzere, dünyada milyonlarca insanın çektiği işkence, zulüm, acı ve gözyaşı... Açık sömürülerin yanında, çıkarılmaya hazırlanılan bu rezil "yasa"yı insanlık adına şiddetle lanetliyorum!!!

Yazıklar Olsun!

Sevgi ve saygılarımla!

12 Aralık 2010 Pazar

"İstiklâl"imize Telif Hakkı














"Türkler her şeyini feda eder, ama istiklâlini asla!"Loyd George



Bir Alman meslek birliği tarafından Almanya'daki Türk okullarında İstiklâl Marşı'mızın okunması karşılığında telif hakkı istediğini hayretler içerisinde öğrendik... Öyleki bu durumdan etkilenmiş olan bir öğrencim (Yağız YILMAZ) sınıfta, "öğretmenim İstiklâl Marşı'mızı elimizden alıyorlarmış!.." diyerek konu üzerindeki şaşkınlığını ve o içten gelen incinmiş gururunu ifade eden üzüntüsünü ortaya koydu...


Şimdi telif hakkı yok diye biz, öz ve öz marşımızı söyleyemeyecekmişiz öyle mi?


Pek yakında Türkçe de konuşamazsınız, Kelime-i Şehadet de getiremezsiniz... ne bileyim hatta yaşayamazsınız da diyebilirler... Zira siz efendilere (!) yaşamak için telif hakkı vermek zorundayız (!) değil mi?.. Tıpkı "Türk'sün, tuvalet hakkın yok!" (11.12.2010, VATAN) diyebilecak kadar bayağılaşıldığı gibi...


Heyhat! "Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın." diyen Mehmet Akif ERSOY'un sözlerini hatırlatmak isterim...


Hangi güç ve kuvvet bizi bu marşı söylemekten alıkoyabilir ki?..


İstiklâl Marşı, Türk milletinin bağımsızlığının ve gücünün simgesi olan, vatanseverlik duygusunun ifadesi olarak kan ile yazılmıştır!!!


Bu akıl almaz plânda olduğu gibi, öyle Batılı güçlerin sinsice yapmış oldukları plânlarını yaşatmak için türlü yollardan dolanarak altından bir şeyler çıkarma gayretleri beyhude arayışlardır!!! Bu da iyi biline...


Şimdi merak ettiğim bu akıl alamaz sinsiliğin perde arkası bir yana, acaba diğer ülkelerin milli marşları üzerinde de telif hakkı arandı mı?..

Yoksa bu sadece ve sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne ve Türk milletine özgü bir tutum mu?..

Öte yandan, bu davranışla milli marşımızı "sıradan" hale dönüştürme gayreti mi zihinlere yerleştirilmeye çalışılıyor?

Veya bu durumu fırsat belleyen bir kesime, kulaktan kulağa fısıldanmış "söylenmekte zorlanılıyor, güftesi değiştirilsin" dedikodusunu hayata geçirmek için bir koridor mu açılmaya çalışılıyor?..

Ve... "Tek dişi kalmış canavar" efendilere (!) sormak isterim:

"Hakkıdır, Hakk'a tapan Miletimin İSTİKLAL!" dizeleriyle Kurtuluş Savaşı'nı veren ve milletine mal olmuş İstiklâl Marşı yerine, Beethoven'in Hıristiyanlık ve kutsal değerlerini anlatan 9. Senfonisini mi söyleyelim?.. Ne de olsa AB millî marşı değil mi?!!!

Bu durumda görünen o ki.. diğer milletlerle birlikte kendilerinin milli marşları için; telif hakkı diye bir şey sözkonusu değil herhalde?!..


Sevgi ve saygılarımla!

8 Aralık 2010 Çarşamba

Bihaber Olmuşuz... Haberiniz Var mı?
















"Sadece bir iyi vardır, bilgi; ve sadece bir kötü vardır, cehalet." Sokrates



Günlerdir "WikiLeaks" depremi ile dünya sarsılıyor... ülkemiz de ise "dedikodu" kriptosu olarak zihinlerde yer buluyor... da bir kaç gün önceki akşam, bir televizyon kanalının ana haber bülteninde bu konuya ilişkin sokaktaki vatandaşlara mikrofon uzatılıyor; ve... Kendimi ekran karşısında gülmekten alamadım desem vallahi yalan olmayacaktır. Zira haberi yapan şahıs, vatandaşlarımıza tek tek soruyor:


"WikiLeaks nedir?"

Ah... inanılmaz cevaplar karşısında gülmemek elde mi...

Misal, "spor çeşidi, marka adı, yiyecek, şampuan, ilaç... Hatta, bu en ilginci -ki anında yazıyor- bir vatandaşımız:


"Kestane çeşidi" diyor... Üstelik Balıkesir'de yetişen bir cinsmiş... kısaca her derde deva olacak kadar da şifalı olduğunun altını da ısrarla çiziyor... :)


Ah, bu durum karşısında ne denilir, bilemiyorum... Ama ben, bu durumu içler acısı bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzun açık bir kanıtı olarak değerlendirdim. Ne bileyim, ekranda gördüklerim karşısında, insanlar için dışarıdan bakıldığında hepsinin de günlük yaşamdan haberdar "aydın" sayılacak bir intibaya sahip duruyorlar... Ama ne yazık ki.. dünyadan bihaber olduklarına millet olarak tanık olduk!!! Gerçekten utanç verici bir tabloydu gördüklerim...


