28 Şubat 2011 Pazartesi

Nişan Alan Eşek... :)













"Bilim ve fen nerede ise oradan alacağız ve ulusun her bireyinin kafasına koyacağız." ATATÜRK



"Mustafa Kemal, Libya'ya 20 Eylül 1908'de gitti.

Libya’da II. Meşrutiyet’e karşı isyan çıkmıştı. Aşiret şeyhleri halkı, hürriyete karşı ayaklanmaya çağırıyordu. Meşrutiyeti Hilafet’e karşı görüyorlar, Osmanlı’ya meydan okuyorlardı.

Mustafa Kemal, Trablusgarp’a gönderileceğini İttihat Terakki Genel Merkezi’nin toplantı salonundaki kara tahtada yazılı bir nottan öğrendi. Bunun parti yöneticilerinin, kendisini Selanik’ten uzaklaştırmak için bir oyunu olduğunu düşündü. Yine de gitmeye karar verdi. Aldığı 1000 altın harcırahla denizden yola çıktı.

Trablusgarp’taki manzara bugünkünden farklı değildi. Aşiretler isyan etmişti. Türkler kolları bağlı halde vapurlara bindirilerek tahliye ediliyordu. Vapurun demirlediği sahilde bir rıhtım bile yoktu. Bir Arap kayıkçı Mustafa Kemal’i bomboş bir kumsala bıraktı. Karşılamaya da kimse gelmemişti. Bir süre elinde çantayla otel arayan Mustafa Kemal, bulamayınca sahile döndü. Bavulunu yastık yapıp kumsala uzandı..." 27.02.2011


Evet, Can Dündar'ın yazısıyla Vatan'da yer alan bu haberi okuduğumda, feodal zihniyetin hakim olduğu ve diktatörlerin zulüm saçtığı bölge üzerinden yola çıkarak, aklıma gelen - uzun olmakla birlikte sıkılmadan okunacağını umduğum- ve gülümseyerek algılamanızı istediğim bir hikayeyi izninizle sizlerle paylaşmak isterim:


Nişan Alan Eşek

:)

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, memlekette bir padişah varmış. Tanrı göstermesin, anlatılmaz bir kıtlık baş göstermiş. Bir zamanlar yediği önünde, yemediği ardında, bir eli yağda bir eli balda olan insanlar, bir dilim kuru ekmeğin yoksunu olmuşlar.

Padişah bakmış ki kıtlık halkı kırıp geçirecek, bunu önleyici bir çıkar yol aramış. Sonunda, memleketin dört biryanına, sokak sokak, köşe bucak çığırtkanlar salmış. Çığırtkanlar Padişah fermanını şöyle bağırırlarmış:

- Ey ahali!.. Duyduk duymadık demeyin!... Her kimin devlete bir hizmeti, vatana bir yararlığı olmuşsa, koşup saraya gelsin! Padişahımız efendimiz onlara nişanlar verecek!..


İnsanlar, açlığı, yokluğu, derdi, borcu, harcı unutup, Padişahtan nişan almak sevdasına düşmüşler.

Padişahta yapılan hizmetin büyüklüğüne göre çeşit çeşit nişanlar varmış. Birinci dereceden altın yaldızlı nişan, ikinci dereceden altın suyuna batmış nişan, üçüncü dereceden gümüş kaplama nişan, dördüncü dereceden demir nişan, beşinci dereceden kalaylı nişan, altıncı dereceden çinko nişan, yedinci dereceden teneke nişan...

Gelen giden nişan alıyormuş. Artık öyle olmuş, öyle olmuş ki, nişan yapmaktan Padişahın memleketinde hurda demir, çinko, teneke kalmamış. Fincancı katırının boynundaki çangur çungur sallanan cam boncuklar nasılsa, körük gibi şişirilen göğüsler üzerinde de nişanlar, işte öyle sallanmaya başlamış.

İnsanların göğüslerinde şangur şungur nişanların sallandığı, Padişahın kim gelirse nişan dağıttığını duyan bir inek de,
- "Nişan asıl benim hakkım!" diyerek bir nişan almayı aklına koymuş.

