30 Eylül 2014 Salı

Neredesin Sen...















Bize Anadolu kültürünü, geleneğini
Sazınla sözünle sevdirdin...
Çalarken bizi hem ağlattın, hem eğlendirdin, hem de düşündürdün

Sensiz bir yıl daha geçti
Büyük Usta
Gönlümüz hep seni anıyor,
Neredesin sen...


Sevgi ve saygılarımla!



"Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytandır" Hz. Muhammed (A.S.)

28 Eylül 2014 Pazar

"Kafasız ve Dalkavuk Bazı Türkler Sayesinde..."



















"DİLİMİZİN YAVAŞ İŞGÂLİ…VE BİR ÖNERİ


Sayın Dil Derneği Başkanı Sevgi Özel,

82’inci Dil Bayramı münasebetiyle Cumhuriyet gazetesinin 25 Eylül günkü sayısında yazmış olduğunuz makaleyi okudum.
Buruk havayı çok güzel vermişsiniz.
Ben buruk havanın dozunu biraz daha arttıracağım.

Dilci değilim, budun bilimciyim; görevim olaylara bu açıdan bakmak, gözlemde bulunmak ve sonuçları vermektir.
30 yıl ülke dışında kaldıktan sonra ülkeye döndüğümde, İstanbul’un sokaklarını  İngilizce’nin istilâsı altında  gördüm.


En çok kullanılan kelimelerden biri, CENTERHer şeyin Center’i var... Neredeyse sebze satanlar dükkânlarına, “Patlican Center, Ispanak Center ”vb.. diye ad koyacaklar…

Dükkân sahiplerine sordum, “müşteri daha çok geliyor”diyorlar… İşte Avrupa aşağılık duygusunu bir türlü atamamaş olan halkımız… Atması için hiçbir şey– Atatürk’ün ölümünden beri- yapılmamış…1970’den beri Kâzım Mirşan’ın, 1988’den beri de benim tanıtmak istediğim tarihteki ilk uygarlık, ilk kültür olan Ön-Türk Kültürü, Batı’nın, Emperyalizmin barajına, Batı Merkezli Dünya ve Türk Kültürü’ne ve ona inanmış Akademisyenlerimizin Ön-Türk Kültürü’ne “rağbet” göstermemiş olmalarına  takılıp kalmış…

Bol CENTER’lerden sonra, sokaklarda düdük çalarak hızla dolaşan AMBULANS’lara rastladım… Bu arabalar, esas görevlerini çok güzel gösteren hâlis Türkçe bir ad taşıyorlardı: CANKURTARAN…Bu dakavukluk neden?…Neden Türkçeden vageçiliyor?…
Üstelik kelime de yanlış; Amb(Ü)lans olacak… Bu maymunluk geleneklerimize de sirayet ettirilmiş:





“Size nasıl yardımcı  olabilirim?”… Sanırım İngilizce’nin olmadığı  dönemden beri biz geleneksel olarak

BUYRUN, BUYRUNUZ EFENDİM deriz, çok güzel ve naziktir... 
Ya da

“Kendinize iyi bakın”… Ne münasebetsiz bir ihtar ve tavsiye?!...
Biz, hoşça kalın, Güle Güle gidin deriz…Gidişin mutlu ve güzel olmasını dileriz. Bu güzel temenninin Batı dillerinde karşılığı yoktur... Giden, hasta mıdır ki “kendinize iyi bakın” soğuk, ruhsuz tercüme cümle kullanılıyor?!... Bu deyimleri hangi dalkavuk , hangi cahil Türkçe’ye sokmuş, kendi kültür ve geleneğine sırtını dönmüştür? Bu geleneklere niçin tecavüz ediliyor? Niçin kafamızın içine giriliyor ve bazı görevliler geleneklerimizin bozulmasına boyun eğiyorlar?
Biz, misafirperver Türkler ve Doğulular bu bize aykırı düşen, Evrensel Uygarlık’ta geç kalmış olan Batı’dan mı terbiye dersi alacağız?!
Yıllar önce AB Türkiye Elçisi, Madam Karen FOGG korkunç bir baklayı ağzından kaçırmıştı: “Türklere Tarihlerini İnkâr etmelerini  öğretebilsek!..Yani, Fogg’a göre,  Türklerin hakkından gelmek için önce onları bir güçhalinde tutan tarih bilincini yok etmek gerekiyor!  
İşte kafasız ve dalkavuk bazı Türkler sayesinde dilimizi geleneklerimizi inkâr etmeğe başladık!...

Avrupa’nın hiç bir ülkesinde 
Taşıtlarda, durakların bir de İngilizce söylendiği görülmemiştir
Turist, sorar öğrenir, hattâ gittiği ülkenin dili hakkında en basit şeyleri öğrenip, öyle gelir…Nasıl ki, Japonya’ya giden turist hemen gerekli bazı kelime ve cümleleri öğreniyorsa ,aynı turist birkaç kelime de Türkçe öğrensin... Bu ne kendini, dilini küçük görmek, alçalmak  hâli!

Türk diline  bir de bazı dilciler fecî surette zarar vermişlerdir:

Yazı ve okuma dili tamamen bozulmaya başlamışır. Buna, inceltme işaretinin kaldırılması neden olmuştur ve değiştirenler hâlâ ısrar etmektedirler. Türkçenin ahengi bozulmuş, Dilimiz bir yabancı tarafından seslendirilen bir dil gibi garipleşmiş ve kabalaşmıştır:
Yüzlerce örnekten bir kaçı:

Kağ(I)t..Dükk(A)n…Â yok edilmiştir. K(A)zım…yâni (Kâzım)…kaz hayvanı ile Kâzım birbirine karışmaktadır. Vek(A)letname…  Â yok edilmiştir.. Bunu bazı genç avukatlardan işittim!?. Vb..
Bir başka rezalet:

ECZANE, HASTANE, DERSANE…aslı Ecza-hane…Hasta-hane… Ders-hane’dir..Konuşurken (H) düşer ve ondan sonraki (a) uzar… O zaman , saçma bir şekilde uzatma işaretini atmasaydık

EczÂne… hastÂne.. diye yazacaktık. Uzatma işâreti, beyefendilerin keyfi için kaldırılmış olan dilimiz, bir darbe daha yemiştir
Gelelim “çekimlere”!... Dilimizin çok eski bir kültürü ve çok eski bir tarihi olduğunu gösteren, Osmanlıcası ile MÜZÂRİ sıygası, yani “geniş zamanlı çekimi” vardır.

