29 Ocak 2010 Cuma

Çocukları Duymayınız, Görünüz!


















"İşle öğüt veren, sözle öğüt verenden iyidir." MEVLANA



Sömestriyi yarılamaya yakın, çocuklarımızın bu süreci nasıl değerlendirmesi gerektiğine ilişkin bir kaç sözüm olacak:

Öncelikle bu tatilin, öğrencilerin soluk alacağı ve özlemle beklediği bir süreç olarak zihinlerdeki en güzel yeri aldığını iyi okumak gerekir. O nedenle onlara, "ders çalış", "ödev yap", "eksiklerini tamamla" gibi söylemlerin pek de yer tutmayacağını hesap ederek gelin hep beraber, sinirlerimizi bozmadan bu tatili mutlu ve huzurlu geçirmenin yollarına bakalım.


Çocuklarımıza yapılabilecek en güzel yönlendirme; onlara sorumluluk verebilmektir. Bunu çeşitli şekillerde kazandırabiliriz. Hatta evimizin ve ailemizin günlük işlerindeki yardımlaşmadan başlanılabilir mesela... Ama asıl önemlisi okuma alışkanlığına sevk etme çabalarımızı birlikte yürütmek en doğrusu olacaktır diye düşünüyorum. Zira çocuklar, büyüklerinin izinden giderler. O vakit günlük gazeteyi takip ederek çocuklarımıza okuma alışkanlığını kazandırmak için en güzel örneği, neden kendimizden başlatmayalım?

Çocuklarımızla birlikte mutlu ve güzel bir tatil geçirmeniz dileğiyle...


Sevgi ve saygılarımla!

27 Ocak 2010 Çarşamba

Hangi Hayat?!














"Düşüncelerimizin en iyi aynası yaşamlarımızın akışıdır." Montaigne



“'İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Başkanı ve fotoğraf sanatçısı Şakir Eczacıbaşı hayatını kaybetti' diyordu dünkü gazetelerdeki haberler...

Tamam; o hayatını kaybetti de peki biz ne kaybettik toplum olarak?

Hayat dediğin herkeste var çünkü...

Doğmakla başlayan, içi doldurulmadığında; yemekten, içmekten, uyumaktan ve üremekten ibaret hayatlarla dolu çevremiz...

İnsanlık için kafa yoran, halkının eğitim ve kültür düzeyini yükseltmek için sessiz ve sakin bir savaşı yıllardır sürdüren kaç “hayat” var çevrenizde bir bakın...

Kaç “hayat”, diğer insanların aydınlanmasına adıyor kendisini?" Mustafa MUTLU, Vatan 26.01.2010


Mustafa MUTLU, köşesinden böyle bir yorum getirerek aslında ne kadar düşündürücü ve anlamlı bir sorgulama yaptığı üzerinde biraz durmak isterim. Zira gerçekten de çevremizde yüzlerce kişiyle muhatap olduğumuzu ve içlerinden bir çoğunu da yakından tanıdığımızı varsayarsak, üzülerek ifade etmeliyim ki insanların, genel olarak yaşamı algılaması bu doğrultuda... Hatta daha da ileriye gidelim; "Böyle gelmiş, böyle gider" söylemi kulaktan kulağa fısıldanmaz mı? Önümüze sunulan düzen içerisindeki davranış ve tutumlarda sorgulanmaya muhtaç olan konulara dahi gözümüzü iliştirmediğimizi nasıl izah edebiliriz acaba?

Şimdi günümüz koşullarında nerede olduğumuzu vurgulayacak birkaç nokta üzerinde durmak istiyorum:

Hayallerin peşinden koşmanın bedelini ne yazık ki işte bu şekilde "içi boş" hayata teslim olarak ödüyoruz. Nasıl mı? Şan, şöhret, para ve güç sahibi olmak adına "ayrıcalıklı" bir hayat sürdürme isteğiyle yoldan çıkmak gibi... Bugün de bütün bunları içeren bir kültürün etkisi altında insanlar bir yerlere sürükleniyorlar. İnsanlığın özünde olması gereken ahlâklı ve adaletli yaşamın çok ötesinde bir kültürün çekimi altında olduğumuzu, bugün anlamak çok zor değil. Zira burada bizlere örnek olarak televizyonlar aracılığıyla önümüze belli modeller konulmaktadır. Sinema, müzik, moda, reklam dünyası insanların hayalleri ve ülküsü olmuştur.

Çocuklarına marka alabilmek için fazla mesai yapmaya çalışan babalar; moda yarışına giren hanımlar; şarkıcı, futbolcu veya film artisti olma hayallerini ülkü edinen çocuklar için; Mustafa MUTLU'nun sorguladığı üzere insanlık adına kafa yoracak, hangi umut ve inancın değerlerini öğrendiler de, bu yolda savaş veren insanları aramızda sıkça görebilelim dersiniz?! İnsanlığın adalet, erdem ve ahlâka sahip bir hayata hazırlanması gerekirken, tam aksi yönde sadece ve sadece kendini düşünen, tüketime odaklı, mutluluğu maddiyatta arayan sevgiden yoksun bir yaşama yönelmesi; hangi insanlığın sorunlarına çare arar? Hangi halkın kültürünün yükselmesinde katkıda bulunur? Zira bu tür bir yaşamın içerisinde ne sevgiye yer var, ne de vicdana ve sorgulamaya...