Açlıktan bir deri bir kemik, böğrü böğrüne çökmüş, kaburgası omurgasına geçmiş inek koşa koşa sarayın kapısına gelmiş. Kapıcıbaşıya,
- Padişaha haber verin! demiş. Bir inek kendisini görmek istiyor. Başlarından savmak istemişlerse de,
- Padişahı görmeden, bu kapıdan bir adım atmam!... diye böğürmeye başlayınca, Padişaha,
- Efendimiz, kullarınızdan bir inek huzurunuza çıkmak istiyor... demişler.

Padişah,
- Gelsin bakalım, bu da nasıl bir inekmiş... diye ineği huzuruna çağırıp,
- Böğür bakalım, ne böğüreceksin?... diye sormuş,

İnek de,
- Sultanım, demiş, duyduğuma göre nişanlar dağıtıyormuşsun. Ben de nişan almak istiyorum.
Padişah,
- Hangi hakla? diye bağırmış. Sen ne yaptın? Memlekete nasıl bir yararlılığın dokundu ki sana nişan verelim?...
O zaman inek,
- Efendimiz! diye söze başlamış. bana nişan verilmesin de kimlere verilsin? Ben daha insanlara ne yapayım? Etimi yersiniz, sütümü içersiniz, derimi giyersiniz. Gübremi bile bırakmaz kullanırsınız. Teneke bir nişan için, daha ne yapayım?

Padişah, ineğin isteğini haklı bulmuş. İneğe ikinci dereceden bir nişan verilmiş. Boynunda nişanı, inek sevinçten oynaya oynaya saraydan dönerken katırla karşılaşmış.
- Selam inek kardeş!
- Selam katır kardeş!
- Nedir bu sevincin? Nereden gelirsin böyle? İnek herşeyi bir bir anlatmış. Padişahtan nişan aldığını da söyleyince katır da coşmuş.

O coşkunlukla doğru dörtnala saraya varmış.
- Padişahımız efendimizi göreceğim!.. demiş.
- Olmaz!.. demişler.

Ama, babadan kalma inatçılığı ile katır art ayaklarıyla saray kapısında direnince, Padişaha durumu iletmişler. Padişah,
- Gelsin bakalım, katır kulum da... demiş.

Katır huzura varınca, bir katır selamı verip, el etek öptükten sonra, nişan istediğini söylemiş Padişah sormuş:
- Sen ne yaptın ki nişan istiyorsun?

- A hünkarım, daha ne yapayım? Savaşta topunuzu, tüfeğinizi sırtımda taşıyan ben değil miyim? Barışta çoluğunuzu çocuğunuzu arkamda götüren ben değil miyim? Ben olmazsam, işiniz temelli bitiktir.

Katırı da haklı bulan Padişah,
- Katır kuluma da birinci dereceden bir nişan verilsin!... diye ferman eylemiş.

Katırda bir sevinç bir sevinç, dörtnala saraydan dönerken eşekle karşılaşmış. Eşek,
- Selam yeğenim!... demiş. Katır,
- Selam amcabey!.. demiş.
- Nereden gelip, nereye gidersin? Katır başından geçenleri anlatınca,
- Dur öyle ise, padişahımıza gider, bir nişan da ben alırım!.. diye dörtnala saraya koşmuş.


Saray koruyucuları, deh demişler, çüş demişler, eşeği bir türlü atlatamayınca Padişaha varıp,
- Eşek kulunuz gelmiş, huzura çıkmak ister! demişler. Eşeği kabul buyuran Padişah,

- Ne dilersin ey eşek kulum?.. deyince,

Eşek de dilediğini bildirmiş. Padişah, canı burnuna gelip kükremiş:

- İnek eti ile, derisi ile, gübresiyle bu memlekete, bu millete hizmet etti. Katır dersen savaşta, barışta yük taşıdı, bu vatana hizmet etti. A eşek, ya sen ne iş gördün ki, bir de kalkmış eşekliğine bakmadan nişan istersin?.. Utanmadan bir de karşıma gelmişsin. Söyle, ne halt ettin?

O zaman eşek keyfinden sırıtarak,
- Aman Padişahım efendim, demiş, size en büyük hizmeti eşek kullarınız yapmıştır. Eğer benim gibi binlerce eşek kulların olmasaydı, hiçbir taht üzerinde oturabilir miydin? Saltanat sürebilir miydin? Dua et biz eşek kullarına ki, bizim gibi eşekler var da, sen de böyle saltanat sürüyorsun.

