29 Temmuz 2009 Çarşamba

Koşula Dayalı...
















"İnsanoğlu yaşadığı sürece birçok insanla görüşür, dostluk kurar, fikir alışverişinde bulunur. Bazı kimseler vardır ki, düşünceleri ile, yaşantıları ile, olaylar karşısında takındıkları tavırlar ile söyledikleri sözlerle sizi ömür boyu etkilerler. Size yepyeni bir bakış açısı, yaşama üslûbu kazandırırlar."



Sıradışı olmak; anlam itibariyle insanın kendisini yeterli hissetmesiyle başlayan bir sürecin devamı olarak algılıyorum. Zira belli ölçütlere sahip olmak, işini iyi yapabilmek bugün neredeyse yok denilecek kadar azaldı desek doğru olacaktır. Niçin bu tespitte bulunuyoruz, sorusuna hiç kuşkusuz verilecek cevap, "mevki" ve "para"nın çok hassas bir noktaya taşınmış olması gerçeğidir. Ne yazık ki günümüzde her koşul, bu iki noktada esas bularak, ilişkiler kurulup, değerlendirmeler yapılmaktadır. Toplum da buna göre şekil alıyor ve bu doğrultuda davranış kazanıyor. Hiç kimse elindekiyle yetinmeyi düşünmüyor. Hep başkası ile kıyas götürerek, şartlarını zorlamayı hedef sayıyor. O zaman da daima mutsuzluğu yaşamak kaçınılmaz bir gerçek oluyor. Buradan yola çıkarak günümüz insanlarının sürüklenmeye çalışıldığı nokta; insanlar arasında "zümre" yaratmak düşüncesi. Mesela, "mevki" anlamında birliktelik yaratmak. Yine "para"ya dayalı birlikteliklerle ayrıcalıklı yaşam sürdürmek. Bunu yaparken mekanların ayrı tutulması, yaşam tarzları, toplumun üstünde yer edinilmesi; hepsi de ayrıcalık yaratmak gibi bir arzuya dönüşmektedir. Böylelikle yaratılan, ayrıcalıklı -maddiyata dayalı- yaşamın kendilerince sıradışılık hissiyle, ruhlarında yapay oluşturulan sözde mutluluğa tanıklık etmiş oluyoruz. Aslında burada oluşan yürek burkucu olay; vicdanın yok oluşuyla ilgili gelişmelerdir...




Bir insanı beyin olarak doyuran en önemli etken, kitap okumaktır. Ancak günümüze baktığımız zaman, bu önemli ayrıcalık neredeyse değersiz hale dönüştürülmek isteniyor. Yani "okusam ne kazanacağım ki?" sorusu belleklere kayıt edilmeye çalışılıyor. Evet, "okusam ne kazanacağım?" Görüldüğü üzere, herşey maddi anlama bağlanarak, günümüz anlayışıyla kısa yoldan kazanç elde etmenin peşine düşmek amaç haline gelmiştir. Özellikle son 20 yıl, bu durumun hız kazandığı, hatta zirve yaptığı süreçtir. İnsanlar artık kitap okumuyor! Kitap okumayan insanın düşünme yeteneği ve görüş alanının dar olduğu gerçeğini göz önünde bulundurursak, günümüzde insanların düşünerek, muhakeme yaparak yaşamı algılama yerine, aynı kaderin paylaşımı üzerine, yani topluluk ruhu ile hareket edildiği anlayışı görülüyor. Yani bu anlayışla toplu halde rahatlayıp, toplu halde üzüntü ve kaygıyı duyarak, yalnızlıktan kurtulmuş oluyorlar. Peki bu durumda SEVGİ kavramı nasıl oluyor derseniz, ne yazık ki bu yüce kavram da diğerleri gibi nasibini alarak, koşula bağlanıyor. Biraz açarsak, koşulsuz sevginin bir tek anne ve babaya ait olduğu düşüncesi dışında gerçek sevgi, yerini koşullu sevgiye bırakmıştır. Tıpkı arkadaş ilişkililerinde oluştuğu gibi. Yani samimiyetsizlik yaşamın her tarafını sararken, yüreğimizdeki ve vicdanımızdaki harika hisleride alıp götürdü. İnsanı, insan yapan duygular, düşünceler, davranışlar değersizleştirildi, koşullandırıldı ve bu hisleri yaşamayı da, topluluk ruhuna devredildi. Kısaca kişisel özgüven ve bireysel hareket kaybedildi!



Peki buradan tekrar sıradışı olmaya gelirsek, demek oluyor ki insanın davranışı düşünceleriyle birlikte hareket eder. Tüm bunlarla donanımlı olmak, yani kendini yeterli hissetmek bir insanı sıradışı yapabilir mi, sorusuna karşılık vermek gerekirse "evet" yapar. O halde sıradışı olmak, yapılan işi farklılaştırarak, ona yeni akıllar katmakla gerçekleşir. Bilinenlerin, yapılanların aksine yeni bir bakış; kişiyi veya toplumu harekete geçirecek, düşünmeye sevkedecek fikirlerin ortaya konulması, mesela bir sıradışılık olarak algılanabilir. Ya da ne bileyim ezberlerin bozulması gibi. Toplumda ortak bilinen düşüncelere farklı boyut getirerek, akıl katılması gibi...




Evet, tüm bunların yanında çılgınca davranışları sergilemek, elbette ki sıradışı olmak anlamı taşımıyor. Bu tamamiyle farklı bir durum. İnsanın aklına gelen her davranışı yapmak çılgınlık olabilir, bunun adı sıradışılık değildir. Hemen günümüzden bir örnek verelim; Michael Jackson çılgın bir hayat yaşadı; ama asla sıradışı olmadı. Bu örneği, çılgınlıkla sıradışılığı ayırt etmek için ortaya koymak istedim.
Yine kendi içimizden sıradışı olarak bilinen Vali Recep YAZICIOĞU'nu işaret etmek isterim:
Sistemin işleyişine sık sık ağır eleştiriler getiren ve sözünü esirgemeden düşüncelerini ifade eden Recep Yazıcıoğlu; gerek söylemleri, gerekse davranışlarıyla sıradışı bir kişilik olarak tanınmaktaydı.