İşte çevremize baktığımızda gördüğümüz insan manzarası; birileri tarafından ortaya atılan sözde modayı takip etmek gibi hayallerini gerçekleştirmeye çalışarak, insanların giydiği giysilerin takibine varmasıyla son bulan; ve adeta onlarla yarış sathına kendini kaptırmakdan, daha derin konuların ne olduğunu bilmeyen bir durumla, ne yazık ki karşı karşıyayız! İşte bu kesim için bırakınız kitap okumayı, onlar virtin kitaplarını, yine vitrin olarak taşımasını, göstermesini idrak edecek kadar bir anlayışa sahipler!.. O halde bunların, hayattan beklentileri sadece ve sadece yemek, içmek, uyumak ve üremek üzerine kurgulanmış bir yaşamdır. Yani "içi boş" hayat...


Kaybedilmiş bir toplumu avutan ve televizyonlar aracılığıyla sözde "sanat" icra ettiklerini söyleyenlere de bir sözümüz olacak; "Değişimler her zamana için bunalımlı zamanlarda gerçekleşir." o vakit de tekrar insani değerlerin ön plana çıkartılarak insanlığın iyiye ve güzele doğru adım atması için sevginin, ahlâkın, adaletin yaşamın olmazsa olmazları olarak kabul etmektir. Zira insanları sadece eğlendirerek ve avutarak gelinen nokta; işte içinde bulunduğumuz bu bunalımlı günlerden ibaret olarak değerlendiriyorum... Yitirilmiş insanlık değerleri bu şarlatanlıklarla oluştu! Ardından gelişen cehalet insanları duyarsız ve "içi boş" yaşama zorladı.

Oysa yaşamı doğru bir biçimde algılamak istiyorsak; yaşamın her evresinin bir mücadele olduğunu ve ilerlemek için de mücadeleden kaçınılmaması gerekliliğini iyi anlamalıyız! Burada en önemli hususun, insan olduğumuzu unutmadan, insanlık adına insanlığı yaşatmak için, önce bizim dışımızda da insanların var olduğunu ve hayatın onlarla birlikte aktığını hiç unutmamak gerektiğinin bir kez daha altını çizmek isterim.
"Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır." Rûm Sûresi, 21. Ayet

Dışarıda mutluluk, huzur ve refah olduğu süre içerisinde ancak bizim de mutlu olabileceğimizi bilmem hatırlatmama gerek var mı?!

Sevgi ve saygılarımla!

23 Ocak 2010 Cumartesi

O Bir "Mesih"!



















"TANRI, iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır, kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Allah’ı kullanır." Giordano Bruno (İtalyan filozofu 1548-1600).


İşlediği cinayet ve cinayete tam teşebbüsten 30 yıldır çeşitli -yurt içi ve yurt dışı- ceza evlerinde yatan Mehmet Ali AĞCA, beklendiği gibi "katil" damgasıyla çıkması gerekirken ne yazık ki, "kahraman" sıfatı kazandırmaya çalışanların davullu zurnalı karşılamaları arasında hapishaneden çıkıyor! Zira bunu yapmak; medya önünde son model mersedes arabalar ve geceliği 1000 Tl. olan beş yıldızlı otellerde konaklamak, bunun bir göstergesidir. Bitmedi; başına "talih kuşu" konmuşcasına milyon dolarlık çeşitli teklifler havada uçuşuyor...


Bu tekliflerin, her alanı kapsamasıyla da AĞCA'nın bizim bilmediğimiz -"katil" olmasının dışında- müthiş marifetleri olduğunu ortaya koyuyor. Aman ne kadar kıymetli (!) bir "katil"imiz varmış da, meğer bugüne kadar değerini anlayamamışız biz. Tabii marifetleri bir tek "katil" sıfatıyla sınırlı değil! Bakınız, yeni bir İncil yazacak kadar da ilâhi sorumluluğu bile varmış! Bundan sonra 5. İncil'de Hıristiyanlık âlemine sunulmak üzere, müjdeler olsun "MESİH AĞCA" yı bağrımızdan çıkarmayı başardık!!!


Papa'yı öldürmeye teşebbüs edecek kadar ruh hali bozuk bu şahıs, şimdilerde sicilindeki bozuklukları unutarak, kendini bambaşka bir havalara sokma peşinde! Şimdi çocuklarımıza ve toplumumuza bu durum nasıl açıklanır, işte orası bir muamma...


Bir insanı bilerek ve kasten öldürmek bir cinayettir! Cinayeti işleyene de "Katil" sıfatı verilir. Bu durumda da katillere suçunu unuttururcasına, toplumu dumura uğratarak, katillerin "kahraman" yapılması hiç normal bir davranış değil! Bu durum ancak ruh hali bozulmuş toplumların kabulleneceği bir tutum olsa gerek! Ahlâkını yitirmiş bir toplum olarak da değerlendirebiliriz! Bunun sonu gelir mi? Nitekim son yıllarda giderek ahlâkını yitirmenin ötesinde, ardarda işlenen suçlara bir bakacak olursak yaşanılanlar öyle kabul edilecek cinsten hiç değil!