Padişah, karşısındaki eşeğin, öyle her eşek gibi teneke nişanla gözü doymayacağını anlamış,

- Ey eşek kulum, haklısın senin sayende ben bu makamdayım demiş. Senin bu çok yüksek hizmetini karşılayabilecek bir nişanım yok. Sana ölünceye kadar beylik ahırından hergün... bağladım..
Ye, yee saltanatım için durmadan anır!.. Aziz NESİN

Sevgi ve saygılarımla!



26 Şubat 2011 Cumartesi

Tabii "Yersen!"...















"Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir." Zilzâl Sûresi, 8. Ayet



Türk milletini asılsız soykırımla suçlayan Ermeniler, arkasına aldığı emperyalist Batılı ve Rus güçlerce, Azerbaycan Hocalı'da bundan 19 yıl önce Türklere yönelik 20. yüzyılın en vahşi katliamını yaptılar.


"26 Şubat gecesi Rus Motorize Alayının tanklarından açılan top ve roket saldırıları ile Hocalı Havaalanı kullanılamaz hâle getirilerek kentin dış dünya ile ilişkisi de tamamen kesildi. Savunmasız kalan kente giren Rus destekli Ermeni askerleri, çocuk, yaşlı, kadın, bebek demeden birçok insanımızı vahşice katlettiler. Ermenilerin işgal ettikleri Hocalı’da dehşet verici olaylar yaşandı. Canlı canlı insanların kafa derilerini yüzdüler. Sağ olarak ele geçirdiklerini ise sistematik bir işkenceye ve tıbbî deneylere tâbi tutarak, insanlık dışı muamelelere maruz bıraktılar. Hızar ve testereler ile diri diri insanların kol ve bacaklarını kestiler. Genç kızların önce saçlarını,sonra da kafa derilerini yüzdüler. Babanın gözü önünde evladını, evladın gözü önünde babayı kurşunlara dizdiler. Kesik kafaları sepetlere doldurdular. Bu vahşetin ortaya çıkardığı önemli bir gerçek de insanlık tarihinde ölülerin tekrar öldürülmesidir. Çünkü Hocalı'da Ermeni milisler, binbir türlü işkenceyle katlettikleri kadın ve çocukların cesetlerini bile vahşice süngülemişlerdir." Gazeteci Yazar Ali KÜLEBİ


Bugün Libya'da yapılan kırım felaketi üzerinden çıkarları doğrultusunda lobi faaliyetleri yürüten Batılı güçler; çok değil bundan 19 yıl önce sayelerinde Hocalı'da Müslüman Türklere karşı bir soykırım gerçekleştirildi! Hem de bütün dünyanın gözü önünde... Hani adına "modern dünya" diyoruz ya...

O vakit bu soykırım gerçeğini neden görmezden geliyorlar?!..

Evet; onlar Hocalı katliamını ne duyarlar, ne de görürler...

Zira bu katliamın içerisinde bizzat rol alarak sorumlu olanlar, ta kendileri de ondan!

Atalarımızı olmayan suçlamalarla lekelemeye çalışanlar, katliamların en büyüğünü bulduğu ve yarattığı her şartta barbarca gerçekleştiriyorlar.

25-26 Şubat 1992, Hocalı'da yaşanılanlar da ne yazık ki bunun en canlı örneği işte.


Ve genelde ortak çıkar ve hedefler doğrultusunda bir araya gelmiş menfaat çeteleri "lobi" oluşturarak kendi çıkarları için her yolu mübah sayan bir anlayışı ne yazık ki bu şekilde günümüz dünyasına dayatmaya çalışıyorlar...

Tabii "yersen!"...


Millet olarak bu soykırımı büyük nefret duyarak, acı ve üzüntüyle hatırlarken, dünya kamuoyu önünde LANETLE KINIYORUZ!


Bu bağlamda şehitlerimizi rahmetle anıyor, ruhları şad olsun diyorum...

Sevgi ve saygılarımla!

23 Şubat 2011 Çarşamba

Uff!..










"İnsanın ruhunu yücelten bir acı, ucuz bir mutluluktan evladır." Dostoyevski


Dünya üzerindeki tüm kadınların maruz kaldığı psikolojik, fiziksel ve cinsel sömürü bilinen bir gerçeklik... Ve sosyolojik bozukluklarda da özellikle tecavüz gibi suçlar ortaya çıkıyor.