Günümüzden yola çıkarak, kısaca içine düştüğümüz mutsuzlukların belki de kilit noktası, insanın koşuldan ve tutkulardan uzak bir şekilde yaşamını sürdürmesi en doğru olanıdır. İnsanı, insan yapan ve insanı diğerlerinden ayırt edici özellikleri olan değerlere, değersizlik katmadan sahiplenmek zorundayız. Zira insanlar, sevgi dolu ilişkilere ihtiyaç duyar. Hepimiz yakın sosyal ilişkilerden fayda görürüz. Mutluluğa ulaşmak için kıyaslama yapmaktan kaçınmak gerekir. Hayatımızı başkalarınınkiyle kıyaslamak onu değiştirmez. Gerçekte kim olduğumuzla ilgili olarak mutlu olmak durumundayız. Başkalarıyla kıyaslayarak, onu taklit ederek ruhumuz mutlu olamaz! Bu durumda da sağlıklı ilişkiler kuramadığımız gibi, sağlam bir kişiliğimiz de olmayacaktır.


Sevgi ve saygılarımla!

24 Temmuz 2009 Cuma

Sevr'den Lozan'a...












"Düşmanlarınızı affedin bu bir büyüklüktür. Ama onları unutmak büyük bir aptallıktır."
John Ford Kennedy



DEĞER VERMEK

Bir gün New York' ta bir grup iş arkadaşı yemek molasında dışarıya
çıkarlar, gruptan biri kızılderilidir. Yolda yürürken insan
kalabalığı, siren sesleri, yolda calışma yapan işcilerin araçlarının
çıkardığı gürültü, araçların korna sesleri arasında ilerlerken
kızılderili kulağına cır cır böceği sesinin geldiğini söyler ve
aranmaya başlar. Arkadasları bu gürültünün arasında bu sesi
duyamayacağını kendisinin öyle zannettiğini söyleyip yollarına devam
ederler. Aralarından bir tanesi inanmasada onunla birlikte aramaya
devam eder. Kızılderili caddenin karşısına doğru yürür arkadaşıda
arkasından takip eder ve o binaların arasında bir kaç tutam yeşilliğin
arasında gercekten bir cır cır böceği bulurlar. Arkadaşı kızılderiliye
"senin insanüstü güçlerin var bu sesi nasıl duydun" diye sorar,
kizilderili ise bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmaya
gerek olmadığını söyleyerek arkadaşına kendisini izlemesini söyler.
Kaldırıma geçerler ve kızılderili cebinden çıkardığı bozuk parayı
kaldırımda yuvarla atar. Bir çok insan bozuk para sesinin ceplerinden
düşen bir paramı diye sesin geldiği yöne doğru bakar kızılderili
arkadaşına dönerek,
- "Gördün mü ? Önemli olan nelere değer verdiğin ve neleri
önemsediğine bağlıdır. Herşeyi ona göre duyar, görür ve hissedersin"
der !... Yani,
DEĞER VERMEK ÖNEMLİ DEĞİL, NEYE DEĞER VERDİĞİN ÖNEMLİ

*********

Bugün; Türkiye Cumhuruiyeti'ni taçlandıran ve Birinci Dünya Savaşı'ından sonra imzalanan uluslararası antlaşmalardan, Lozan Antlaşması'nın 86. yıldönümüdür. Bilindiği üzere Sevr Antlaşması, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İtilâf Devletleri ile Osmanlı Devleti arasında 10 Ağustos 1920'de imzalanan barış antlaşmasıdır. Ancak bu antlaşma 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması ile sona ermiştir.



O günden bu yana Lozan'ı etkisiz kılmak için, Batılı devletler ülkemiz üzerinde çeşitli faaliyetlerle sürekli bir tehdit oluşturmaktadır. Hatta bu yönde çeşitli kulislerle Lozan'ı küçümsetmeye çalışılarak, kendi aramıza ayrılıklar dahi atmıştır. Oysa Kurtuluş Savaşı'nı verdiğimiz yıllara bir bakalım: Kahraman ordumuzun, ayağında çarığı, üzerinde elbisesi dahi yoktu! Halk perişan aç ve susuzdu! Ama buna rağmen bebeğinin kundak bezini cephaneyi korumak için saracak kadar da, yüreği vatan duygusuyla doluydu! İşte bu duygu ve düşüncelerle Türk milleti onurunu, namusunu, bağımsızlığını korumak, kollamak ve kurtarmak için yediden yetmişe vargücüyle savaşarak bu vatan topraklarını kazandı. Lozan Antlaşması'yla da tüm dünyaya ilân edilmiş oldu.



Bugün, bu topraklarda yaşayabiliyorsak ve dünyada saygın yerimizi koruyabiliyorsak şüphesiz ki Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları sayesindedir. Ve Atatürk ömrü vefa ettiği süre içerisinde bu millet için gayret sarf etmiştir. Ölüm döşeğinde bile hastalığını hiçe sayarak, düşmandan gizleyerek, yaptığı çalışmalarla masa başında Hatay'ı milli sınırlar içerisine dahil etmeyi başarmıştır. Yine Montrö Antlaşması'yla uluslarası alanda Boğazların kontrolünü Türk egemenliğine devredilmesini sağlamıştır! Demek oluyor ki, bundan sonra bu başarılarımızın devamı ile birlikte koruyup, kollamak ve güçlendirmekte bizlerin görevidir.



Yazımın başında ibretlik saydığım bir hikayeye yer verdim. Buradan kısaca ifade etmek istediğim şey, DEĞER kavramını iyi tespit etmemiz gerekiyor. Bugün bu kavramların karıştırılarak yeni bir yaşam modeli sunan zihniyetleri iyi teşhis etmek durumundayız. Zira kafa karıştırılarak oluşturulmak istenen şey değerlerimizi tamamen kaybetmemiz içindir. Bu durumda da ortak paydalarımız daralacak; hatta oradan küçük cemaatler yaratılmaya çalışılmaktadır. Zira emperyalist güçlerin tek felsefesi var; o da, "böl, parçala yönet" Bu durumda da bölgede yaptıkları gibi, bizi de etnik ve inanç anlamda ayrıştırmaya gayret ediliyor! Başka türlü tapraklarımızı nasıl elde edebilirler ki?


Sevgi ve saygılarımla!



22 Temmuz 2009 Çarşamba

DİKKAT!