Demem o ki, şayet AĞCA "kahraman" olarak topluma yutturulmaya kalkışılıyorsa, öz kızına tecavüz eden sapık babaları, annesini boğazlayan öz çocukları, bebeklere kadar reva görülen sapkınlıkları ve dahalarını da birileri istedi diye "kahraman" mı sayalım?! Ama durun! "neden olmasın?" diyenlere; bakınız Münevver'i vahşica katleden "katil" için neredeyse "masum" göstermeye varacak -"sucuk ekmek yedi" vs.- söylemlerine kadar gidilmedi mi, yanıtını hemen verebiliriz!


Evet, bunları medya eliyle çok rahat görebiliyoruz. Oysa Mehmet Ali AĞCA, cinayeti işlediği zaman henüz 20 yaşındaydı. Bizim halk olarak hiç bir zaman bilemediğimiz ince detaylar bir tarafa; uluslararası güçlerin bu türden tetikçileri seçmelerini anlamayacak bir şey yok! Bu durumda da üzerinde yorum yapacağım tek şey; AĞCA gibi tetikçilerin olayda sadece kullanılmış olmalarıdır. Asla "neye?", "kime?" hizmet ettiklerini onlar, dahi bilmezler!.. O vakit AĞCA, neyin "kara kutu"su olabilir ki?.. O, olsa olsa bir zavallı olabilir! Hepsi bundan ibaret!


Mehmet Ali AĞCA, bir insanı öldürerek tarihe ve siciline "katil" olarak geçmiştir! Yine ikinci bir cinayete teşebbüs etmesiyle de ortada amacına ulaşılamamış bir büyük olaya daha imza atmıştır. Netice itibariyle attığı ikinci kurşunla Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni uluslararası arenada karalayarak, kötü tanıtımına neden olmuştur! Cinayeti ve Papa'yı öldürme teşebbüsüyle seçilen kurbanların, ünlü olması münasebetiyle de suçlarını daha sonra kendisine "şan, şöhret" getirmeye yönelik kullanmak istemesi, tamamiyle kişisel bir tercihtir. Ve yine arkasında bulunan fırsatçılara da yeni bir umut kapısı olmuştur! Olay, bundan ibarettir! Bu vesileyle, bu şahıs bundan böyle vatana, millete hatta Hollywood'a ve bütün dünyaya "hayırlı olsun!" demekten başka aklıma bir şey gelmiyor!

Sevgi ve saygılarımla!

20 Ocak 2010 Çarşamba

İçim "Cızz" Etti...













"Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir." Nisâ Sûresi, 58. Ayet

İnsanlığın aciz kaldığı ve sözün bittiği anlar var ya... İşte şimdilerde bu anların yaşandığı yer Haiti; İnsanın içinin "cızz" ettiği görüntülerle vicdan sahibi tüm insanlığın yüreği kan ağlarken, insanlığını (ZENGİN TURİSTLER) kaybetmiş olanlar da bu dramın yaşandığı yerin sadece yüz kilometre ötesinde gününü gün etme peşindeler... Yani amiyane tabirle; "fing atıyorlar!"...


Ha, bunu ben söylemiyorum; "Konuyu gündeme taşıyan İngiliz Guardian gazetesi, kapağında kullandığı yan yana koyulmuş iki fotoğraf karesiyle insanlığın bittiği noktaya dikkat çekti.
Karelerden birinde, el arabasına üst üste konularak mezarlığın girişine bırakılmış cesetler var, diğerinde ise Haiti'nin "tatil cenneti" sahillerinden Labadee Beach'e yanaşmış lüks bir yolcu gemisi yer alıyor." Haber 7

Ve İngiliz Guardian yazıyor!!! Bakınız hem de nasıl ifede etmiş:

"Haiti'nin mezarlıklarında yer yok, ama turistik yolcu gemileri demirleyecek yer bulabiliyor" yorumunun yapıldığı haberde, depremin vurduğu Haiti'nin "özel plajlara" gemilerin yanaşmaya devam ettiği ve turistlerin denize girdiği ifade ediliyor.

"Tatilcilerin jet ski gezintisi yapıp, hamak keyfi yaptığı sahillerin yüz kilometre ötesindeki drama da dikkat çeken Guardian, Haiti'nin başkent ve çevresinde binlerce cesedin sokaklarda çürüdüğünü belirtiyor." Haber 7

İşte bu!.. İnsanlığın bittiği, vicdanların tükendiği nokta; burası olsa gerek... Bu durumda insanın aklına ne geliyor derseniz, bu anlatılamaz herhalde. Sadece ve sadece hissedilir...

Öte yandan Haiti, kölelilikten ve sömürgecilikten her ne kadar kurtulmuş gözükse de, şimdilerde öyle olmadığı çok açık ortada... O vakit söz konusu olan Haiti halkı ve onları köle olarak görenleri buradan Montaigne'nin düşüncesiyle utandırmak isterim! Şayet mevcut ortamda utanacak yüzleri kaldıysa eğer..!

"Platon'un bir öğütü hiç hoşuma gitmez: Kadın olsun, erkek olsun hizmetçilerimizle şakalaşmadan, senli benli olmadan, hep bir efendi ağzıyla konuşmalıymışız. Benim aklım buna ermedikten başka, servet üstünlüğüne öylesine önem vermek hiç de insance ve haklı bir davranış değil. Uşaklarla efendiler arasındaki ayrılığın daha az göze battığı yerde daha adaletli bir düzen vardır bence." Montaigne

Sevgi ve saygılarımla!