Geçtiğimiz günlerde bir profesörümüzün inanılmaz açıklamaları tartışıladursun, öte yandan sıcak bir mahkeme kararı ile kadınlarımızın ne yazık ki makus talihi bir kez daha açığa çıkmasıyla, vicdanları kanatmaya devam ediyor...


Sekiz buçuk yıl önce Mardin'de adli boyut kazanan bir dava; nihayet karara bağlandı!!!

13 yaşındaki bir kız çocuğu, şehrin her kademesindeki kişilerin cinsel istismarına uğruyor. 26 kişi tarafından tecavüze maruz kalan bu çocuk, tehdit edildiği için saldırılara boyun eğmesi onun "rıza göstermesi" anlamı taşıması olarak algılanıldı!

Bu durumu anlamak için galiba yüreğimizin nasırlaşması, vicdanımızın da yok olması gerekiyor!

Olayın neresine baksak, insanın yüreği dayanmıyor!!! Zira soru işaretleri havada uçuşuyor.

Bakar mısınız... Dava, tamı tamına 8,5 yıl sürmüş!

O vakitten bu vakte kadar, o çocuğun ruh hali ne olur?! Mahkeme mahkeme aynı olayları anlat, dinle, anlattır...

Bu ağırlığı o yaşta taşımak... Uff!..

Diğer taraftan kocaman kocaman insanların bu zavallı çocuğa hiç acımadan bedeninden istifade etmesi...

O çocuksu ruhu, yetişkin bir insanın bedeni gibi kabul görmek...

Ve en sonunda da aslında tüm bu vahşeti yaşatanlar, o kadar "masum"muş ki... Hepsi gönül rızasıyla olmuş!

Öte yandan son iki günde "dün bir öğretmen, bugün de 4 çocuk annesi bir kadın eşi arafından öldürüldü"ğünü öğrenerek kadına yönelik vahşetin bir diğer boyutuna ibretle tanıklık ediyoruz!

Ve... "Hacca giden kadınlar dahi tacize uğruyor..." İlahiyatçı Yazar Hidayet Şefkatli TUKSAL 23.02.2011 Hürriyet.


Tüm bunları, "sözün bittiği yer" olarak düşünüyorum...

Yaşanılanlar karşısında insanın tüyleri diken diken oluyor!

Ağır günahların ve ahlâkın yok sayılarak yaşanılan rezaleti, kim ne kadar? Ve nereye kadar aklayabilir ki?

Bu dünyada belki...

Ya Allah'ın huzurunda?

Yok efendim kadın suçluymuş da...

Yok ortada "tahrik" söz konusuymuş da...

Yok aslında "gönül rızası" ile yapılmış da... Uff!..

Ahlâkı altüst eden bu yaşanılanları, şu veya bu şekilde üzeri örtülemeyecek kadar ağır, insanlık dışı olarak görmemek mümkün mü?

Bir yerde insanım diyeceksiniz, öte yandan Kur'an ahlâkından bahsedeceksiniz...

Sonra da suçu dekolteye bağlayacaksınız, öyle mi?

Uff!..


Sevgi ve saygılarımla!


21 Şubat 2011 Pazartesi

Tarihe Tanıklık Ediyoruz!
















"Cumhuriyetler zenginlikten, diktatörler de yoksulluk yüzünden yıkılırlar." Montesquieu


Sahipsiz halklar...

Bugün Kuzey Afrika ülkelerinden başlayan ve bütün hızıyla Arap ülkelerine yayılan halk hareketi, sokaklara hakim oluyor.

Bu hareketlilik hiç şüphe duyulmasın ki özgürlüğün ve açlığın sesi!

Yani ekonomik bunalım, sosyal adaletsizlik halkın sokaklara dökülmesinin başlıca sebepleri olarak görülmeli.


İnsanoğlu özgürlüğe yazgılıdır; çünkü, bir kere dünyaya atıldıktan sonra yaptığı her şeyden sorumludur." Jean Paul Sartre

1789-1799 Fransız Devrimi'yle Fransa'da mutlak monarşi son buldu.

Bundan önce toprak sahipleri, burjuva sınıfı. Yani ayrıcalıklı bir Fransa...

Halkın yoksullaşması, adaletsizlik...