EDERİM,  yok olmuştur. Biz Teşekkür EDERİM deriz, bunun yerine Teşekkür ediyorum denmez..Teşekkür EDERİM, daima teşekkür hâlinde olduğumuzu,  çok ince bir nezaketi gösterir
Ediyorum, o anda ve bir kereye mahsus teşekkür hâlidir

 Çok iyi hatırlıyorum; televizyon ilk çıktığında “spiker” olmak üzere Amerika’ya gönderilen ve Amerikan kolejinde Türkçe konuşamayan, Amerikanca konuşup “geniş zamanı” bilmeyen  tercüme Türkçe konuşan Kolej mezunu birkaç genç  Amerika’da ihtisas yaptıktan sonra ülkeye döndüklerinde çok garip ve çirkin bir şekilde Tercüme Türkçeleriyle konuşmaya başladılar

• İlk büyük darbe, bizim çok eski ve zarif bir kültüre sahip olduğumuzu gösteren geniş zaman yok oldu

Şimdi MAAŞA-ALLAH!... Profesörler, bakanlar, en yüksek seviyedekiler, herkes  Teşekkür  EDİYORUM diyor…
Emperyalizm Türk Kültürü’ne en büyük darbelerinden birini indirmiştir… Gözlerinizi açmak lûtfunda bulunur musunuz!... Atalarınızın ruhu için ?

Dil Derneği, bu geniş zaman çekiminin kullanılması için televizyonlardan başlayarak devamlı bir çaba gösterebilir. Göstermelerini bekleriz.
Bir öteki çok büyük dert: Acaba okullarda gramer öğretilmiyor mu? Ben Lise öğrencilerinin  yapacam, edecem diye konuştuklarını duymaktayım. Bu öğrencilere sorduğumda 

Yapacağım, edeceĞİM dendiğini bilmediklerini söylediler!
Sanırım İngilizceyi daha iyi öğrenmekteler…
İşte Dil Derneği’ne düşen bir görev daha. Tümüyle millî değerde bir görev…
Şimdi sıra asıl Türk dilinin tarih öncesi başlangıcına gelmiştir.
Herhalde sizler de bir Ön-Türkçe’nin varlığını duymuşsunuzdur ve tabîi akademisyenlerin Ön-Türkçe’ye RAĞBET etmediği için siz de ilk Türkçe’ye, Ön-Türkçe’ye sırtınızı dönmüşsünüzdür.
Ne acıdır ki, yeryüzünde tüm uygarlıkları yerinden sarsacak ve sarsmış olan dillerine, sırtını dönmüş bizim gibi zavallılaşmış bir ülke daha yoktur…Yukarıda sözünü ettiğim, adı KAREN FOGG olan Elçi daha geçmişimizi inkâr etmemizi istemeden  

İslâmiyet’in  M.S. 708’de Orta Asya’ya  girişinden beri  Türk Dil ve Kültürü’nü terk etmişiz 

Akademisyenlerin ilk görevi kendilerine getirilen, gösterilen bulgulara önce bilimsel açıdan bakmaları, kim ve nereden getirilmişse, bir acaba şüphesiyle incelemektir.
Bizim akademisyenlerimiz kendi ortamlarından olmayan kişilerden  gelen bulgu ve belgere RAĞBET etmemektedirler… Ya da bulgular, belgeler büyük Batılı isimler tarafından getirilmiş olmalıdırlar. Büyük isimler?!... Orta Asya Türkçelerini bilmeyen, bilmediği için de  gülünç hükümler  verenler gibi….Örneğin:  

• Bazı Alman kaynakları Türkleri sadece ATLI ÇOBANLAR diye görürler, kökenlerinde İskitler olduğunu kabul etmemek için de ıstırap içinde kıvranırlar… Onları bir yuvarlak masa toplantısına davet etmiş olmama rağmen…

Atlı Çoban denilenlerin, yazıyı, tekerleği icat etmiş olduklarını, ilk büyük siyasal kuruluşları gerçekleştirdiklerini, Tek Tanrı kavramına vardıklarını ve Evrensel uygarlıkların kültürleriyle yer aldıklarını bilmeyi ASLA İSTEMEDEN… 

Akademisyenlerimiz 39 Orta Asya Türkçesinden kaçını okuyup yazıp konuşabilmektedirler? Onlar çok güzel İngilizce, Almanca bilirler ve Türkçe bilmeyen İngiliz, Alman ve ötekilerin Türk dilini kesip biçip ayıklamak, Frenkçesiyle “Disséquer” etmek için sistemlerini ve kökeni olmayan bilgilerini esas alırlar.
Acaba Türkçenin 41 çeşit Türkçeden  oluştuğunu ve bunun 39’unun Orta  Asya Türkçesi olduğunu bilirler mi?
Bilimsel yol aşağıdadır:

Türk Dili, 1-Doğduğu yerde 2- Doğduğu dilde araştırılır

Bu sahipsiz kalmış -kendisinin  büyük değerine rağmen- sahip çıkılmamış  Türkçeyi, Derneğiniz bütün büyüklüğüyle ortaya çıkarabilir, bunun için çaba sarfedebilir.
İsterseniz, bu büyük ıstıraba  son vermek üzere, Evrensel Uygarlıkların kökeninde  olan Ön-Türk Kültür ve Dilinin değerini ortaya çıkarmak için  Bir yuvarlak Masa toplantısında bir araya gelelim.
Her iki taraf bildiklerini sıfırlasın ve beraberce sıfırdan başlayıp Türk Dilinin değerini ortaya çıkaralım.

Cevabınızı beklerim.

Saygılarla

Halûk Tarcan- CNRS- Paris"

Sevgi ve saygılarımla!





"Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytandır" Hz. Muhammed (A.S.

25 Eylül 2014 Perşembe

Dön Bak...
















Emperyalist Haçlı güçlerin güdümüne girmek isteyen ayrılıkçı zihniyetler...

Dön bak İskoçya'ya...

Halkları ayrı, kilisesi ayrı, apayrı  coğrafyası ile... 