"Çok zeki olduğumdan değil, sadece sorunların üstünde daha çok duruyorum." Einstein

*

Televizyon kanallarını geziyorum ve biraz eğlenmek amacıyla müzik yarışması zannettiğim bir programa takılıyorum. Neyse, konuyu çok eğip bükmeden, direk izlenimlerimle birlikte değerlendirme yapmak istiyorum. Önce kameralar karşısında yarışmacıların düz ara konunun uzmanı ya da uzmanı olmayan kişilerce sorguya çekilmelerinden öte anladığım, aslında insanlara taklitden uzak durmaları yönünde mesaj vermeye çalışmaları. Ancak öte yandan, annesiyle birlikte 11-12 yaşlarındaki kız çocuğunu tam bir genç kız havalarında giydirilip, süsletilerek, eline mikrofon tutuşturulup sahneye çıkartılmasına da hep birlikte şahit oluyoruz.
*
*
Vallahi aferin!.. İşte size tüm çocuklara özendirici propoganda!.. O yaştaki çocukların oralarda işi ne?! Hadi ailesi cahil diyelim; peki, programı hazırlayanlar ve ilgili sorumlular neredeler? Bu durumu gören çocuklar, "renkli hayat" dayatmaları karşısında okumayı ne yapsınlar? Zira okuyanlar kültür alanında, bilimsel alanda oralarda boy gösteremezler!.. Allah korusun; sonra insanlarımıza iyi örnek olunur! Varsa yoksa, sorsan ki "Türkiye'nin başkenti neredir?" buna dahi yanıt veremeyecek kapasitedeki kişilerin cirit attığı, özendirildiği, boy boy yedi sülalesiyle birlikte "Nerede, ne halt işliyorlar?" sorularına, gün boyu aranılan cevaplarla, beyinlerimiz bir yöne çalışır hale getirildi!!!
*
*****
*
Neyse biz gene konumuza dönerek, içler acısı, "zavallı" durumumuzu gözden geçirmeye devam edelim. Kız çocuğunun şarkı sözlerini unuttuğu yönündeki sohbetlerin arasına büyük bir hayranlıkla sunucunun bizlere bir meziyet (!) aktarır gibi "Titanik" filminden hatırlayacağımız Selin Dion'un şarkısını İngilizce olarak çok iyi okuduğunu ilan etti! Doğal olarak arkasından çocuğa bu şarkıyı büyük övgüler ve hayranlıklar eşliğinde söyletildi. O da ne, jüri üyelerinden medyatik şahıs da (Seba TÜMER) o lakayt tavrıyla şarkıyı büyük bir gururla mırıldanmaya başladı bile!.. İşte bu!.. Ezikliğin, aşağılanmanın görüntüsü, yerini büyük bir gurura (!) büyük bir asalete (!) bırakılmaya çalışılıyor... Ekran karşısında UTANÇ duyuyorum! Bir insan bu kadar kendisini aşağılayabilir! Yani, orada çocuğa İngilizce bir şarkıyı söyletip, ardından çocuğun hep yabancı parçalar söyleyerek büyütüldüğü gibi, özenti ruhlarının dışa yansımasını görenler gördü...

Ne oluyor, bu kadar yabancı hayranlığı niye? Bizi, bu kadar aşağı gösterecek kadar, kültür ve musikimizden niçin utanılır, bunu gerçekten anlayamıyorum! Zira gelinen ve istenilen nokta itibariyle yabancı kültürün etkisine girmeye dönüştüğümüz kesin. Şimdi bu görüntüleri gören "cahil aileler", henüz hiç bir şeyin farkında olmayan çocuklarımız ve gençlerimiz neye özenip, hedeflerini ona göre belirleyecekler? Yazıklar olsun!!!
*
*****
*
Şu bir gerçek ki; bu türden özenti duyanlar, taklit edenler tamamiyle "MASKARA" o-lu-yor-lar!!!! Aslını inkâr etmek haramzadedir! Neyi inkar edip, neye özeniyorsunuz? Bu kadar özenmenin altında yatan bir o kadar da aşağılık duyguları vardır! Yok, şayet bütün bunlar kendinize "entel" sıfatı verdirmekse; inanınız "madara" olmaktan öteye geçemediğiniz gibi, sizi gören yabancılar içlerinden gülüyorlardır!!! Tüm mesele bu işte! Tek derdimiz ve düşüncemiz "Vallahi, aslında biz de sizler gibiyiz! Sizler gibi olmaya çalışıyoruz! Lütfen bizi de kendiniz gibi görün!.." Yok öyle bir şey! Her zaman her şeyin aslı makbuldur! "Taklit" hiç bir zaman değer bulmadığı gibi, insanı bir de "gülünç" durumuna düşürür!

Efendiler! Siz neyseniz, O'sunuz! Kimseyi taklit etmeyiniz! Taklit yerine, aslınızı geliştirerek kendiniz başkalarına örnek olmaya çalışınız! Yani üretiniz! Kendi öz müziğinizden niçin utanır oluyorsunuz? Kendimize has eğlence kültürümüzü ne zamandan beri inkar eder duruma düştük! Haa, modern hayat diye kültürünü, dilini, inancını terk ederek başkasına yönelmekse niyetiniz, ya-nı-lı-yor-su-nuz! Evet evrensel yaşam demek; modern hayatın içerisinde olmak demektir. Nedir o? Dogmalardan uzak, evrensel hukuk içerisinde insan hakları ve doğanın korunması yönündeki yaptırımlar, bilimin gerçeği ve insanı, insan yapan değerler, bence evrenselliktir. Bunun dışındakiler ise, tamamiyle kültürel yapıyı oluşturur; ki bu da tıpkı zengin bir bahçenin çiçekleri gibidir! Hepsinin kendine has bir güzelliği ve zevki vardır. Bu suretle kendilerinde aşağılık duygusu hissedenler olabilir (Bizce sakıncası yok; zira bu kendilerinin problemi!). Ancak bunu ekranlardan başakalarına aktarmak, beyinlere işlemek son derece sakıncalı ve hastalıklı bir ruhun işaretidir! Bu bağlamda da bilerek ya da bilmeyerek toplumun dokusunu bozmaya çalışmak, kimsenin haddine değildir! Bu durumda büyük vebal aldığınızı da belirtmeden geçemeyeceğim!

Sevgi ve saygılarımla!

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Tarihte Bugün...















*
*
*
*
*
*
Kıbrıs Barış Harekatı; Türkiye'nin gerektiğinde hiç kimseyi, hiç bir gücü dinlemeden, kendi halkının güvenliği ve bağımsızlığı için onurluca savaşabileceğinin en büyük göstergesidir.