Tüm bunların neticesinde Fransızlar, "dışarıdan gelen fikir akımlarını içselleştirerek ihtilale zemin hazırladılar". Burada aydın sınıfı (filozoflar) halkı yönlendirmede etkin oldular.

Topluma yön veren,

"Aydınlanma felsefesi, mantığın, köklü gelenekleri ve siyasal rejimin mutlakıyetçi eğilimlerini ortadan kaldırmayı emrettiğine kanaat getirmiştir. Aydınlanmacılar özgürlüğün tüm alanda olması gerektiği fikrini savunmakta"ydı. (Vikipedi)


25 Ekim 1917 çarlık Rusya'ya karşı Bolşevik İhtilâli...

Bu ihtilalle birlikte Rusya'nın kaderi belirlenmiştir.

Bu sayede büyük toprak ağalarının ellerinden toprakları alındı.

Ve monarşi yönetimi sona erdi.


"Cumhuriyet, demokratik idarenin tam ve mükemmel bir ifadesidir. Bu rejim, halkın gelişimini sağlayan, onlardan esirlik, soysuzluk, dalkavukluk hislerini uzaklaştıran bir yoldur." Atatürk


19 Mayıs 1919-29 Ekim 1923 Türk halkının düşman işgaline karşı özgürlük direnişi...

İlk Çanakkale'de kendisini gösterdi... Bu direnişle birlikte yedi düvele baş kaldıran Mustafa Kemal'in önderliğindeki ÖZGÜRLÜK ateşi; bu sayede kendisini gösterdi.

Ardından 1919'da başlayan Kurtuluş Savaşı yeni bir dönemi işaret etmekteydi. Hem düşman işgaline karşı, hem de monarşi yönetimine karşı.

Nihayetinde Türk halkı Büyük Önder Atatürk'le birlikte başlattığı özgürlük mücadelesini kazandı. Saltanat sona erdi.

Atatürk önderliğinde gerçekleşen bu halk devrimi ile egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinin hakimiyetine geçti.


Halkların ve ülkelerin büyük acılarla elde ettiği özgürlük...

İşte şimdilerde YOKSULLUK ve ZULÜM altında ezilen milletler

Özgürlükleri için sokaklara dökülüyorlar.

Ve bizler de tarihe tanıklık ediyoruz...

Ama... Bölge halklarının birer Atatürk'ü var mı, derseniz?

Bunu zaman gösterecek!

Sevgi ve saygılarımla!


19 Şubat 2011 Cumartesi

Yuh Yani..!















"Onlar hâlâ cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kesin olarak inanacak bir toplum için, kimin hükmü Allah'ınkinden daha güzeldir?" Mâide Sûresi, 50. Ayet



Tahrik; diğer adıyla kışkırtmak...


"Kurtuluşa ulaşmanın tek yolu bu günahkar şehvetin kaynağını ortadan kaldırmak ve yok etmektir." 16. yüzyıl, Notre Dame'ın Kamburu- Victor HUGO

Evet; profesör ünvanı taşıyan bir akdemisyenimiz inanılmaz ağır bir açıklamada bulundu...

"Kadın tahrik edici şekilde giyinmişse, erkek de kendini tutamadıysa suç ortaktır" ve "Kadın normal giyinmiş ve vakur davranmış, buna karşın tacize uğramışsa erkek yüzde yüz suçludur" Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Prof. Dr. Orhan ÇEKER


Bu açıklamayı duyduğumda şüphesiz ki aklıbaşında herkes gibi ben de kendimi kötü hissettim. Hem de "aşağılanmış" olarak...


Ne bileyim... İçinde yaşadığımız çağın gereksinimi doğrultusunda yaşamımızı sürdürmenin kaçınılmaz zorunluluk olduğunu düşünmekteyim. Bu konu çoğu zaman inancımız üzerinden gerek dış güçlerin, gerekse menfaat çevrelerinin istismar ettiği çok güçlü ve bir o kadar da insanlarımızın zihnini karıştıran önemli noktalardan birisi diye düşünüyorum işte...


Neyse bu konulara girecek ve üzerinde konuşacak kadar bilimsel birikimim ve çalışmam yok tabii. Ancak aklımı kullanarak araştırmalarım doğrultusunda ve Kur'an-ı Kerim'in her şart ve zamana uyan yüceliği sebebiyle kutsallık taşımasından yola çıkarak inanıyorum ki insanlar, çağın gereksinimleri doğrultusunda yaşamalı...