Bayrağı ayrı,  başkenti ayrı,  parlamentosu ayrı,

Dünya ölçeğinde önemli bir yer tutan İskoçya,  eğitim konusunda da Avrupa'nın en saygın ve en köklü kurumları arasında yer alan üniversitelerine (Glasgnow ve Edinburgh) sahip.

Hatta  Avrupa'daki ilk yapay zekâ araştırma merkezi Edinburgh Üniversitesi'nde kuruldu. Dünyanın ilk klonlanmış memeli hayvanı "Koyun Dolly" de Edinburgh Üniversitesi'ne bağlı Roslin Enstitüsü'nde klonlandı... Mezunları arasında  Charles Darvin, David Hume, Aleksander Graham Bell gibi isimler yer almakta..

Hâl böyleyken... 

İskoçya,  milletsiz olmaya "hayır" dedi... Kendilerini bekleyen belirsizlik  halk oylaması sonucunu etkiledi ve ayrılmaya  "hayır" dedi. Anlayacağımız ayrılıkçılar hezimete uğradı.. 

Dolayısıyla... 

Tarih boyu tek cephe olmuş, aile bağı iç içe geçmiş, tek ordusu, tek bayrağı ile  tek dilde buluşmuş, tek kıblesi  olmuş, aynı duygular için ağlamış, aynı sevinçle gülmüş... Kürt, Türk kardeşliği perçinleşmiş Türk ulusunu bölmek isteyen, ekmeğini yediği devletinin askerine fütursuzca "Senin devletin.." deme "özgürlüğü"nü yaşayan,  ayrımcılığı körükleyen, Mehmetçiğine taş , polisine tokat atan,  aydınlığın meşalesi okulları yakanlara arka çıkan sözde milletinin "vekili" ama  emperyalist  Haçlı güçlerin ekmeğine yağ sürenlere,

İskoçya halk oylaması, ders olsun, ders!

Bugün tüm yapılanlara rağmen  hâlâ "özgürlük" diye bağıran, etnik köken üzerinden kendilerini "ezilen", "2. sınıf" olarak gösterenlere;


Asker, polis tokatlamak, milletine hakaret etmek, devletini aşağılamak, okul yakmak, bayrağını indirmek, ülkenin kurucusunun heykelini yakmak, yıkmak "serbest" olmuş, anayasayı delik deşik etmek "mübah"laşmış...

Sahi...

Dün gazetelere üst haber olarak verilen olayı duydunuz değil mi?

 "İstanbul’da eşcinsel Ekin Keser ve Emrullah Yavuz evlendi. -Arap-Kürt kökenli- genç çift , Türkiye’de eşcinsel nikahın yasak olması nedeniyle 2 Eylül 2014 tarihinde İstanbul Boğazı’nda bir teknede düğün yaptılar."

Dolayısıyla... 

Türkiye bunu da gördü.. 

Hani Türkiye'de söz edilen "köken"ler baskı altındaymış ya..

Üstelik de Boğaz'da, zengin sınıfın içinde gördüğümüz bu kişilerin neresi "2. sınıf, ezilen" yurttaş oluyor?!..

O bakımdan bu haberi buraya taşıdım...

Daha hangi özgürlükten bahsediyorsunuz?


Sevgi ve saygılarımla!


"Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytandır" Hz. Muhammed (A.S.

23 Eylül 2014 Salı

Hedef...



"Küresel Kraliyet Takımı

Amerika yüz boyutlu, önemli çelişmelerin yaşandIğı bir yer. Tepede birkaç milyon insan var. Amerika'yı Amerika yapan bir ekiptir. Geri kalan 270 milyonun çoğu son derece cahil bırakılan insanlar. Amerikan halkı orada bir çeşit köledir. Üst tabaka ile halk arasındaki uçurum gittikçe büyüyor. Dünyadaki birçok ülkenin parasını, kaynaklarını elinde tutarak halkları insafsızca fakirleştiren insanlık düşmanı bir takım var. Ben bunlara "Yeni Dünya Düzenci" ve "Küresel Kraliyetçi" takım diyorum. Bunlar sadece birtakım çokuluslu şirketlerle, tröstlerle sınırlı değil. Bunların gizli kuruluş ve cemiyetleri, ayrı uydurma garip dinleri, acayip inanışları var. "Tek dünya devleti, tek bayrak" derler ama burada kastedilen bütün ülkelerin insanlarının katılımıyla gerçekleşecek güzel bir dünya değil. Bu bir iki milyon insan, birkaç yüz sene önce gizli cemiyetler kurmuş, "dünyayı biz idare deceğiz, dünyanın geri kalan insanları insandan bile sayılmaz, bunları istediğin kadar sömür, ne yaparsan yap" inanışında olan insanlık düşmanı bir alçak takımdır." Prof. Dr. Oktay SİNANOĞLU, Hedef Türkiye sf:296-297



Bakmayın siz  bu "çağdaş" görünümlü "tek dişi kalmış canavar" ruhlu Batı'nın insan haklarını "savunur" cümlelerine...

Zorunlu din dersine sözde  "karşı" durmak filan derken... 

Asıl niyetleri; 

Neredeyse her mahalleye yeni bir "din" anlayışı ile cemaatleşmenin yolunu açmanın taşlarını döşemek...

Kendi konumlarına  göre isimlendirdikleri  "Ortadoğu"yu, yani bölgemizi mezhepsel ve etnik temele dayalı bir çatışmanın, boğazlaşmanın bataklığında, kendilerinin  "hakem"liğinde planlarını uygulamak...

IŞİD, PKK... Batılı  Haçlıların ta kendileri değil midir, tedhiş örgütlerine rol biçerek onları  besleyen, var eden?


Baktılar ki -ne yaptılarsa- bu milleti birbirine düşüremediler...

E, o zaman bataklığa çevirdikleri bölgeyi, ülkemize taşımaya başladılar..

Bölgesel savaşın yolunu açmak için...

Suriyeli, ıraklı...  

Hepsi Türkiye'ye... 

Bu sayede toplumun yapısını bozmanın taşları döşeniyor...

Dolayısıyla  bizim insanımızla başaramadıkları boğazlaşmayı ve bölünmeyi,  dışarıdan takviye halklarla...

Anlayacağımız...

İnsani yardım filan bahane, olay şahane!