Diyeceğim... Toplum olarak, biz nelerle uğraşıyoruz ki... bu denli geniş çapta basında yer bulan ve dünyayı sarsan bir habere kulağımız tıkalı olmuş...

Üstelik Ankara, İstanbul gibi ülkemizin "kültür oranına yüksek derecede sahip olan" şehirlerini temsil ettiğine inadığımız; ve görüntüde hepsinin de okur-yazarlığı tescilli olan, iş-güç sahibi "kocaman kocaman" insanların verdikleri cevap, ülke olarak utanılacak bir konumun yansımaları sayılacak nitelikteydi...

Görünen o ki... Millet olarak televizyonu dünya ve ülke gündeminin sorunlarından uzaklaşmanın bir aracı olarak kullanmayı ilke edinmişiz...

Eh o zaman ne diyelim; "gelecek" hepimize hayırlı uğurlu olsun!!!

Sevgi ve saygılarımla!

5 Aralık 2010 Pazar

Dünden Bugüne...

















"Eski Türk destanlarında kadın erkeğinin her daim yanındadır. Kadın erkeğinin güç ve ilham kaynağı kabul edilirdi."



Türklerin tarihten gelen kültürü arasında göze çarpan bir yücelik vardır ki...

Bugün Türk kadınlarının seçme ve seçilme hakkını elde ettiği tarihtir.


Yazımda bu konuyu ele alırken amacım Türklerin tarihten gelen dünya ölçeğindeki kadına bakışıyla birlikte diğer toplumların da kadına bakışını ele alarak, bir kıyaslama yapmak istememdir.

Eski Türk toplumlarında;

Aile kavramının değeri yüksek bir yer tutardı. Zira ailenin temel yapı taşı olarak bilinen ve kabul gören kadını, erkeğin can yoldaşı, çocuklarının anası olarak yüce bir konuma oturtması söz konusuydu...

"Kadın, Türk milletinin bereket kaynağı olmuştur. Ve kendisine verilen haklardan dolayı hakanların, cengaverlerin, önünde saygıyla eğildikleri bir şeref abidesidir."


Türk destanlarında kadın ilahi bir varlık konumuna getirilmiştir. Ve bütün kadınların yeri sarsılmaz sevgi ve saygı üzerinde sadakatla taçlandırılmıştır. Söz gelimi "kadınların savaşta düşmanın eline geçmesi büyük bir zillet sayılırdı. Oğuz Kağan Destanı'nda ırza tecavüz edenlerin öldürüldüğü veya gözlerine mil çekildiği ifade edilmektedir."


İslâm öncesi Türk topluluklarında kadına böyle bir bakış açısı varken, diğer topluluklarda ise kadın, feci bir durumdaydı...

Örneğin, cahiliye dönemi Arapların kadına bakışı (ki malum aynı zihniyetin kalıntıları günümüzde dahi sürdürülmekte... Suudi Arabistan'da kadının oy hakkı yok, araba kullanması yasak olması gibi...) kadının kocası yanındaki değeri, alınıp satılan bir maldan farksızdı... Kız çocukları diri diri gömülüyordu ve kız çocuğu doğurmak neredeyse suçlu olmak gibiydi...


Öte yandan 16. yüzyıla kadar Batı toplumlarının kadına bakışı da farklı değildi. Mesela İngiltere'de kocalar karılarını satabiliyorlardı... Kadını "mundar" olarak görüp, İncil okuması yasak edilmişti. Ve yine Hıristiyanlarda kadına şeytan gözüyle bakılıyordu hemen bir örnek vermek isterim;

Notre Dame'ın Kamburu'nu okuyanlar, bunu açıklıkla idrak etmiş olacaklardır... Aslında bir kaç günden beri kripto dedikoduları ile gündem sarsılırken ben de bu kelimeyi tam burada kullanarak, Victor Hugo'nun eserindeki kriptosu olarak nitelendirmek istiyorum. Yani Victor Hugo'nun o dönemin kilise yönetiminin kadına bakışını anlatan kripto...

Oysa en eski çağlardan bu yana Türklerin anlayışında, Türk kadını toplumun şerefli bir ferdi olarak itibar görmüştür. "Türk kadınının böyle ihtişam içinde ve saygı görerek yaşaması Türk karakter ve kültürünün yüksek değerini ifade eder."...

Ve nihayet... 5 Aralık 1934 yılında Büyük Önder Atatürk, Türk kadınına dünyada bir çok topluluktan önce onlara seçme ve seçilme hakkını anayasal zeminde vermiştir.