Şimdi bir kaç örnekleme ile sayın profesörün düşüncesi üzerinde izninizle durmaya çalışalım:

"Kadının vakur durması ve normal giyinmesi"nin ölçütü nedir acaba? Zira bu ölçütü kime göre ayarlayacaklar? Ve bu durumda kadının "vakur" olması için peçeli olması mı gerekiyor?

Öyleyse... Bizlere geçmiş olsun!

Hepimizin ahlâkı ve namusu sorgulanır durumdaymış da haberimiz yok!!! Hatta türbanlı hanımlarımız da "kışkırtıcı" konuma gelmiş... Eyvahlar Olsun!

Öte yandan Müslüman bir erkeğin kendi iradesine hakim olması konusunda nedense hiç konuşulmadığı gibi, üzerinde duran da yok.


Buradan yola çıkarak benzer bir yaklaşımı izninizle dile getirmek isterim; oruç tutarken insanların, yiyecek içecek gördüğünde kendisine hakim olmasını bildiği gibi... O halde bu durumda gördüğü yiyecekler karşısında tahrik olup orucu bozarsa suçlu yiyecek mi?

Yine insan saldırgan ruhluysa o vakit ortada bir silah gördüğünde hemen ona sarılıp etrafı yaylım ateşine mi tutması gerekiyor? Yani suçlu silah mı olacak?


Bu örnekleri çoğaltabiliriz... Demek ki yapılan bir yanlışta ortada tahrik unsuru aramaya kalkmak, kişinin eğitilmemiş ve kontrol altına alamadığı duygularını bastıramamasına bir kılıf olarak düşünüyorum...

Hâl böyle olunca bireysel yükümlülüğümüzle birlikte ahlâklı davranmayı bir kenara atmak suretiyle, kabahatlerimizi işte böyle "din"le örtbas etmeye kalkanlar da olacaktır.

Oysa yüce dinimizin asıl hedefi; toplum düzenini korumaya yönelik davranışları sağlamak değil midir?

Şüphesiz ki, burada bireysel anlamda kişilerin dini yükümlülüklerinin yanında, ahlâki ve vicdani sorumlulukları da vardır. Bu da ancak ve ancak kalp temizliğiyle, ruhun kötülüklerden arınmasıyla gerçekleşir. Ki buna biz aynı zaman da inancımız gereği mü'min olmak diyoruz değil mi?

Bu durumda kadın, "dekolte giymiş" hadi bakalım içimden ona saldırmak geliyor... Sayın hocanın demesi gibi, "nasılsa kadın kışkırtıcı davranıyor; günah bizde değil SALDIR!!!" anlayışına sahip olmayı hem çağ dışı, hem de insanlıktan nasibini alamayanlara yönelik olarak değerlendiriyorum. Hayvanlar aleminde bile dişilere saldırma söz konusu değil! Kaldı ki hayvanlar içgüdüsel davranıyor...


Orta çağdan kalma bu düşünceyle birlikte bir çağrışımı da buradan paylaşmak istiyorum: Zira Victor HUGO'nin "Notre Dame'ın Kamburu"unda roman kahramanı Esmeralda'yı elde edemediği için, ona "kışkırtıcı" ve "büyücü" suçlamasının bizzat kilise papazı tarafından geldiğini okumuşuzdur.

Hoca'nın bu açıklamaları da sanki cahiliye ve karanlık dönemin kurbanı, kadınları hatırlatıyor...

Kısaca bugün de kadını "kışkırtıcı" olarak ilan etmekle, o dönemin ne farkı var ki?

İslâmiyet bu mudur?

Kadının giysisinin ne ölçüde tahrik olduğuna bir "komisyon kurarak belirlenebileceği" ifade ediliyor...

İnanılır gibi değil!!! "Tahrik" edici kıyafetleri neye ve kime göre belirleyecekler acaba?

Bu nasıl bir din anlayışı?

Kişiler ne zamandan beri inanç konusunu komisyonlara havale eder oldu? Böyle bir olgu beraberinde din çatışmasını getirmez mi?


Kadının giyimi üzerinden din anlayışını toplum üzerine hakim kılmak doğru bir yaklaşım mı?

Bu durum bizi nereye götürür, hiç düşünüldü mü?

Bugün Afganistan'da burka giyen hanımlara mı özeniliyor acaba?