Artık bundan böyle geriye  yaslanıp, düğmeye basıp seyretmek kalacak...

Hazırlan Türk ulusu..

100 yıllık plânlarıyla... Asıl hedef Türkiye

Dolayısıyla...

"Yeni Sevr"i peyderpey devreye sokuyorlar...


Sevgi ve saygılarımla!




"Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytandır" Hz. Muhammed (A.S.)

20 Eylül 2014 Cumartesi

Nasıl Kıydınız?!..





Tarih: Mart 2014 

Konu: Orman Haftası 


Bu hafta için çocuklarıma özenle seçtiğim bir metin üzerinden konuyu işliyoruz...


"meşe: Kerestesinden ve odunundan  yararlanılan bir ağaç." İlköğretim Türkçe "Sözlük"

Evet evet.. yanlış okumadınız.. bu sözde "sözlük"  nasıl tanımlıyor o koskoca meşeyi?

"Kerestesinden yararlanılan ODUN..."

Bu dehşet açıklamayla, sınıfımda o minicik beyinlerle işlediğim ders esnasında karşılaştım. Çocuklara meşenin tanımını sözlükten bulmalarını istediğimde..

"öğretmenim, kerestesinden ve odunundan yararlanılan bir ağaç" Bu cümleyi duyduğumda kulaklarıma inanamadım..

Nasıl? 

Odun mu? 

Oysa..

meşe: 1. Üç yüz kadar türü arasında, kış yaz yapraklarını dökmeyenleri de bulunan, kerestesi dayanaklı bir orman ağacı.  TDK İlköğretim okulları için sözlük.

Doğrusu böyle...

Sözlüğü elime aldım ve...

"Çocuklar böyle bir tanım olamaz.. Hiç koskoca bir ağaç "odun" diye anlatılır mı?!.." Çocuklarım, bu ses tonumla dikkatlerini daha da bir yoğunlaştırarak, ilgiyle ve de tepkili cevaplarla beni dinliyorlar.. "Oysa ağaç bizim yaşam kaynağımız.. Hiçbir vasfı yokmuş gibi algılatılarak, sırf yakılmak üzere düşünülmeye iten bu ucuz ve basit anlatımı asla dikkate almayın.. "

Dolayısıyla aklıma hani çocukluğumuzda bizlere öğretilen "baltalar elimizde... biz gideriz ormana" şarkısı geldi..  Şimdi bu "sözlük"le birlikte al birini vur ötekine... Zira "sözlük"; ağacı "odun" olarak zihinlere yerleştiriyor, şarkı da baltayla "kesin" komutu veriyor.. Ve bir nesil de böyle yetiştiriliyor.. 

Sonrası malum... insani değerleri zayıflatılmış, doğa bilincinden yoksun, vicdani değerleri sıfırlanmış "insan" yığınları olduk..

Dolayısıyla... 

Birbirini öldüren öldürene, kesen kesene...

Gazetelere ve internete düşen bir haberle adeta sarsıldım.. Okuduğum habere isyan ederek, insanlığımdan utandım.

"14’e karşı 12 oyla kesim kararı çıktı ve 25 ağaç bir gecede katledildi.

İzmir’in Çeşme ilçesine bağlı Dalyan’daki Erbil Sitesi’nin yönetimi yaptıkları genel kurul toplantısında, site arazisinde bulunan ortalama 12 yaşlarında 25 adet fıstık çamının bazı sakinlerin evlerinin deniz manzarasını kapadığı gerekçesiyle kesilmesine karar verdi." 17 Eylül 2014

"Yaş kesen baş keser" Ne kadar anlamlı ve yerinde  bir ifade.. Zira canlı bir ağacı kesmekle insan öldürmenin aynı kapıya çıktığını kestirmeden anlatan bir atasözümüzdür bu.


İzmir'de yaşanan ve bu vahşeti planlayan canilerin görmeyen gözleri fıstık çamı ağaçlarını tıpkı sözde sözlük gibi "odun" niyetinde gördükleri kesin... Dolayısıyla bu 14 yığının 'oy'uyla  nitelikli sınıfa giren fıstık çamın kesilmesine karar vermişler.. Ya... Allah aşkına! İllâ da ağaçları yok edecektiniz, bari o canım ağaçlara zarar vermeden nakil yapsanız olmuyor muydu? Nedir bu ağaç sevgisizliği, doğa düşmanlığı... Dahası bir eğitimci olarak bu vahşeti gerçekleştiren ailelerin çocuklarının zihinlerini düşünmek dahi istemiyorum..

Dolayısıyla ha canlı canlı adam kesmişsin, ha canlı canlı ağaç kesmişsin..

Sözüm ona denizi görmekmiş bu "görgüsüz"lerin  niyeti...  Görgüsüz zihniyetler, denizden, doğadan ne anlar be... Denizi, yeşili  görebilmek, görürken o güzelliklerden yararlanabilmek, ruhsal ve estetik anlam çıkarabilmek için, insanda  önce vicdan olmalı vicdan... 


Sevgi ve saygılarımla!




Not: Bahis konusu "sözlük" tam anlamıyla bir rezalet! Bu duruma benzer bir rezaleti de daha önce bir başka "sözlük"le yaşamıştım. Dolayısıyla TDK'ya şikayetim oldu.. TDK'nın Sn. Başkanı ile iltişim kurdum. Haklılığımı şikayetimi değerlendirerek Sayın Başkan ve ilgili Sayın üyeleri bilimsel anlamda tescillediler. Bugün bir kez daha  gördüm ki, milyonlarca çocuğumuzun beynini zehirleyen bu sözde sözlüklerin yaptıklarına yetişilmiyor... Dolayısıyla buradan   konunun sayın ilgililerine de açık olarak duyurmuş olayım. Ayrıca  konuyu yakından araştıran bir eğitimci olarak, çocuklarımıza TDK'nın bizzat yayınladığı sözlükleri almalarını özellikle herkese  tavsiye ediyorum. Saygılarımla.. T.G.


"Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytandır" Hz. Muhammed (A.S.)