Bu bağlamda Türk kadını olarak, Büyük Önder Atatürk'e olan saygımızı ve minnetimizi bir kez daha hatırlayarak ve hatırlatarak, bu onurlu günümüzü kutlamaktan kıvanç duyarım...


Sevgi ve saygılarımla!



2 Aralık 2010 Perşembe

Vay Vay Vay...















"Sorunlu dünyamızda uyumlu yaşamamızın dayanağı kimliklerimizin çoğulluğudur."



Belçika devlet televizyonunda düzenlenen bir yarışmada Türklere hakaret edildi.


Yarışmada Fransız düşünür Voltaire'in, "Dünya yüzündeki en iğrenç halk" olarak hangi milleti tanımladığı sorusunda itiraf ettiği doğru seçenek "Yahudiler" yerine "Türkler" seçeneğini tercih etti...

Peki bu rezaletin yaşanmasına izin veren Belçika devlet televizyonuna mı, yarışma sorularını hazırlayanların böyle "iğrenç" bir soruya seçenek olarak "Türkler"in yerleştirilmesine mi, yoksa bu soruya yanıt olarak "Türkler"i işaret eden sefil yarışmacıya mı kızıp söylenelim?!..

Gelin isterseniz bu sorgulamayı bir kenara bırakarak, bu rezalet soruyu hazırlayan Belçika'nın siciline bir bakalım:



1. Dünya Savaşı'nın hemen sonrasında Ruanda'nın yönetimini alan ve İnsan haklarının yılmaz savunucusu (!) Belçikalılar, "Ruandalılara kahve tarlalarında çalışma zorunluluğu ve çalışmayanlar için kırbaçla cezalandırma" yasası getiriyor!

Ancak Belçikalılar Ruandalıları kontol altında tutmak için etnik ayrıştırmaya giriştiler. "Koloni güçlerine kolaylık olması amacıyla, herkese ırkını gösteren kimlikler dağıtıldı. Aslında ortak olan dil-gelenek-etnik geçmişleri ve kültürleri yok sayılarak, bir tür yapay ırksal ayrımcılığa başlandı.

Belçikalı yöneticiler ayrımcılığı körüklemek amacıyla, işe alımlardan hastane kabullerine kadar bütün kararları ırksal farklılıklara göre almaya başladılar... İnsanların hangi ırktan olduğuna karar verilirken bazı objektiflikten uzak ve akıl dışı kriterler kullanılmıştır...

2. Dünya Savaşı'nın sonlanmasınıyla birlikte bağımsızlığa hazırlanan Ruanda yönetimi, Birleşmiş Milletlere verildi. Belçikalıların desteğini alan Ruanda yönetimi, eski yönetimin devamı sayılan faaliyetlerle çıkartılan kargaşalarda on binlerce kardeşin birbirlerini öldürmelerine vesile oldular. 160 bin kişi Tanzanya ve Uganda'ya sığındı..."

1 Ocak 1990'dan 1992'ye kadar bir iç savaş yaşandı...

Lütfen bu kısmı dikkatle okuyunuz!!!

"En ücra köylere kadar her yerde Interahamwe adı verilen yerel yarı-askeri örgütler kurularak Tutsiler ve ılımlı Hutular (hepsi de Ruandalı!) fişlendi. Ülkenin ekonomisi silah alımına uygun olmadığı için Çin'e yüzbinlerce satır siparişi verildi. Satır verilemeyenlere ise, sivri uçlu sopalar verilerek bunları yakında başlayacak olan "böcek" avında kullanmaları söylendi. Bütün bu hazırlıkların farkında olan Hutu hükümeti önlem olarak hiçbir şey yapmamıştır."

Ve nihayet 6 Nisan 1994'te en kanlı tarih yaşandı! Katliam başlamıştı... Interahamwe üyeleri ellerindeki listelere bakarak, kıyıma başladılar...

Sonuç;

100 gün içinde bölgede 800.000'e yakın insan öldürülmüş, 2.000.000 kişi komşu ülkelere mülteci olarak sığınmıştır. Tüm devlet kurumları çökmüş, ekili alan kalmamıştır...

31 Mart 2005'te iç savaş sona ermiştir.


Bu iğrenç tezgahın sahipleri ve işbirlikçileri olayı sadece seyretmekle yetinmişlerdir..

İnsan haklarının yılmaz bir başka savunucusu (!) olan Fransa Eski Cumhurbaşkanı François Mitterand gelişmeler üzerine;

"O ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil." (Le Figaro, 12 Ocak 1998) şeklinde bir açıklama yapmıştır. Hakikaten bu açıklama gözlerimi yaşarttı... İnsan haklarını bu denli onurlu (!) savunacak başka bir ifade düşünemiyorum, TEBRİKLER Mitterand!!!

Şimdi buradan Belçikalılara izninizle bir sorum olacak:

Bütün yaşanılan bu acı gerçekler karşısında, acaba hangi "millet" "iğrenç" oluyormuş?!..


Sevgi ve saygılarımla!