"1957'de Yunanistan, Ada'nın kendi ülkesine iltihakını istedi. Ardından Makarios sürgünden döndü. Kıbrıs Türklerine karşı tedhiş olaylarını başlattı. 1960'ta Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'nin garantörlüğünde "Kıbrıs Devleti" kuruldu. Makarios Cumhurbaşkanı, Dr.Fazıl Küçük ise Başbakan seçildi.

EOKA örgütü, Kıbrıs'ın Yunanistan'a katılması için (Enosis) şiddet hareketlerine başladı. Kıbrıs Türk'ü, çeşitli yerlerde kurşun yağmuruna tutuldu, toplu katliamlara maruz kaldı. 1964'te Rumlar'ın gerçekleştirdiği Erenköy Katliamı'ndan sonra, iki toplum fiilen ayrıldı. 1967'de yeni tedhiş olayları yaşandı.

1974'te, EOKA örgütü Enosis hayallerini gerçekleştirmek istedi. Yunanlı subaylar emrinde hareket eden Milli Muhafız Birlikleri darbe girişiminde bulundular. Makarios, Ada'dan kaçtı. Rumlar,şiddetlerini artırdı. Kan gövdeyi götürdü, denilecek kadar çok kan döküldü. Beşikteki çocuklar bile saldırılardan nasibini aldı "


İşte bu noktada olaylar üzerine Kıbrıs’ta garantör olan Türkiye, Ada'ya müdahale ederek uzun süredir devam eden çatışmalara, kan dökülmesine ve çekilen acılara son vermek üzere harekete geçmiştir. Türkiye, 1959 yılında hazırlanan ve 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla uluslararası geçerlilik kazanan Garanti Anlaşması’ndan doğan haklarını kullanarak söz konusu müdahaleyi gerçekleştirmiştir.
*
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) 20 Temmuz 1974'te "Kıbrıs Barış Harekâtı"nı gerçekleştirerek tarihe bir başarı imzasını daha atmıştır. Zira adı üzerinde "BARIŞ" için Ada'ya çıkarma yapıldı. Şimdi özlenen ve istenen barış tam 35 yıldır sürüyor. O tarihten bu yana iki toplum üzerinde de sükunet sürmektedir. Ada'ya hakim olan barış sayesinde kimsenin, burnu dahi kanamamıştır. İşte bu başarı TSK sayesinde oluşmaktadır. Zira şehitlik mertebesini rütbelerin en büyüğü kabul eden bir ordunun karşısında hiçbir kuvvet karşı duramaz!.. Bu noktada yaşatma arzusunu yaşama arzusundan üstün tutan ve bu vatan uğruna canlarını feda eden tüm şehitlerimize minnet duygularımla birlikte, Allah'tan rahmet diliyorum.


MONTRÖ BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ
" Lozan Antlaşması yeni Türkiye için siyasi bir zafer olmasına rağmen açık bıraktığı bir nokta vardı. Antlaşmanın Boğazlara ait kısmındaki şartlara göre Boğazlar, Türkiye Cumhuriyetinin hükümranlığından ayrılarak askersiz bir bölge olarak kabul ediliyordu. Barış ve savaş zamanlarında ticaret ve savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi serbest bırakılmıştı. Boğazların güveni İngiltere, Japonya, Fransa ve İtalya'ya verilmişti.

1936 yılına kadar Boğazların uluslararası yönetimi Türkiye için bir tehlike teşkil etmiyordu. Fakat İkinci Dünya Savaşı arifesinde Avrupa'da birçok siyasi değişiklikler oldu. Boğazların herhangi bir saldırıya karşı korunmasını üzerine alan devletlerden İtalya, Habeşistan'a saldırdı. Japonya ise kendiliğinden Milletler Cemiyeti'nden çekildi. Bundan başka dünya barışının korunması için toplanan konferanslar da bir sonuca varmadan dağılmış, bütün devletler yeniden silahlanmağa başlamıştı.

Siyasi havanın bozulduğunu gören Atatürk, Boğazlar sorununu kesin olarak çözmeğe karar verdi. Türk Hükümeti, Milletler Cemiyeti'ne başvurarak Lozan Antlaşması'ndaki Boğazlara ait hükümlerin değiştirilmesini istedi. Bunun üzerine İsviçre'nin Montrö şehrinde bir konferans toplandı. Ve 20 Temmuz 1936'da Montrö Antlaşması imza edildi."

Şüphesiz ki bu antlaşmayla Türk tezinin iyi savunulmuş olması ile birlikte boğazların, denetim ve kontrolü kayıtsız şartsız Türkiye Cumhuriyeti'nin kontrolüne ve Türk egemeliğine geçmiştir.
Sevgi saygılarımla!

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Beraberce İç Dünyamızı Sorgulayalım...
















İçinde bulunduğumuz bu aylar kutsal saydığımız günlerin yoğun yaşandığı, manevi duygularımızın canlandığı ve iç dünyamızı sorguladığımız çok özel günlerden ibarettir. Bu nedenle iç dünyamızda kendimizi sorgulayacağımız, gerçek anlamda "mü'min" olmanın özeliklerini hatırlatmak gereği duyuyorum. Zira yaşadığımız buhranlı günlerin altında yatan temel nedenlerin en önemlisi de insanlığımızı kaybetmemizdir. Bu durumda da yaşadıklarımız üzerinde hepimizin sorumlu olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. İşte toplumsal huzuru sağlayabilmek için, önce bireysel olarak ahlâkı elden bırakmadan hareket etmemiz gerekecektir. İnsanın "içi ve dışı bir olması" gibi bir zorunluluğu da zaten yüce dinimiz baştan emrederek "MÜ'MİN" sıfatı kazandırmıştır. O halde gerçek anlamda insanlığımızı da bu vasıflarla koruyacağımız kesindir. Kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim bakınız mü'min olmayı nasıl buyurmuş:



*Onlar ölçüyü ve tartıyı doğru olarak yaparlar. En’am 52
*Onlar haksız yere bir cana kıymazlar. En’am 108
*Onlar yoksulluk yüzünden evlatlarını öldürmezler. En’am 151
* Onlar hakkı bile bile gizlemezler. Bakara 144
*Onlar zekatlarını hakkıyla verirler. Bakara 177
*Onlar yolda kalmışlara ve hastalara yardım ederler. Bakara 177
*Onlar yoksullara ve esir düşenlere yardım ederler. Bakara 177
*Onlar emanete asla ihanet etmezler. Bakara 177
*Onlar zorda, darda ve savaş alanında sabrederler. Bakara 177
* Onlar yakınlarına (akrabalarına) yardım ederler. Bakara 177
*Onlar söz verdiklerinde, sözlerinde dururlar. Bakara 177
* Onlar kızdıkları zaman öfkelerini yenerler. Ali İmran 133
*Onlar insanların kusurlarını affederler. Ali İmran 135
* Onlar Allah’ın ayetlerini az bir değere satmazlar. Ali İmran 199
* Onlar boş şeylerden tümüyle yüz çevirirler. Mü’minun 3
* Onlar zinaya asla yanaşmazlar. Mü’minun 5
* Onlar asla yalan söylemezler. Mü’minun 8
*Onlar Allah adı anıldığında kalpleri ürperir. Enfal 2
*Onlar insanlara iyiliği emreder, kötülükten de alıkoyarlar. Enfal 71
*Onlar verilen rızıktan yerli yerince harcalar (israf etmezler). Enfal 3
*Onlar yetimin hakkını asla yemezler. Nisa 2
* Onlar inananlara sen mü’min değilsin demezler. Nisa 94
*Onlar cahillerle asla tartışmazlar. Furkan 63
*Onlar asla yalancı şahitlik yapmazlar. Furkan 72
*Onlar adaklarını yerine getirirler. İnsan 7
*Onlar mallarıyla ve canlarıyla cihad ederler. Tevbe 5
* Onlar kınayıcının kınamasından korkmazlar. Maide 5
*Onlar insanlar arasında adaletle hükmederler. Şura 38
*Onlar asla kötü zanda bulunmazlar. Casiye 24
*Onlar namuslarını korurlar. Furkan 68
* Onlar yeminlerini hiçbir zaman bozmazlar. Nahl 94
*Onlar Allah’ın ahdını yerine getirirler, anlaşmayı bozmazlar. Rad 20
*Onlar anne ve babalarına asla öf bile demezler. İsra 23
*Onlar dillerini eğip bükerek geveleyip konuşmazlar. Nisa 135
* Onlar geceleri az uyurlar. Zariyat 17
*Onlar kafirlere karşı sert, birbirlerine karşı merhametlidirler. Fetih suresi



Demek oluyor ki iç dünyamızda bu koşulları sağlamadan, başkalarına "ahkâm" kesmek, bizleri bugünlere taşıdı. Gelin birbirimizi kısır çekişmelerle suçlamak yerine, başkalarının günahlarını düşünmek (!) ve onaları ıslah etmek (!) yerine öncelikle kendi kalbimizi gözden geçirelim. Zira gelinen nokta; hepimizin duygu, düşünce ve davranışlarını tekrar gözden geçirerek tartmak yönünden olmasıdır. Başka türlü "iflâh" olacağımız da yok!
Sevgi ve saygılarımla!

16 Temmuz 2009 Perşembe

Canlı Reklam...

















19 Temmuz'dan itibaren bazı istisnalar dışında tüm kapalı alanlarda, sokak hariç açık alanların özel bölümleri dışında artık sigara içilmeyecek. Harika bir duygu... Muhteşem görüntü... Artık insanlar, kendi elleriyle kendilerini zehirleme yoluna son verebilmek için, "YASAK" yolunu tercih edecek galiba! Bu suretle ülkemizde hem içenler, hem de içmeyenler için -19 Temmuz 2009 tarihi itibariyle- yeni bir dönem başlıyor diyebiliriz.


Bu iş bu kadar basit olabilecek mi, şimdilik yetkililer "evet, olacak" diyor. Bizce de bir sakıncası yok! Yani bu gerçekten çok güzel olacak da, bir de içenler açısından olaya bakarak, asıl endişe veren kısım üzerinde eğitimci gözüyle durmak isterim:
Yasaklarla birlikte bir takım cezalarda beraberinde gelecektir. İşte o cezalar arasında dikkat çekici olanlardan iki tanesi şöyle,

* Sigara reklamı-tanıtımı: 50 bin-250 bin YTL arası

* Televizyonda sigara görüntüsü: Bin -100 bin YTL arası

O halde şimdi bir bakalım: Sigara kapalı mekanlarda içilemediğine göre, tiryakiler nerede sigara içecek, sorusunun yanıtı şüphesiz ki sokaklar ve caddeler olacaktır! O zaman nasıl bir manzarayla karşılaşılıyor? Fosur fosur sigara içen erkek, bayan manzaraları... Peki, bu durumda sigara reklamı canlı bir şekilde olmuyor mu? Elbette ki, daha da etkileyici oluyor. O zaman televizyonlardaki sigara görüntülerini kapatmak ya da perdelemek çok komik değil mi? Komik elbette... Aslında bu durum içmeye teşvik olarak çok güzel bir ortam yaratıyor, desek doğru olacak. Zira baştan da ifade ettiğim üzere, eğitimci olarak gözlemlediğim, çocukların büyükleri taklit etmek gibi önemli bir özellikleri söz konusu. İşte o zaman da aklıma bu durumun çocuklarımıza büyük ölçüde zarar vereceği endişesi geliyor. Zira bu manzara karşısında hepside, sigara içmeyi doğal karşılayarak kanıksayacaklardır. Ortada aleni bir teşhir söz konusu. Şimdi kimsenin bu türden alışkanlıklara, tümden yasak getiremeyeceği de kesin. O zaman yine küresel tütün tekelcilerinin durumdan vazife çıkararak, sigara içimine teşviğin bu şekilde artacağı aklıma geliyor. Dev reklam panoları yerine, alın size adım başı canlı reklam kaynakları. Zaten kapitalizmin bünyasinde reklam ve özendirme bulunmaktadır. Şimdi dünyanın sigara devleri de büyük bir nüfusu barındıran ülkemizi (üstellik de genç nüfusu) elinden çıkarmak ister mi? Yorum yok! Cümle alem de bilir ki YASAK ilgi uyandırır...


Söz sigara tiryakiliğinden açılmışken, okuduğum bir romandan (Dostoyevski'den) hatırladığım bir bölümü sizlerle paylaşmak isterim: Trende birbirlerini hiç tanımayan yolcular arasında kucağında köpeği olan bayan ile birlikte sigarasını ağzından düşürmeyen romanın kahramanı aynı kompartmanda yolculuk yaparlar. "Kokona" olarak tanımlanan bayan, sigaradan büyük rahatsızlık duyar. Hiç bir şey demeden adamın yanına giderek ağzından sigarayı aldığı gibi atar. Bu andan itibaren neye uğradığını şaşıran adam da, biraz sonra bayanın elinden köpeğini kaptığı gibi seyir halindeki trenin penceresinden dışarı fırlatır... Sonrası ise yorumlarla devam eder. Ancak bu bölüm beni çok etkilemiştir.