17 Eylül 2014 Çarşamba

Vallahi Tek "Sorun"umuz, Etek




"İstanbul Yönetiminin pekçok sorunu vardı. Maliyesi iflas halinde, ekonomisi ölü, halkı hayat pahalılığı altında ezikti. Yoksulluk ahlakı ve sağlığı kemirip durmaktaydı. Göçmenler cami avlularında, yangın kalıntılarında, yarı aç yaşıyorlardı. Yoksulluk yüzünden bilinen Müslüman fahişe sayısı 774'e çıkmıştı. Hükümet işgalcilerin şamar oğlanı gibiydi. 

Saray, hükümet, memurlar, aydınlar, bilim adamları çalışsalar, tartışsalar, araştırsalar, belki bu sorunların bir bölümüne çare bulunabilirdi.

Ama anlaşılan şu idi ki Osmanlı erkekleri için Müslüman kadınların nasıl giyinmesi gerektiği konusu her konudan daha önemliydi. Sırf bu konuyla ilgilenmek üzere bir cemiyet kuruldu. Amacı Müslüman kadınlar için hem din kurallarına, hem de zamanın zevkine uygun bir giyim modeli belirlemekti.

Padişah emriyle Şerriye ve Maarif Nezaretleri de konuyla ilgilendirildi. Yetkililer, görevliler, ilgililer, uzmanlar, danışmanlar, devletin tarihten silineceği güne kadar sık sık toplanacak, bu konuyu tartışacak, görüşmeler gazetelere yansıyacaktı.

Y. Kadri, F. Rıfkı ve Yahya Kemal akşam yemeği için buluşmuşlardı. Sohbet ederlerken hükümetin kadın giyimi konusundaki bu rüküş girişiminden söz açıldı, İslâm gibi evrensel bir dini, giyim-kuşama indirgeyen bu çapsız yaklaşımı üçü de yadırgamıştı. Y. Kadri, "Bizanslılar da son günlerini buna benzer konuları tartışarak geçirmişlerdi" dedi. 

Yahya Kemal iç geçirdi:

"Bir imparatorluğun batması trajik bir olaydır. Ama bu tartışmalar, Osmanlının batışını Mınakyan Efendi'nin melodaramlarına çeviriyor." Turgut ÖZAKMAN, Şu Çılgın Türkler  sf: 565-566



"Lisede etek referandumu

Yaklaşık 16 milyon 400 bin öğrenci 15 Eylül’de dersbaşı yapmaya hazırlanırken, İTÜ Geliştirme Vakfı Özel Ekrem Elginkan Lisesi yönetimi, son yıllarda sıkça gündeme gelen kız öğrencilerin kıyafeti konusunda tartışmalı bir karara imza attı." Hürriyet

Bilimsel düşünme, insani değerlerin kazanılması , zihinsel  gelişim, üretken ve sorgulayan beyinler...

Bu önemli unsurları bıraktık,

Etek "giyilsin mi?", "giyilmesin mi?" peşine düştük...

Demek ki...  eğitimde matematik şampiyonu olan Finlandiya, teknolojide dünya rehberi sayılan Japonya, Amerika, Fransa, İsviçre.. ve  bilimsel eğitimin önderleri sayılan ülkelerin  öğrencileri, bu anlamda "olumsuz" etkileniyorlar'mış, öyle mi?

Onun için olsa gerek ki.. onlar düşünüyor, üretiyor.. Biz de  onların icat ettiklerini kullanıyor, onların buluşlarından yararlanıyor ve  istifade ediyoruz...


Hâl böyleyken..  Arap Yarımadasında ve İslam toplumlarında  ahlâk, bilim yerlerde sürünüyor, ölüm gözyaşı kol geziyor...

Dolayısıyla..

Etek giyen ülkeler uzaya...

Kadınları kapatan"Müslüman" ülkeler de,  bilim ve teknolojiden uzak,  IŞİD'e ve El Kaide'ye haşhaşi "cihad"çı  yetiştirmeye...


Sevgi ve saygılarımla!


"Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytandır" Hz. Muhammed (A.S.)

13 Eylül 2014 Cumartesi

Sayın Büyüklerimiz'den Gereğinin Yapılmasını Talep Ediyoruz...



"ANKARA'da trafikte tartıştığı Kuveyt Büyükelçiliği diplomat ve elçilik görevlileri tarafından dövülen NATO'da görevli olan F-16 pilotu Kurmay Yarbay Hakan KARAKUŞ'un Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Akın Öztürk'ün damadı olduğu ortaya çıktı."

Görgü tanığı bir vatandaşımız olayı şöyle anlatıyor:

 "Arkadaş bir kişi. Eşi ve çocukları yanında. Kuveytli olanlar kasıtlı olarak bu kişiyi yere yatırıyor. Diğer 3 kişi suratını tekmeliyor. Direk olarak öldürmeye çalıştılar arkadaşı. Onların amacı dövmek değil, defalarca ayırdık. Kasıtlı olarak ayakta vurmuyorlar. Her tarafı açıkta olmasına rağmen, arkadaşın sadece yüzüne vurdular. İçeride de hakaret ediyorlar. ’Bizim dokunulmazlığımız var’ diyorlar. Sonra dedik ki ’Siz bizim ülkemizde şahitlik yapamazsınız, hepimiz şahitlik yapacağız. Ondan sonra bankadan polisi arıyorlar. ’Biz diplomatız, dokunulmazlığımız var saldırıya uğradık, bizi linç edecekler gelin kurtarın’ diyorlar. Burada hiç kimse saygısızlık yapmadı. Gördüğünüz gibi devletin memuruna da saygılıyız. Sadece yüzlerine tükürmek istiyoruz. Şahitlikte yapacağız." 11 Eylül 2014


Ülke topraklarımız üzerinde hatta başkentimizin göbeğinde bu küstahlığı gösterme fütursuzluğuna cüret eden Arap diplomatına halkımızın tepkisi anında karşılık bulmuştur... 

Dolayısıyla... bu milletin bağımsızlığını ve gözbebeği değerlerini sakın kaşımaya kimse kalkmasın... 

El cevap, Türk Milletinin 1919'daki  Milli Mücadelesini hiç kimse aklından  çıkarmasın... Dolayısıyla yeri gelmişken bu kepazelikle birlikte aklıma merhum Turgut ÖZAKMAN'ın kitabından okuduğum, işgal yıllarında yaşanılan  benzeri tarihi bir olayı izninizle  paylaşmak istiyorum:


"HORCH marka siyah, büyük bir otomobil, köprüyü geçerek Karaköy'e saptı. Ali Kemal'in güvendiği meşru devletin Sadrazamı Tevfik Paşa, Londra'dan dönmüş, konferans hakkında Padişah'a bilgi sunmak için saraya gidiyordu. Birdenbire bir İngiliz trafik askeri, düdük çalarak önlerine atıldı. Şoför arabayı durdurdu. Sarsılan Tevfik Paşa sızlandı:

"Ne oluyor?" 