O zaman da Yunus Sûresi, 99. Ayet'ti hatırlatmak isterim. Ve yine sevap-günah haklarının kullanımı da yine kişilerin özgür iradesine bırakılmıştır değil mi?

Öncelikle insanların nefsine ve iradesine hakim olması esas alınması gerekmez mi? Zira Adem ile Havva'nın cennetten kovulması da bir yerde Allah'ın insanları kendi iradelerine teslim etmesi anlamı taşımıyor mu?

Valla ne diyelim... Bu durumda "dekolte" giyen hanımları görüp de "tahrik" olmayan erkekleri ayrıca kutlamak gerekecek herhalde...

Ya da ne bileyim... Bundan sonra dekoltenin durumuna göre her an saldırıya hazır beklemek mi gerekecek diye düşünmeden edemiyorum!


Özetle... Sayın hocanın bizleri derinden yaralayan sözlerinden dolayı kendisini şiddetle kınıyoruz! Umut ediyorum ki, amacını aşan bir söylem olarak zihinlerde kalması yönünde bir özürleriyle milletimizin gönlü ivedilkle alınmış olsun!

Sevgi ve saygılarımla!


16 Şubat 2011 Çarşamba

Ayşe ARAL, Bu Yaptığın da Ne Oluyor?
















Gazete köşe yazılarına bakarken, gözüme ilişen Ayşe ARAL'ın yazısı oldu. Zira başlığı oldukça dikkat çekiciydi... "Kızımın ilk sevgililer günü" Hürriyet Gazetesi 15 Şubat 2011.


Valla bu yazıyı okuma ihtiyacı hissettim. Zira eğitimci kimliğim beni buna zorladı işte.


Neyse ne diyor, yazısında Ayşe ARAL; özet olarak 17 yaşındaki kızının sevgilisiyle beraber "sevgililer günü"ne hazırlığı!.. Üstelik kızının giyiminden, makyajından, saçından her bir şeyine kadar; tüm hazırlıklarıyla beraber yemeğin organizasyonuna varıncaya dek anne ilgileniyor. Yani Ayşe ARAL tarafından. Tamam bunlar ilk anda kulağa hoş gelebilir... Ama bakınız bir de madalyonun öteki yüzü var. O da, bizim toplum olarak yaşam anlayışımıza o kadar ters bir anlayış ki!..


İşte bu anlamda bir eğitimci olarak konuya değinmeden geçemedim. Zira çocuklarımızla karşı karşıya kaldığımız sıkıntıların en önemli noktası olarak görüyorum.


"Nedir o?" derseniz, mesela 17 yaşındaki bir çocuğun eğitim ve okul yaşamı bir kenara itilerek, pembe yaşamın ön plana geçmesi gibi... Çocuk yaşta bir öğrencinin sevgilisi ile bir yemeği annesi tarafından bir bir organize edip, onu detay detay hazırlaması; bundan sonrasındaki gelişmelerin de baş sorumlusu olmayacak mıdır?


O çocuk, bundan sonra hangi okumayı, hangi eğitimi, ne seviyede götürebilecektir acaba? Deniliyor ki efendim, bu yaklaşım, çocuğuma "arkadaş" gibi yaklaşıp, öyle davranmak "modern anne" rolünü en iyi şekilde üstlenmek anlamı taşıyor...


Şüphesiz ki bu yaklaşımlar, birileri tarafından örnek gösterilerek tüm topluma yayılmak istenmektedir...


Sen özelsin, sen inanılmazsın ve sen çok değerlisin. Hayallerinden asla vazgeçme. Yeterki kendini sev, yeterki kendine inan... Bak o zaman her bir şey ayaklarının altında olacaktır...

İşte günümüz anne ve babalarının, eğitimcilerinin çocuklarımıza dayattığı ve beynine işlediği yaygın "modern kültür" bunlardan ibaret.


Bu dayatmalar neticesinde ortaya çıkan şu ki; kendini her şeyin üzerinde tutan, kendini beğenen, yüksek özgüven, dahası bencil bir nesil diyelim. Öte yandan bu durum aynı zamanda da bu içi boş inanç yüzünden büyük beklentilerle hayatın öteki yüzü olan acı gerçekleri karşısında tam anlamıyla zorlanan, kendi ayakları üzerinde duramayan kaygı ve depresyona sürüklenen bir nesil.