Sözün kısası; sigara yasağı elbette ki içmeyenler için harika bir durum. Ancak bir o kadar da sigarayı alışkanlık edinenler var. İşte bu durumu iyi anlayarak, içenlerin haklarına saygı duymak için mutlaka onlara bir yer gösterilmelidir. Zira bu durum canlı reklamın da önüne geçilmesi anlamı taşıyacaktır. Yani çocuklarımıza ve gençlerimize sigara içerek "örnek model" olmayı da engellemiş olacağız.

Bu arada bizim kültürümüzde "ayıp" karşılanan, kadının sokakta aleni sigara içmesinin yolunu açmış olacağımızı da belirtmeden geçemeyeceğim...

Sevgi ve saygılarımla!

11 Temmuz 2009 Cumartesi

SOYKIRIM!!!
















İnsanlık yine kendi elleriyle yarattığı vahşetin içerisindeki utanç tablosunu sessiz sedasız izleyerek, tarihe kara bir leke daha yazmaya koyuldu. Doğu Türkistan'da, sokaklar ceset parçalarıyla görüntüleniyor! İnsan avının adresi, Urumçi'de!.. Türkler avlanıyor, katlediliyor, zindanlara tıkılıyor!.. Suçları mı? Ortada "beynelmilel" kabul görülmüş bir "suç" var; "Türk" olmak! Dahası "Müslüman" olmak! İşte bu kavramlar potansiyel "suçlu" olmak için yetiyor da artıyor bile!..



Çin'de yaşanılan bu soykırım karşısında ise, hani şu "insan hakları" nın bekçileri, nedense ortada yok! Kıyamet koparılmıyor! Baskılar yapılmıyor! Peki niye? Çünkü katledilenler Türk de ondan! Kıyıma uğrayanlar Müslüman da ondan! İyi de bizim içimizde hani "aydın"lar vardı ya, Ermenilere sözde "soykırım" yapmışız filan iftiralarına koşulsuz destek verenler; işte onlar, şimdi niye ses çıkarmıyorlar? Niçin imza kampanyaları yürütmüyorlar? Ne oluyor? Hani bir anda "Hepimiz Ermeniyiz" diye meydanlarda bağıranlar neredeler? Binlerce Türkistanlı, zulüm görerek kıyıma uğruyor!.. Kültürleri, aile bağları heba edilerek derdest ediliyor!.. Bu masum insanlar, ne suç işlemişlerde bu muameleye maruz bırakılıyor? Herkes gibi onların da kültürlerini, inançlarını yaşayarak, yaşatmak hakları değil mi? Üstelik orası Türklerin ana yurdu..!


Evet; dünya üzerinde bağımsızlığı olmayan ne kadar Türk ve Müslüman varsa, bunların hepsi de bir şekilde zulme uğruyor ve uğratılıyor. Fırsat yaratılıp soykırıma mağruz bırakılıyor. Ya da "entegrasyon" adıyla baskı altına alınarak, inançları, dilleri, kültürleri hatta isimleri dahi değiştirilmeye zorlanıyor. Yakın zamanda gerçekleştirilen soykırımların daha hesabı sorulmadan, üzerine yenileri ekleniyor. Bulgaristan'da, Kafkasya'da, Kıbrıs'ta, Balkanlarda, yapılan kırımların üstü kapatıldı. Ardından Irak'da, Afganistan'da milyonlarca insan katledildi. Kerkük'te, Telafer'de şu anda sürmekte olan vahşet de cabası. Keza Lübnan'da ve Filistin'de yapılanlar artık insanların makûs talihi olarak kanıksatılıyor.



Bütün bu gelişmelerle çevrili yaşadığımız coğrafyada, 1919 yılında başlatılan Kurtuluş Savaşı'nın ardından kurduğumuz Atatürk Cumhuriyeti felsefesi ile, BAĞIMSIZLIĞIMIZI elde ederek, onurlu duruşumuzu sürdürebilen tek Müslüman ülke biz kaldık. İşte onun içindir ki, üzerimizde sık sık oyunlar oynayarak bizi bölmek ve yutmak peşindeler. Zira sık sık ilgilendikleri ve kaşıdıkları konu neydi? İşte bizleri etnik kökende ırksal ve mezhepsel ayrışmaya zorlamaları. Alevi, Sünni, Kürt, Türk, Laz, Çerkez vs. Ardından, cemaatleştirmenin yolarını açarak, bizleri Atatürkçü, İslamcı diye içten içe kardeş düşmanlığına sevk etmeye çalışıyorlar. Bu türden ayrılıkları başardıkları an, bilinmeli ki bugün Çin'de, Kerkük'te, Telafer'de ve diğer bölgelerde soydaşlarımıza yapılanların daha fazlası bizim için de yapılmaya çalışılacaktır! Bundan hiç ŞÜPHE duyulmasın! Farkında dahi olmadan içimize atılmaya çalışılan ayrılığa dayalı "düşman"lıkları iyi okuyarak anlamak zorundayız! Bizler asırlarca beraber yaşadık, yaşamaya da devam edeceğiz. Çünkü, bizim başka bir ülkemiz yok! Olanı da hoyratça harcayacak kadar, lükse sahip değiliz. Gün birlik ve beraberliğin sahiplenileceği gündür.



Yaşanılan bu acı gelişmeler, çok sinsice planlanmış zincirin halkaları olarak görülmelidir. Zira Yugoslavya parçalanmadan önce Mareşal Tito'nun önemli bir açıklamasını yeri gelmişken hatırlatmak isterim. Şayet Yugoslavya parçalanırsa o zaman dünyanın düzeni de değişecektir. Bu düzen de emperyalistlerin kontrolünde olacaktır. Emperyalistleri durdurabilecek bir tek güç ise, Anadolu'dur! İşte bu durum tespiti ile Tito aslında bugünleri daha o zamanlar görmüş. Zira bugün Yugoslavya paramparça oldu. Etnik ayrışmaya maruz bırakıldı. Ulus olarak "durumdan vazife" çıkarmamız gerekir mi? Yorum yok!
Bu duygularla Uygur Türklerine yapılan zulmün ve katliamın bir an evvel durdurulması yönünde adımların ivedilikle atılmasını tüm dünyaya ve insanlığa haykırıyor, yaşanılan gelişmeleri de lanetleyerek kınıyorum!
Sevgi ve saygılarımla!