Şoförün yanında oturan parlak kordonlu yaver, "Şimdi anlarım efendim" dedi, arabadan fırladı.

İngiliz askeri öfke içindeydi.

Yaver sert bir şekilde, hemen yolu açmasını istedi. İngiliz, bir Türk subayının kendisiyle böyle yukardan konuşmasına şaşmıştı, o yüzden duraksadı. Askerin kabalığından pişman olduğunu sanan yaver, arabada Sadrazam'ın bulunduğunu açıkladı, yolu açmasını istedi. İngiliz kendini toparlamıştı, bir şey söylemeden düdüğüne asıldı.

İhtiyar Tevfik Paşa "Ne istiyor bu adam..." diye yakındı arabada, "..geç kalıyoruz."

Düdük sesine koşan bir devriye kolu arabayı sarıyordu. Yaver altüst olmuş bir suratla arabaya döndü. "Çabuk gidelim" emrini veren Sadrazam'a, "İmkansız efendim.." dedi, "..bizi tutukladı."

Tevfik Paşa'nın yüzü soldu:

"Kim olduğumu söylemediniz mi?

"Söyledim efendim ama bir faydası olmadı. Karakola götürüyor."

"Neden?"

"Arabanın plakası olmadığı için." ...

Çevre meraklılarla dolmuştu. Gözleri hayretten büyümüş bir Türk yanındakilere, "Şu hale bakın yahu.." diye fısıldadı,  ..bir İngiliz askeri, koca Osmanlı Sadrazamını tutukladı, götürüyor...

Yere tükürdü.

(...)

YILDIZ SARAYI'nın Küçük Mabeyn  dairesindeki genişçe odada, Vahidettin gözlerini kapatmış, Tevfik Paşa'yı dinliyordu. Tevfik Paşa saraya ancak hava karardıktan sonra gelebilmişti. 

"..Karakoldaki İngiliz subayı, üstleriyle konuşmadan bizi serbest bırakmadı. Bu yüzden geciktim efendimiz, affınızı dilerim."

Vahidettin bir süre sessiz kaldı, neden sonra gözlerini araladı, durgun bir sesle, "Bu tatsız olayı, diplomatik bir kaza olarak değerlendirelim" dedi.. " Turgut ÖZAKMAN / Şu Çılgın Türkler, sf:59-62


Demek ki... dokunulmazlık zırhı altında bu küstahlar, eline bomba alıp orayı burayı da bombalayabilirler'miş.. hatta yetmedi taramalıyla vatandaşlarımızı da öldürsünler valla..  
Nasılsa dokunulmazlıkları var'mış ya...


Allah aşkına böylesi bir kepazeliği ,  hangi ülke, hangi devlet, hangi millet kabul eder veya kendilerine reva görür? 

Bileniniz varsa beri gele... 

Dolayısıyla...

Yetkili Sayın Büyüklerimizden, 

Millet olarak, onur kırıcı bu küstah davranışın gereğinin yapılmasını ivedilikle talep ediyor ve bekliyoruz... 

Sevgi ve saygılarımla!


"Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytandır" Hz. Muhammed (A.S.)

11 Eylül 2014 Perşembe

Kabus Gibi...




Bursa Osmangazi ilçesinde, 3 kardeş vurularak öldürüldü. "iddiaya göre, Yunuseli Mahallesi'nde, evlerinin yakınında oturarak cips yiyen 27 yaşındaki Şefik, 25 yaşındaki Ferit ve Emrah Ece (26) kardeşler ile aynı sokakta market işleten Hurşit (59) ve oğlu Umut Ç. (30) arasında gürültü yapma meselesi yüzünden tartışma çıktı." 8 Eylül 2014


Bu olayı duyduğumda çaresizliğin ne demek olduğunu, dayanılmaz acı duygularla hissettim.. Bir toplumun "cinnet geçirmesi" böyle bir şey olsa gerek. Yaşları art arda (25-26-27) olan üç delikanlı evladın (ki ikisi bir fabrikada çalışıyor, ötekisi ise, askerden henüz gelmiş pırıl pırıl çocuklar) öldürülmesi... Allah'ım inanılır gibi değil... İnsanın kanı donuyor. Dahası iki silahtan "38" mermi kovanı bulunduğu iddia edilen bu katliam, nasıl anlatılır? Bu vahşeti kim nasıl izah edebilir? Bu nasıl bir öldürme isteği, bu neyin öfkesi..

Yok yok böyle bir şey olamaz!..

Bu insanlığın kabul edeceği bir şey değil... Olayı en yakınımın ağzından duydum. Anında haberi araştırarak inanmak istemediğim gerçeği, burnumun direği sızlayarak ne yazık ki okudum.. O kadar ki...  günü baş ağrısıyla geçirdim.  Ben bu haldeysem... Allah o ana babaya sabır, güç, kuvvet versin, demekten başka bir şey bulamıyorum..

Öte yandan toplum olarak, bir insanın bu kadar öfke-kin-nefret  kusmasının altındaki psikolojiyi iyi tahlil etmek gerekir diye düşünüyorum.

Allah aşkına!.. Bu çocuklar ölümü hak edecek kadar, ne yapmış olabilirler? "Gürültü yaptılar" diye, ya da ne bileyim hadi kaba kuvvet veya kaba söz "kullandılar" diye, çıldırmışcasına adam öldürmek de neyin nesi  oluyor? 

Dahası iddiaya göre;

"Başlarına kurşun isabet eden Emrah ve Ferit Ece, yere yığıldı. Şefik Ece ise yaklaşık 50 metre ileride bulunan evlerine doğru koşarak, "Baba yardım et" diye bağırdı. Bunu gören ve otomobille olay yerinden kaçarken geri dönen zanlılar, eve girmek üzere olan Şefik Ece'yi başından vurduktan sonra uzaklaştı." ntvmsnbc.com

Bu durumu nasıl izah etmeli?! Bu sıradan bir cinayet filan olamaz! Bu olay bir toplumun uçurumdan yuvarlanmaya çalıştığının göstergesidir... Dolayısıyla bu bir infialdir..