18 Ocak 2010 Pazartesi

Hayır mı, Şer mi?














"Bir millette, özellikle bir milletin iş başında bulunan yöneticilerinde özel istek ve çıkar duygusu, vatanın yüce görevlerinin gerektirdiği duygulardan üstün olursa, memleketin yıkılıp kaybolması kaçınılmaz bir sondur." ATATÜRK


Haiti'de geçtiğimiz günlerde meydana gelen büyük depremde ölenlerin sayısının yüzbinleri bulacağı söyleniliyor. Ekranlardan izlemeye dayanamadığımız bu insanlık dramının aslında bilim adamlarınca yıllarca söylendiği de bir gerçek. Zira 2008 yılında Güney Haiti'de çok büyük bir depremin yaklaşmakta olduğu gazetelerde yazılmış. (CNN 12/01/10)

Şimdi bir de Haiti'nin genel durumuna bir göz atalım:

"Karayip denizinde yer alan Haiti, halkın ezici çoğunluğunun günde 2 euro’dan az bir parayla yaşadığı, yetişkinlerin %50’sinin okuma yazma bilmediği, ortalama ömrün 49 yıl, çalışabilir nüfusun %85’inin işsiz ve enflasyon oranının %27 olduğu bir ada ülkesi. Halkın büyük kesimini yoksul köylüler ve tarım işçilerinin oluşturduğu 8 milyon nüfuslu eski bir Fransız sömürgesi olan ve 1804’te siyahların bağımsızlıklarını kazandıkları ilk devlet olarak tarihe geçen Bağımsız Haiti Cumhuriyeti, sömürgeciliğe ve köleliğe karşı kurtuluş mücadelesinin önemli bir simgesi." İnternetten alıntı


Televizyondan izlediğim kadarıyla ve bana "Gölcük depremini" hatırlatan o acı görüntüler karşısında bir küçük araştırma yapma isteğiyle edindiğim bilgileri buradan sizlerle paylaşmak istedim. Ne bileyim; sanki her şey birbirinin aynısı gibi... Mesela, Haiti'de yaşanılan felaketin iyileştirilmesi "uluslararası toplumun" insiyatif ve yardımlarına bağlı... Yani büyük bir depremin yaşanacağı bilinmesine rağmen, hiçbir tedbirin yeterince alınmaması; halkın yoksulluğuna, bilgisizliğine fatura ederek çaresizliği "kader" olarak algılatmak gerçekten içler acısı...


Haiti’nin yoksulluğu vurgulanarak, ölümlerin büyük çoğunluğunun binaların dayanıksızlığından, denetimsiz inşaatlardan, kaynaklanıyor olması hemen herkesce kabul edilen bir gerçek. Ama bu durumun arkasında yatan gerçeği bilen, "kaç kişi var?" işte orayı, iyi görmek gerekiyor! Zira emperyalist güçler her zaman olduğu üzere sömürdükleri ülkelerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini ele geçirip, yöre halkını fakirleştirerek cahil bırakmayı bir yöntem olarak görüyorlar. Zaten başka türlü ülkelerin ve halkların zenginliklerini nasıl ele geçirebilirler ki?!


Gelelim şu anda Haiti'de yaşananlara; Amerika, her zaman olduğu üzere kendisine, "durumdan vazife çıkararak" anında Haiti'ye askerlerini göndermeyi uygun buluyor. Zaten var olan askeri gücüne, yenileri ilave ediliyor!.. Vallahi niyetleri, "kötü" değil!.. Sadece felaketzedelere yardım için; canhıraş seferber olmak istiyorlar!.. Hatta hava alanının kontrolünü ele geçirecek kadar... Ancak bir tek farkla; silahlarıyla Haiti'ye el atıyorlar!.. Oysa oradaki zavallı halkın acil olarak suya, yiyeceğe, ilaca, doktora ve seyyar hastanelere ihtiyaç duydukları kesin! Şimdi ise böylelikle insani yardımlar arasında "silahlar"ın da yer aldığını hep birlikte öğrenmiş oluyoruz...


Ha, bu arada Radikal'den edindiğimiz bilgiye göre; "Haiti’ye yardıma gelen Kanadalı bir ekip, kurtarılacak Kanadalı bulamayınca geldikleri kurtarma ekipmanlarıyla birlikte Kanada’ya döndü. Tam teçhizatlı olarak Tahiti’ye gelen Kanadalı kurtarma ekibi, yıkıntıların altında çok sayıda kazazede olmasına rağmen aralarında Kanada vatandaşı olmadığını öğrenince, tüm teçhizatlarıyla birlikte Kanada’ya döndü. Gitmeden önce kazazedelere “Yardım istiyorsanız gelen yabancı ekiplere yıkıntıların altında yabancı uyruklu insanların olduğunu söyleyin” diyen ekip, Haitililerin şaşkın bakışları arasında bölgeyi terk etti." 18 0cak 2010

Bu inanılmaz insanlık dışı açıklamalardan sonra, ayrıca yoruma gerek olmadığını düşünüyorum.

Sevgi ve saygılarımla!

16 Ocak 2010 Cumartesi

Dehşet Verici Vahşet!















"Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah onları ancak, gözlerin dehşetle bakakalacağı bir güne erteliyor." İbrahim Sûresi, 42. Ayet


"Danimarka, Faroe Adaları’nda her yıl gerçekleşen bu katliamın başrolünde yetişkin olduklarını ispatlamaya çalışan yerli gençler var. Öldürerek ya da seyirci olarak, bölgedeki tüm halkın bir şekilde dahil olduğu bu vahşeti dünya ise görmemezlikten geliyor.

Calderon yunuslarının da diğer yunus türleri gibi insan canlısı olduğu ve çekinmeden insanlara yaklaştığı biliniyor. Böylece çekinmeden ölümlerine yüzen yunusların vücutlarına derin kesikler açılıyor ve kendi kanlarında boğulmaları için bırakılıyor." Milliyet, 14 Ocak 2010

Evet, gazetelerden edindiğimiz bilgiye göre, insan eliyle işlenmiş vahşetin bu denli korkuncunu ne yazık ki utanç ve dehşetle öğrenmiş oluyoruz! Bu vahşeti kimler yapıyor derseniz, insan kılığına girmiş canavar ruhlu "medeni" Batı toplumu tarafından!!! Üstelik keyfe keder bir canilik var ortada!!!

Anlayacağınız ne Allah korkusu kalmış, ne de kuldan utanma... Düzara zalimlik!.. Zira kendilerini, "üstün ırk" olarak görenlerin ataları da aynı zalimliği yaptı! Kime karşı? Kendilerinden olmayan, herkese karşı...

Olay, insanın tüylerini diken diken ediyor!.. Korku filmlerini aratmayacak kadar canice... Gazeteler ise haberi; "Denizin kıpkırmızı görünmesinin sebebi doğal iklim değişiklikleri değil; dehşet veren bu manzaranın sebebi ‘medeni insanların’ Calderon cinsi yunuslardan yüzlercesini aynı anda katletmesi…" şeklinde duyuruyor.

Ruhumun derinliklerinde hissettiğim acı ve mutsuzluğu nasıl yazıya dökebilirim diye, derin bir nefes alarak düşünüyorum... Galiba yapılan bu canice davranışın bir bedeli olmalı... Ve bizler de bu acıyı, bir şekilde yaşamalıyız diye düşünmeden geçemiyorum.


İnsanlık, kendi zaruri gereksinimlerinin dışında, tabiata ve canlılara verdiği zararı ve tahribatı, tamir edilemeyecek noktaya getirdi... O zaman da hani dünyanın en medeni(!) toplumu olarak kendilerini tanıtan barbarların en büyüğü, bu gözü dönmüş Batılı canilere buradan; "YAZIKLAR OLSUN!" diyorum. Zira maddi menfaatleri için doğuda insanları, kendi topraklarında da zavallı hayvanları zevkleri için vahşice katlettiklerini tüm dünya kamuoyu biliyor ve görüyor...


İstekleri doğrultusunda bunu yapanlara, Montaigne'nin bir düşüncesiyle karşılık vererek, izninizle yazımı tamamlamak isterim:

"Budalalığımızın başka belirtileri arasında şu da unutulmamalı; İnsan, istekleri yüzünden kendine gerekli olanı bulamaz; bir şeyin tadına vararak değil, hayal ve hevese kapılarak, mutlu olmak için neye muhtaç olduğumuzu kestiremeyiz. Düşüncenizi keyfince kesip biçmeye bıraktınız mı, kendine göre olanı özleyip rahat edemez:

Korku ve istekler ne zaman akılla geldi?
Bunca güvenle hangi hayali kurarsın ki
Sonunda pişman olmayasın?" Montaigne

Sevgi ve saygılarımla!

14 Ocak 2010 Perşembe

Dizi Bahane, Olay Şahane (!)...


















"Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın, boyca da dağlara asla erişemezsin." İsrâ Sûresi, 37. Ayet


Osmanlıdan bu yana gelen Türk Musevi ilişkileri göz önüne alınırsa, bilinmelidir ki Türklerle, Museviler arasında daima sıcak ilişkiler yaşanmıştır. Ayrıca Osmanlı dönemiyle başlayan Musevilere kucak açma, onlara, çeşitli zamanlarda yapılan baskılar karşısında hiç tereddütsüz topraklarımızda barınmalarına izin verilmiştir.


Hâl böyle oluncada İsrail ile yaşanan son diplomatik krizde, "Bize ahlâk dersi verecek olan en son Türkiye'dir!.." mealinde sarfedilen cümleler, millet olarak bizi derinden yaralamıştır! Yetmedi, devamında Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni aşağılamaya yönelik sergilenen davranış ve tutumları, tüm Türkiye ekranlardan izledi. Elbette ülkemize ve milletimize yapılan, en azından diplomatik açıdan bakıldığında ve yine diplomasi diliyle en hafif tabirle "nezaketsiz" olarak nitelenen bu seviyesiz olayı sıradan olarak algılamamızı kimse bizden beklemesin! Zira söylenilenin aksine söz konusu eğer ahlâk dersi vermekse, bunu bizden daha iyi kim verebilir, buradan izninizle sormak isterim:

İnsan haklarının yılmaz savunucusu (!) Batı mı? Yoksa dünyanın hamiliğine soyunan Amerika mı? Şüphesiz ki bunların hiç birisi olamaz! Zira sicilleri o kadar kabarık ve dolu ki, saymakla bitiremeyiz! Diğer taraftan sözün sahibi İsrail ise malûm durmak ve bitmek bilmeksizin Filistin halkına yaşama hakkını bile tanımaktan yoksun derecede zalim...