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Ekranlardan "Rezalet" Dedirtecek Kadar...













"Büyük adam olmaya gerek yok, sadece adam olalım yeter." Albert Camus



"Ver Coşkuyu" adlı sözde bir yarışma programını tesadüfen kanalın birinde görerek, kısmen izledim. İnanılmaz tuhaf ve "rezalet" bir program! Bilemiyorum bu programı izleyenler, ne düşünüyor; ama gördüklerim bana yetti. Zira insan olan bu programa gerçekten dayanamaz!.. Nitekim de sözde yarışmaya katılan konuklar ve medyatik kişiler dahi, gördükleri karşısında affedesiniz, "kusma" noktasına resmen gelerek, durumun ne halde olduğunu ifade ettiler. Peki, nedir bu "kalitesiz" programın gayesi? Vallahi öyle akıl, sır erdirilecek gibi değil! İnsanlar bu kadar mı aşağılanır, bu kadar mı hor görülür? İşte bu türden duyguların yaşandığı ve yaşatılmaya çalışıldığı affedersiniz, "iğrenç" düzeyde diyebilirim!



Bakınız programı, hangi iddialarla kılıflayarak, insanlara çağrıda bulunuyorlar:
"Sesinize Güveniyor Musunuz?"
”İyi Şarkı Söylerim”
Her Yerde,
Her Koşulda
Şarkı Söyleyebilirim;
Asla Durmam,
Asla Pes Etmem
Diyorsanız…
Seyircileri Etkileyip,
Stüdyoyu Çoşturmayı
Hazırsanız…
Hemen Başvurun
......
Bu sözde yarışmayı izlerken, yüzüm şekilden şekile girdi desem, yalan olmaz! Neler oluyor? Bizlere ne yapılmak isteniyor? Hangi koşullara hazırlandırılıyoruz? Ruh halimizle birlikte, değerlerimiz mi saptırılıyor? İnsanın aklına bir dizi sorular geliyor. Zira bu türden affedersiniz, "iğrenç" derecede hazırlanan programlar "Kimlere, ne gibi katkı sağlıyor? İzleyenlere ne kazandırıyor? Hedeflenen nokta nedir?" Ya da "Nereye varılmak isteniyor?" gibi sorgulamalarla kafalarımız karışıyor. Ancak benim anladığım kadarıyla ve ruhumda yarattığı izlenim; bir insan ancak bu kadar aşağılanabilir! Zira oraya "gariban" kişileri çıkartıp, "hastalıklı ruhların" isteklerini yaptırmak hevesi hissediyorum. Sözde "zevk, heyecan" yaşatıyorlarmış. "Hadi oradan!" Kimi kandırıyorlar! Bu olsa olsa, kendileri gibi ruhsal bozuklukları olanları ancak heyecanlandırabilir!..



Bu yapılanların hepsi de insanlık dışı şeyler. Bakınız sözde yarışmada, çiğ olarak beyin, göz, süt vs. gibi daha bir çok şeyi karıştırıcıyla öğütüp yedirme gibi!.. Yazarken bile yüzüm buruşuyor, midem bulanıyor. Bu karışımda daha bir çok şey vardı... "Buyur bunu bir çırpıda ye, iç; ardından şarkını söyle." Tabii, dayanamayıp da çıkarmazlarsa... Bu nasıl bir anlayış?!.. Niçin bu türden "hastalık" seviyesinde bir aşılamayı insanlarımıza sunuyorlar? Ya bunları sergileyenler, yani yarışmacılar; ne duruma düşüyorlar?! Bunu izleyen gençlerimiz, çocuklarımız nasıl bir ruh haline girerler, hiç düşünüldü mü? Ondan sonra da, düz ara insanlık dışı -canice, vahşice- olaylarlarla karşılaştığımızda "aaa, neler oluyor?" "Niçin bunlar yapılıyor?" diye, sakın sormayalım! Zira alt yapısını işte bu şekilde kendi ellerimizle hazırlıyoruz!
*
****
*
Bu arada "Pes etmemek" anlayışı bu şekilde mi ifade edilir? Gururun ayaklar altında, "paspas" edilmesi; ve onursuzluğa boyun eğmekle mi mücadele şevki verilir? İnanamıyorum! Nerede bizim onurumuz? Nerede kaldı delikanlılığımız? Herşey "para, şan, şöhret" için bu kadar kolay harcanabiliyor mu? Bu türden şöhretimiz olsa kaç yazar? Ne yaptık da ne kazandık, sorusuna ne cevap verilecek? Verilecek cevap, onursuzca şöhrete kavuştum mu, olacak? O zaman ahlâki zaafiyetlerle kendini reklam edenlere de, "haklılık" payı verilmesi gerekmez mi? Daha da ileriye gidelim "her yol mübahtır"ın yolu meşrulaşmaz mı? Daha pek çok şeyin kapısı açılmıyor mu? Devam edelim, insan olmanın haysiyeti nerede kaldı?!..


Hangi medeni dünya? Hangi çağdaş anlayış? İnsanlığı nereye götürüyorlar? Kendi ifadeleriyle, tüm dünyanın beynini yıkayan bu tarz programların bizlere ne gibi faydası var? Allah aşkına, birileri çıkıp izah etsin!..
*
***
*
Sonuç olarak; kalitesiz, hedefi olmayan, çıkarları için herşeyi yapmaya hazır ve insani değerlerden uzak bir toplum oluşturmaya yönelik; sözde coşku, eğlence, heyecan, zorluklara göğüs germek gibi, aldatmaca ifadelerle adını koydukları uydurma, ruhsuz programları izleyenlere ve dolayısıyla hepimize; cümleten "GEÇMİŞ OLSUN!" demekten başka çare kalmadı!..
Sevgi ve saygılarımla!