Diyeceğim.. 

Yaşanılan bu vahşet bir kabus gibi... Hani kabus dedim de aklıma Dostoyevski'den okuduğum bir bölüm geldi. 

İşte o bölümden alıntı:


 -Binin hepiniz binin! diye bağırdı.  Hepinizi götüreceğim, binin!..
Bu sözleri, kahkahalar, bağrışmalar izledi:
    -Bu lâgar beygiri mi bizi çekecek?
    -Kuzum Mikolka, sen aklını mı kaçırdın? Hiç bu kısrak bozuntusu böyle bir arabaya koşulur mu?
    -Kardeşler, bu demirkırı hayvancağız  yirmi yaşında var.

Mikolka, birinci olarak arabaya atlarken yine bağırdı:
-Binin, hepinizi götüreceğim, dedi ve dizginleri eline alarak bütün heybetiyle öne geçti... Sonra arabadan bağırarak, şunu ekledi:

- Bizim doru at Matvey ile gitti. Ama bu kısrak yok mu, kardeşler, yüreğimi tüketmekten başka bir şeye yaramıyor. Onu gebertmekten başka çare yok... Boşuna arpa yiyor!..  Binin arabaya diyorum size!..  Dörtnala koşturacağım!... Dörtnala  koşacak...

Mikolka demirkırı kısrağı büyük bir hevesle dövmeye hazırlanarak eline kamçıyı aldı. Kalabalığın arasından  kahkahalar yükseldi.

   - Koşacak ya!.
   -Acımayın kardeşler!.. Herkes birer kırbaç alsın, hazırlansın vurmaya!..
   -Vay anasını!.. Vur gitsin!..

(...)

Derisi kemiğine geçmiş su acınası beygir, arabayı dolduran bunca insanı dörtnala götürecekti! iki delikanlı da mikolka'ya yardım etmek için ellerine birer kırbaç almışlardı. derken, "deh!" diye bir ses duyuldu. lâğarcık bütün gücüyle asıldı, ama dörtnal şurada dursun, adî yürüyüşe bile kalkamadı. ayak değiştirir gibi küçük, kısa adımlarla olduğu yerde sayıyor, sırtında ardı ardına şaklayan kırbaçlar altında inliyor, bacakları bükülüyordu. arabadakilerin de, dışarıdan durumu seyredenlerin de gülüşleri bir kat daha artmıştı. mikolka iyice kızmıştı, kısrağının dörtnala koşacağına gerçekten de inanıyormuş gibi büyük bir öfkeyle ard arda indiriyordu kamçısını.
kalabalık arasından bir delikanlı da arabadakilere imrenmişti:
"bırakın, ben de bineyim kardeşler!" diye bağırıyordu.
atını habire kamçılayan ve artık neyle döveceğini bilemeyecek hale gelen Mikolka da bağırıyordu:
"binin! herkes binsin! hepinizi çekecek! geberteceğim onu!"
"babacığım, babacığım, ne yapıyor bunlar!" diye bağırdı çocuk "nasıl da dövüyorlar zavallı atı!.."
Çocuk,

"babasının elinden kurtulduğu gibi, kendinden geçmişçesine ata doğru koşmaya başladı. zavallı beygircik perişan durumdaydı. soluğunu tutup bir an duraklıyor, sonra yine asılıyordu arabaya. Ama her seferinde yere kapaklanacak gibi oluyordu.
"gebertin!" diye bağırıyordu Mikolka. "artık yeter! geberteceğim!"

Kalabalık arasından yaşlı bir adam da Mikolka'ya bağırdı.
"Sen Hıristiyan değil misin, mendebur!"
"Böyle bir atcağızın, böyle bir yükü çektiği nerde görülmüş?" diye ekledi bir başkası.
bir üçüncüsü: "öldüreceksin ulan!" diye bağırdı.
"Sana ne! mal benim!.. ne istersem yaparım. Daha binin, herkes binsin! ne pahasına olursa olsun dörtnala kalkmasını istiyorum!.."

birden müthiş bir kahkaha tufanı koptu ve bütün gürültüleri bastırdı. üzerinde ardarda şaklayan kırbaçlara dayanamayan zavallı kısrak, o perişan haliyle çifte atmaya başlamıştı. Mikolka'ya bağıran yaşlı adam bile kendini tutamayıp güldü. nasıl gülmezsin: ayakta zor duran bir beygir sağa sola çifte atıyor!
Derken kalabalık arasından iki genç koptu ve ellerinde birer kırbaç her biri atın bir yanına geçip böğürlerine vurmaya başladılar.

Mikolka bağırıyordu:
"Suratına vurun! gözlerine gözlerine şöyle!.."

(...)

Çocuk atın yanına koştu, öne geçti. Hayvanın gözüne nasıl vurduklarını gördü. ağlamaya başladı. yüreği kabarıyor, gözlerinden yaşlar boşanıyordu. bu arada kamçılardan biri yüzüne çarptı...

Öfkeden çılgına dönen Mikolka:
"Geberteceğim seni mendebur hayvan!" diye bağırdı. Kamçısını atıp eğildi ve arabanın dibine uzatılmış olan ağır, uzun yedek araba okuna sarıldı; iki eliyle tuttuğu oku güçlükle demirkırı kısrağın başı üzerinde kaldırdı.
Çevreden bağrışıyorlardı:
"Boynunu kıracak!"
"Öldürecek!"

Mikolka da bağırıyordu:
"Mal benim değil mi?
ve oku olanca gücüyle hayvanın üzerine indirdi. Boğuk bir ses duyuldu. Kalabalık arasından sesler yükseliyordu.
"Ne duruyorsunuz millet! Kamçılasanıza."

Mikolka ise koca araba okunu zavallı lagarın üzerinde yemden kaldırmış ve yeniden olanca gücüyle indirmişti. Bu vuruşla hayvan olduğu gibi arka ayakları üzerine çöküverdi. Ama birden doğruldu ve gösterebileceği son çabayla sağa sola saldırmaya başladı. Ama dört yanındaki tam altı kırbaç göz açtırmadı hayvana. öte yandan mikolka da araba okunu yeniden havaya kaldırmıştı, üçüncü, derken dördüncü kez olanca ağırlığıyla indi ok beygirin sırtına. Mikolka bu işi bir vuruşta bitiremediği için kudurmuş gibiydi.