Her fırsatta "insan hakları", "fikir özgürlüğü" gibi içi boşaltılmış cümleleri başımıza dokuyan medeni (!) devletler, söz konusu kendileri olunca olay birden krize dönüşüyor!!! Peki o vakit adama sormazlar mı, Hz. Muhammed'e karşı saygısızca çizilen karikatürler, kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim için yazılanlar (Salman Rüşdi), "Geceyarısı Ekspresi" gibi çekilen filmleri hangi kitaba uydurarak savunmaya geçtiniz?! Tabii verilen cevaplar hep, "Fikir ve düşünce özgürlüğü"...

İyi de o zaman siz hangi hakla ve terbiye ile çekilen bir diziyi devlet sorunu haline getirerek diplomasi terbiyesine uymayan bir yöntemle Türkiye Cumhuriyeti'ni "aşağılama" küstahlığına bürünebilirsiniz? Bu olsa olsa devlet geleneği olmayan ve suçluluk duygusu taşıyan zihniyetlerde olabilir!!! Zira bu duygu İsrail'i o kadar sarmış ki, en ufak bir eleştiriye dahi tahammül gösteremeyecek kadar ZAYIF, BENCİL ve KÜSTAH davranış içerisine girmiştir!

Ancak olayın geldiği noktaya bakılırsa, söz konusu olan "dizi" bahane gösterilerek, Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne karşı kin ve düşmanca bir yaklaşım sergilenmek istendiği ortada... Zira yaşanılanları başka nasıl değerlendirmek gerekir, diye sormadan geçemeyeceğim!

Sevgi ve saygılarımla!

9 Ocak 2010 Cumartesi

"Aptal Kutusu"













"Onlar; başlarına bir musibet gelince, 'Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz' derler." Bakara Sûresi, 156. Ayet



"Dünyaya "yeni düzen" düşünenlerin, cebimizden beynimize, dilimizden dinimize uzanan yıkıcı etkilerinden söz ederken "Nasıl bir düzen?" sorusunu sormak istiyoruz..." Banu AVAR / Hangi Dünya Düzeni sf:19

Evet bu soruyla düşüncelerimi gazeteci yazar Banu AVAR'ın kitabından alıntılarla paylaşmak isterim. Zira sorularıma ve tepkilerime bundan güzel açıklama getirilemezdi... Fırsat bulduğum her ortam ve zeminde paylaştığım konu; bizleri perişan eden "aptal kutusu" olarak da nitelendirilen televizyon programlarının henüz konuşmaya yeni başlayan bebeklerimizden, üniversite gençliğine kadar bütün kesimin beynine nüfuz eden "Batı'ya bağımlı birey" olma ve "aşağılık duygusu" aşılama hedeflemesiyle, bir milletin zihni ve beyni göz göre göre ele geçiriliyor olması!..

Fitnenin her eve girecek kadar çoğalması, saygısızlığın hat safhaya ulaşması, sevgisizliğin hüküm sürdüğü, cehaletin hızla yayıldığı, bencilliğin ön plana çıktığı, Kur'an'ı kazanç kapısı yapan deccallerin, çığlık attığı, atalarına küfürlerin "aydın"lar ağzıyla bollaştığı, riyanın ve gösterişin yarıştığı, alimlerin parayla iş yaptığı, büyüklerin merhametsizliğe, küçüklerin hürmetsizliğe koştuğu, komşusu açken tokların hayasızca cirit attığı bu düzen mi "yeni dünya düzeni"?!.. Âlicenaplığın, cömertliğin azaldığı, bilimin aklın kaybedildiği, hurafe ve büyücülüğe itibar verildiği, gerçek dostların artık hayal olduğu bu düzeni bizlere, hangi şekilde yamamaya çalışanları bakınız Banu AVAR nasıl anlatıyor:


"Şimdi hepimiz televizyonlardan gazetelerden bu vatan ve bu millete düşman olanları izliyoruz... Onlar Batının "öncü güçleri"; "Türkiye'nin parçalanma projesini halka benimsetmek" ve "Halkı felakete alıştırmak" görevini üstlenmişler...

Türk halkını şekillendirmek için çabalıyorlar.

Daha önce Yugoslavya'da yapıldığı üzere, "halkı günlük siyasetten uzaklaştırma ve sanal bir dünyaya hapsetme" tezgahı, televizyon dizilerine kuruluyor önce. Halkın büyük çoğunluğu, özdeş karakterler buldukları dizilerde kendilerini kaybediyor. Diziler bir nevi toplum mühendisliği yapmaya başlıyor. Mafya dizileri, Türkiye'deki siyasi gelişmeleri anında yorumluyor ve tamamen çarpık bir manzarayı cahil beyinlere mıhlıyor! Çocuk ve Gençlik dizilerinde Türk gençliğine satanizmden, kuantum şarlatanlığına, büyü sihir ve falcılığa kadar her türlü zehir zerk ediliyor...

Hemen hemen tüm eğlence, yarışma ve dedikodu programları Türk halkına aşağılık kompleksi aşılıyor. Bu programların hemen hepsinde halkın zekasına hakaret ediliyor!

Eğitim düzeyi yüksek olanlar için farklı uyku hapları var ekranda. Hemen hepsi Amerikan formatlı haber, müzik, yarışma, eğlence programlarıyla çaktırmadan "yumuşatılıyor" ve "hazmettiriliyor"!