6 Temmuz 2009 Pazartesi

Ahlâkın Egemenliği












*

*

"Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır." Al-i İmran, 3/104



Bilmem farkında mısınız, yazılı ve görsel basının yanı sıra özellikle internet ortamında sıkça dile getirilmeye çalışılan önemli bir ayrıntı var; İslâm felsefesini Müslümanların kulluk görevlerine odaklamak gibi... İşte burada benim kafama takılan bir takım sorularla birlikte, toplumsal sorunların çözümünde katkı sağlayacak noktalara değinerek, üzerinde sorgulama yapmak istiyorum. Zira burada değinmek istediğim en önemli nokta; din konusundan bahsederken, kişilerin kulluk görevlerine -salt olarak namaz kılmak, oruç tutmak gibi- dikkat çekilmesi ve bunun üzerinde yoğunlaşılmasıdır. Bu yaklaşım din olgusunu insanın, inanç anlamında kulluk vazifeleri üzerine, yani tek bir noktaya yoğunlaşmaya neden olabileceği endişesine kapılıyorum. Zira İslam dini gerçekte sosyal adaletin varlığını tam olarak ortaya koyan bir dindir. İşte bu münasebetle, insanın vicdanına dokunan ve uygulamakla yükümlü olduğu -ayetler ve hadislerden anlaşıldığı üzere- o kadar çok ayrıntı ve hassasiyetler var ki... Bunları gerçek anlamda topluma örnekleyerek anlatmak, yaşatmak ve yaşatmaya sevk etmek, herhalde her şeyin üstünde olması gerekir diye düşünüyorum. Toplum vicdanının işletilmesi, yaşatılması bizim en birincil görevimiz olduğu bir gerçektir! Bu konuya ilişkin okuduğum köşe yazısından bir örneği buraya taşımak istedim. İşte o satırlar:



"Peygamberimiz, nehir kenarında abdest almış olsak bile suyu israf etmememizi, kıyametin koptuğunu görsek de elimizdeki fidanı toprağa dikmemiz gerektiğini ifade ediyor. Biz böyle bir medeniyetin mensubu olduğumuz halde çevremizi ne hale getirmişiz. Bu gidişe dur dememiz için insanlarımıza güzel örnekler sunmalıyız. Her yapılan işte illaki para ummamalıyız." Behic KILIÇ / Yeniçağ Gazetesi



Bugün oldukça ağır sorunların içerisinde "KÖR, TOPAL" yaşamaya çalıştığımız gerçeğini kabul ederek, bu durumda insanlar, toplumun yükünü kalben hissederek, paylaşmak durumunda değiller midir? Özellikle daha mutlu ve huzurlu yaşamak için, öncelikli olarak toplumsal duyarlılığımızı ön plana çıkarmak gerekmez mi? Mesela, aç insanlar sokaklarda gezerken, bizler toplum ahlâkından söz edebilir miyiz? Bu durumdan söz edemeyeceğimiz bir ortamda,toplumsal ahlâkın korunması zorlaşmaz mı? Toplum ahlâkı çökerken, birey olarak bizler nasıl mutluluğu sağlayabiliriz? Hadi sağladık diyelim, vicdanlarımızın sesini nasıl yok edeceğiz? Şayet vicdanlarımızın sesini de köreltirsek, işte o zaman müslümanız diyebilecek miyiz? Gerçek mü'min salt kendi mutluluğu üzerine mi çalışır? Çevresinde sefaletin eşiğinde olanları gördüğü zaman, acaba kendi rahatlığından hicap duymaz mı? Netice itibriyle, müslümanlığın sağlam bir şekilde ilerleyebilmesi ve yaşatılabilmesi için, öncelikle toplumsal yükü beraberce taşımak durumunda olduğumuzu iyi anlamamız gerekir.



Demek oluyor ki, toplum vicdanına yön vermek ve onu insanlık adına işletebilmek için çeşitli vasıtalarla insanlara örnek modellerle birlikte güzel mesajlar sunulmalıdır. Bunun için öncelikli olarak din olgusunu toplumlara sunarken kişilerin, kulluk görevleri üzerinden değil de, toplumun düzgün ve sağlıklı yaşayabilmesi için insanların ahlâklı, erdemli olmalarını sağlayacak davranışların ön planda tutulması gerekiyor! Çok uzağa gitmeden "Komşusu aç yatarken, tok yatan bizden değildir" sözünü ne kadar sürdürebiliyoruz? Maalesef, toplum olarak duyarlılığımızı çoktan yitirmişiz! Bu durumda da manevi hayatımızda dahi, toplum yaşamını bir kenara iterek görmezden gelme noktasına geldik! Elbette ki bu yönde sağlıklı bilgilere ihtiyacımız var. Ama toplumsal içerikli ve insana ahlâkı öğreten, insana insan olmayı öğreten o güzel davranışların neden öncelikli olarak üzerinde durulmadığını da sorgulamadan geçemeyeceğim! Zira bu bilinçlilik bizleri, huzura, mutluluğa ve düzlüğe çıkaracaktır.



Ahlâk sözcüğü öyle hale getirildi ki, bu kavram sanki kişinin, bedeni üzerindeki namus kavramıyla sınırlandırılmaya çalışılıyor. Oysa insanın her davranışı ahlâk değerleriyle ölçülmelidir. Onun içindir ki bugün hepimizin sıkıntı çektiği asıl problem; insanın ahlâk değerlerinden hızla uzaklaşması münasebetiyle ortaya çıkmıştır. Aklıma gelen bir konu üzerinde -ki bunu hayatın çeşitli alanlarına örnekleyebiliriz- Kur-an'ı Kerim bakınız ne diyor:

1-Eksik ölçüde tartanların vay haline.

2-Ki onlar insanlardan ölçerek aldıklarında noksansız alırlar.

3-Kendileri onlara ölçtüklerinde veya tarttıklarında eksiltirler. Mutaffifîn, 83. Sûresi



Demek oluyor ki ahlâkın anlamı, içerisine bir tek namus (cinsellikle sınırlı) kavramı sığdırılamayacak kadar geniştir. Hatta sosyal yaşam alanımızın tümüne hükmedecek kadar geniş. O yüzdendir ki bu alanı iyi anlayarak korumak zorundayız. Yokluğu (bugünü yaşayarak anladığımız üzere) acı bir şekilde hissediliyor. Evet; bugün insanlığın çektiği bütün acı, ahlâkın yerlerde sürünmesinin bedelidir! İnsanlık bu kavramı öyle ya da böyle yaşatmak durumundadır. İslâm dini ahlâk felsefesi üzerine kuruludur. Bunu görmezden gelerek, bir diğeri üzerine odaklanmak kendi kendimizi kandırmaktan öteye geçmeyecektir!

Sevgi ve saygılarımla!