"Amma çıkmaz canı varmış ha!.." diye bağırıyorlardı çevreden.
Meraklının biri de: .
"Öyle ama, bu kez yüzde yüz yıkılacak,” dedi." Sonu geldi artık, kardeşler!” Bir başka meraklı:
"baltayla bir vuruşta bitirilir bunun işi!" dedi.
Mikolka öfkeyle:

"Şimdi hapı yuttun işte! açılın hele!" diye bağırdı, sonra araba okunu elinden fırlatıp yeniden arabanın içine eğildi ve bu kez bir demir küskü çıkardı.
"Değmesin millet," diye bağırıp küsküyü var gücüyle hayvanın sırtına indirdi.
boğuk bir çatırtı çıktı. Zavallı lâgar şöyle bir sallandı, sonra arka ayakları üstüne yığıldı. arabayı çekmek için son bir çaba göstermek istediği sırada demir küskü yemden, olanca şiddetiyle sırtına indi. Zavallı beygir, dört ayağını birden kesmişler gibi olduğu yere yığılıverdi.
"İyice bitirelim şunun işini!" diye bağıran Mikolka kendinden geçmişçesine arabadan atladı.
İçkiden suratları kıpkırmızı birkaç sarhoş delikanlı daha ellerine geçen kamçı, sopa, araba oku gibi şeylerle can çekişmekte olan beygire vurmaya başladılar. mikolka yanda duruyor ve elindeki demir küsküyü boş yere hayvanın sırtına indiriyordu. Lâgar başını uzatmış, güçlükle soluyordu, az sonra da son nefesini verdi.
Kalabalık arasından sesler duyuluyordu:

"Öldürdü işte!"
"Hani dörtnala koşacaktı?"

Mikolka ise, elinde küskü, gözleri kan çanağına dönmüş, öylece duruyor ve:
"Mal benimdi!" diye söyleniyordu.
Çevresinde öldürebileceği başka bir şey kalmamış olmasına üzülüyor gibiydi.

Kalabalıktan sesler:
"Sen gerçekten de Hıristiyan değilmişsin!" diye bağırdılar Mikolka'ya. bu kez bağıranlar daha çoktu.
Bu arada zavallı çocuk kendini yitirmiş gibiydi. Bir çığlık atıp, kalabalığı yararak beygire doğru koştu, onun kan içindeki başına sarılıp, gözlerinden, dudaklarından öpmeye başladı. Sonra birden öfkeyle yerinden fırladı, küçücük yumrukları sıkılı, Mikolka'nın üzerine atıldı. Epeydir oğlunun ardından koşup duran babası onu tam bu sırada yakaladı ve çekip kalabalıktan çıkardı.
"Gidelim artık oğlum, evimize gidelim!"

Çocuk:

Babacığım, bunlar... niçin... bu zavallı... hayvancağızı öldürdüler? diye hıçkırır. Ama soluğu tıkanır, sözcükler daralmış göğsünden bir çığlık halinde çıkar."  F. M.  DOSTOYEVSKİ / Suç ve Ceza 1. Cilt, sf:98/103


Sevgi ve saygılarımla!



"Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytandır" Hz. Muhammed (A.S.)

9 Eylül 2014 Salı

Çatışma...










Zavallı ve talihli iç içe, yan yana, kucak kucağa... Dolayısıyla yaşam böyle bir şey... Burada toplumun çukurunu dolduran yoksullar ve zayıflar  çatışmanın bir yanı, diğer bir tarafı ise, gözü aç doymazlar, vurguncular ve fırsatçılar...  Doğal olarak toplum vicdanı dediğimiz olgu da tam bu noktada kendini hissettirir.

Pekii..

İçimiz yandı.. 

İstanbul Mecidiyeköy’de çok katlı inşaat yapımında meydana gelen asansör faciasında, 10 işçimiz can verdi.. Bu işçilerin hepsi bir lokma ekmek için, ağır koşullarda canları pahasına  çalışmayı göze alan yoksul  vatandaşlarımız..

Öte yandan.. 

"Düğünde Misafirlere Pasta Üzerinde Altın İkramı" 8 Eylül 2014

Artık adını siz koyun, ayıptır söylemesi düğününde misafirlerine "pasta üzerinde altın ikramı"nda bulunan Ankara’nın tanınmış işadamlarından... oğlunun düğünü için Suudi Arap şeyhinden  "Türkiye fiyatlarıyla yaklaşık 20 bin lira değerinde olan yenilebilen altın gönderdikleri"ni ve davetlilerce de, "altınlı pastanın tadının çok güzel olduğunun"nun altı çiziliyor...


Vay be... demek  altınlı pastanın tadı "çok güzel"miş.. 

Ne diyelim.. bir lokma ekmeğin tadını alamadan canlarından olanlar, sefaletten ezilenler... 

Sahi.. 

Duydunuz mu?

"Arabistan’da önemli etkinliklerde konukların yiyeceklerine altın karıştırmak onlara verilen önemin göstergesi olarak görülüyor."muş..

Vallahi ne diyelim,.. 

Böylesi bir görgüsüzlüğe... "komşuda pişer, bize de düşer"

Arap, "Müslüman" din "kardeş"lerimizle belli ki oldukça dayanışmaya girmişiz herhalde..

Diyeceğim... 

Yoksunluktan kazanmanın, yoksulluğu kendi zenginliğine  dönüştürmenin açgözlü girişimcileri... Dolayısıyla zavallılar ile başlarına talih kuşu konmuş  talihlileri bir toplum işte böyle  buluşturuyor. Bir toplumda bir intizam hüküm sürmesi mühim bir meseledir. Toplumda.. olmayınca intizam olmaz!.. Dolayısıyla bu çatışmadan sonuçta çıkacak olan:

Hiç şüphesiz ki, insanlığın kaybetmesi olacaktır.















9 Eylül Zaferi'miz Kutlu ve Mutlu Olsun... 

Ne Mutlu Türk'üm Diyene!


Sevgi ve saygılarımla!

"Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytandır" Hz. Muhammed (A.S.)