Ünlü ve çok sevilen sanatçılarımız Kürtçe ve Ermenice şarkılar öğrenip ortalığa fırlıyor...

Tarihsel gerçekleri çarpıtan yazar, çizer, filmci şüreka, Batı'nın takdirine mazhar oldukça daha büyük yalanlar söylüyor, yalanlar söyledikçe daha çok ödüllendiriliyor!

Şu anda Türkiye'deki tüm kanalların başında Amerikalı Avrupalı "uzmanlar" var.
Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de de medya bombardımanını yönetiyorlar.
10 yıl içinde millet, yarışmacı ve izleyici haline getirildi. Zehirli bir toplum projesi halkın direnme gücünü sınıyor.

Batı'nın "halledilme" sürecinde gördüğü Türkiye, tıpkı Yugoslavya ve benzer ülkelerde olduğu gibi, uzun zamandır basın yayın araçlarıyla bombalanıyor. Bilgi kirliliği ile zehirleniyor. Tüm kutsal değerleri ayaklar altına alınıyor. Ve içimizdeki yeni dünya düzeni memurları sinsice bu süreci izleyip sırıtıyor.

Ama yine de, bütün bunlara rağmen Türk halkı "yumuşatılamıyor" ve sahnelenen oyunu "hazmetmiyor"!

İşte sıkıntı budur! O nedenle hedefe gençlik, hatta çocuklar oturtulmuştur." Banu AVAR / Hangi Dünya Düzeni



"Allah şöyle der: 'Ey huzur içinde olan nefis!' " Fecr Sûresi, 27. Ayet
“Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!” Fecr Sûresi, 28. Ayet

Sevdiğimiz şeyleri ve bildiklerimizi her daim paylaşmaktan keyif alıp, ilke kabul ederek...

Sevgi ve saygılarımla!

6 Ocak 2010 Çarşamba

"Geçmişi Hatırlamayan Onu Tekrarlamaya Mahkûmdur"














"Dünya vatandaşları, kıskançlık, aç gözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir. " ATATÜRK



Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin "KURULUŞ TAPUSU" olarak bilinen Lozan Antlaşması'nı yırtmaya çalışan Avrupa, pervasızca isteklerde bulunmaya cüret ediyor!

Lozan Antlaşması, 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lozan kentinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle Birleşik Krallık (İngiltere), Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika, SSCB ve Yugoslavya temsilcileri tarafından, Lozan Üniversitesi salonunda imzalanmış barış antlaşmasıdır. Antlaşma ile Türkiye'nin bağımsızlığı ilân edilerek uluslararası milletlere kabul edilmesi sağlanmıştır. Bununla birlikte kapitülasyonlar kaldırılmış, Osmanlı borçlarının ödenmesinin uygun bir sürece yayılması sağlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti bu antlaşmayla esas niteliklerine kavuşmuştur.

"Avrupa Konseyi Parlementerler Meclisi, dini azınlıklar konusunda 'Lozan'ı aşın' çağrısında bulunmaya hazırlanıyor." Yani bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin "didiklenmesi" için adım adım plânlar hayata geçirilmeye çalışılıyor!!!

Oysa Lozan Anlaşması'nı bugüne kadar yok sayan Amerika'nın 1927 de Temsilciler Meclisi üyesi William Upshaw, bakınız o tarihte Atatürk ve Lozan Antlaşması hakkında neler demiş:

"Lozan anlaşması Timurleng kadar hunhar korkunç, İvan kadar sefih ve kafatasları piramidi üstünde oturan Cengiz Han kadar kepaze olan bir diktatörün zekice yürüttüğü politikasının bir toplamıdır. Bu canavar, savaşlardan bıkmış bir dünyaya tüm uygar uluslara onursuzluk getiren bir anlaşmayı kabul ettirmiştir. Buna her yerde Türk zaferi dediler. Dünya parlementolarını bu anlaşmaya kabule ikna ettiler. Büyük sermaye gurupları, ticaret erbabı ve bazı din temsilcileri bile Türkiye’yi uygar uluslar masasında uluslararası bir konum durumuna yücelterek Amerika’yı yüksek ülkülerinden uzaklaştırmada birleştiler." William UPSHAW


Türkiye, Kurtuluş Savaşı ile Batı dünyasının yüksek ülkülerine set çekti. Atatürk'ün 1923 yılında Anadolu'da yaptığı büyük devrim, dünyanın karmaşık bir döneminde, emperyalizme karşı bir direniş sürecinde gerçekleşti. Ve bu direnişle birlikte emperyalizmin Arap coğrafyası ve Asya hayallerine de bu tarihten itibaren son verildi. İşte bu kin ve öfkenin asıl nedeni bundan ibarettir. Ve öfkelerine hakim olamayanlar, o gün bugündür, Lozan'ı yıkmak için ellerinden geleni yapma peşindeler! Şimdi Avrupa'nın bizlere dayatmaya çalıştığı isteklerden "Lozan'ı aşın" çağrısını nasıl yorumlamak gerekir derseniz; "Her şey ortada değil mi?.."


Sevgi ve saygılarımla!

3 Ocak 2010 Pazar

"TÜKÜRÜN!.."















"Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz üstün olan sizlersiniz." Âl-i İmrân Sûresi, 139. Ayet


Yeni yıla girdiğimiz şu günlerde özellikle etrafımızda sıkça gördüğümüz ve zihinlerimizde yer eden bir kaç konu üzerinde durmak istiyorum. Zira bu durum bizi, benliğimizden sinsice söküp atıyor. Mesela "noel ağacı" olarak bilinen çam ağaçları, noel baba vs. adı altında görüntüler, özellikle büyük alışveriş merkezlerinin olmazsa olmazları olarak etrafımızda kol geziyor...

Diğer taraftan İngilizce ifadeler, artık Türkçe cümleleri neredeyse yutarcasına silip süpürdü... Malum İngilizce yazılmış tabelaları hazır kabullenmişken (!) ya da diğer bir deyişle zihnimizi bulandıran ve bizi, sorgulamadan uzak tutan yazı kirliliği karşısında bir adım daha atılarak, duyurular da İngilizce ile yazılmaya başlandı! Bundan böyle artık köylüsü kentlisi, aydını cahili hepimiz, büyük medeniyete (!) de kavuşmuş olduk! Zira, aksi olsaydı birey birey tepkimizi verirdik. En azından mağaza sorumlularına , olmadı bağlı olduğumuz belediye yetkililerine şikayet ederdik!.. Öyle değil mi?

Osmanlıdan bu yana bizi, Batı hayranlığına iten ve içimizde belli belirsiz aşağılık duygusunu yerleştirerek kültürümüzden hızla uzaklaşmayı "modern" ve daha bir "aydın" olma saçmalamasıyla ortaya çıkan bu garabeti, ne zaman üzerimizden atacağız bilemiyorum; ama görünen o ki bizim, biz olmaktan çıktığımız kesin. Bu durumda da Osmanlı Devleti'nin çöküş dönemindeki OYUN ve PLANLAR aklıma geliyor.

Osmanlı Devletinin çöküş sürecine girdiği ve durumun gittikçe kötüye gittiği açıkça fark edildiği zaman (ki o dönemde de toplumu ayakta tutan dini inancın, kültürün büyük bir erozyona uğradığı bugünkü gibi kesin) sanatçıların, edebiyatçıların, bilim adamlarının ve düşünürlerin “Osmanlı nasıl kurtulur? ” sorusuna cevap aradıkları... Oysa bugün sözde "aydın" geçinenler, Batı hayranlığıyla bizlerin kültürünü, dilini, inancını hatta aklını onlara teslim etmeye çoktan hazır ve hevesliler!!! Öyle olmasaydı içinde bulunduğumuz bu "sömürge anlayışı" gösterişe alkış tutmaları mümkün olur muydu?

Milli şairimiz Mehmet Akif'in düşüncesinde olduğu üzere; "Osmanlının kurtulabilmesi için öncelikle hurafelerden arınmış İslam anlayışına tekrar kavuşturulması ve halkın vurdumduymazlık, tembellik, cahillik ve korkaklıktan arındırılması sağlanmalıdır. Osmanlı bilim ve teknolojide geri kaldığı için gerilemiştir. Bu sebeple Batının öncülüğünü yaptığı ilmî gelişmelere vakit kaybetmeden hemen ayak uydurmak gerekir. Fakat onların ahlâkı, kültürü, âdeti ve gelenekleri asla benimsenmemelidir." Oysa günümüzde -ana okulundan, üniversitelere kadar- İngilizce dili ile eğitim büyük bir hayranlıkla desteklenerek hızla yayılması teşvik ediliyor. İşte bu tutum sn. Oktay SİNANOĞLU hocamızın, ifade ettiği üzere sömürge olan ülkelerde dahi geçerli değil!!! Demek oluyor ki büyük Atatürk'ün, önemle üzerinde durduğu ana dilde eğitim anlayışı yıkılmak üzere!!! Hâl böyle olunca da, bilimde ileri düzeye ulaşmak, bizim için birer "hayâl" olmaktan öteye geçemeyecektir!!!

Netice itibariyle Mehmet Âkif, Millî Mücadele süresi içinde Atatürk'ün talepleri doğrultusunda Anadolu’da gittiği her vilâyette Türk halkını yönlendirirken; "art niyetlilerin oyunlarına gelmemelerini, tefrikaya düşmemelerini, başarılı olmak için daima birlik ve dayanışma içinde olmalarını, yabancılarla teşriki mesai (iş birliği) yapmakla birlikte onları dost tanımamalarını, istikbali, düşünerek daima gayret, çalışma ve sebat içinde olmalarını istemişti."

Sözün özünü bir de Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un, Batı hayranlığı üzerine yazmış olduğu "TÜKÜRÜN" şiirinden izninizle hatırlatmayla yazımı tamamlamak isterim:

"Ey bu toprakta birer nâş-ı perişan bırakıp
Yükselen, mevkib-i ervâh!.. Sakın arza bakıp
Sanmayın: Şevk-ı şehâdetle coşan bir kan var...
Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var!
Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdarımıza!
Tükürün: Belki biraz duygu gelir ârımıza!..
Tükürün cebhe-i lâkaydına Şark'ın, tükürün!..
Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün!
Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!
Tükürün Ehl-i Salîb'in o hayasız yüzüne!
Tükürün onların aslâ güvenilmez sözüne!
Medeniyet denilen maskara mahlûku görün:
Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!.."

Sevgi ve saygılarımla!