İşte Ayşe ARAL'ın yazısında da gördüğüm şey de bunun bir parçası...


Ve bu yazıya konu edilen davranışın da kesinlikle yanlış olduğunu eğitimci gözüyle buradan bir kez daha haykırmak istiyorum. Yok böyle bir şey... Zira anne, anne olarak yerini korumak zorunda! Baba da, baba olarak! Çocuk, bu kavramların ne demek olduğunu bu yaklaşım -Ayşe ARAL'ın- tarzıyla değil de, kendisini yetiştiren kutsal bir görevin temsilcisi olarak hayata hazırlamayı canı pahasına üstlenmiş, şefkatli bir büyük gibi algılayarak yaşamalıdır!

Öte yandan, bu kültürün bir parçası haline gelen aşırı özgüven duygusu ne yazık ki gerçek anlamdan uzak, başarıyla ve lüks yaşam anlayışıyla eşdeğer kılındı. Yani çocukların beynine kazınan "sen değerlisin", "sen özelsin" güdülemesi hep ön planda tutuldu.

Bu şekilde yetiştirilen çocuklarımız bugün dünyanın kendi çevresinde döndüğüne inanıyor. Tüketimin ve gösterişin hat safhada olduğu bu dönemde onların her türlü şeyi yaşaması mübah sayılır hale geldi...

Şimdi burada 17 yaşındaki bir ergenin sevgilisi ile baş başa yemek yemesi de ne oluyor? Bizim sağlam saydığımız geleneğimizde böyle bir şey var mı? Bırakınız var saymayı, düşünmek bile ayıp değil midir?..


E kızım istedi ya.. Tamam hemen olsun!.. Bunun getirisi nedir, ne değildir, hiç sorgulanmıyor bile!

Sanki masal alemi... Canın ne istiyor, tamam sen yeter ki söyle.. Bir dedğin iki olmaz!

E o zaman okul ve eğitimle uğraşması gerekirken, bu sayede çocuklarımıza cinsel yaşam da kaçınılmaz mübah (!) oluyor artık...


Peki bunun sonu nereye varır?

Tabii ki de yozlaşmaya...

Bırak modern yaşamı bunun sonu depresyona...

Niye mi?

Hayatta umudun tavan yaptığı, gösterişin hat safhaya ulaştığı, şişirilmiş bir özgüvenin oluştuğu, kendini öne çıkarma derdine düşen bir neslin dürüstlükten uzak hep "ben merkezli" yaklaşımları kendilerini nereye taşıyacağını ortaya koyacağı kesin...


Sayın Ayşe ARAL, senin bu yaşam tarzın olabilir, eyvallah!..

Ama kızının ilkleri ve ne yaptığı bizi, yani toplumu hiç mi hiç enterese etmiyor!!!

Bunu bilerek yazılarınızı yazmanızı öncelikle tavsiye ederiz; bu bir!

Ve bana, kimse bunun masumane bir akşam yemeği olduğundan sakın ola bahsetmesin! Zira ortada bir "sevgili" var; bu iki!

Yine bu durumun yetişkinlere ait; özel ve mahremiyet taşıyan bir durum olduğunun altını kalınca çizmek isterim; bu üç!

Ayrıca bu yazıyı yayına koyan sayın yetkiliyle birlikte, Ayşe ARAL'ı da şiddetle kınarken sormak istediğim önemli bir soru da,

Bu yazıyla topluma verilmek istenen mesaj nedir? Bu da dört!

Sevgi ve saygılarımla!



13 Şubat 2011 Pazar

Sevgin Kaç Para?














"Sevgide güneş gibi ol,
Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol,
Hataları örtmede gece gibi ol,
Tevazuda toprak gibi ol,
Öfkede ölü gibi ol,
Her ne olursan ol,
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol." MEVLANA



Batı kaynaklı Hıristiyan geleneği "Sevgililer Günü"; kapitalizme hizmet olarak günümüzde tüm dünyaya medya ve reklam vasıtasıyla dayatılıyor...


Yarın "sevgililer günü"ymüş ya...


Bu düzmecenin sahibi Hıristiyan emperyalistlere hatırlatmak istediğim bir kaç nokta üzerinde izninizle durmak isterim:


Allayarak pullayarak insanlığın en kutsal duygusunu bir güne sıkıştırıp, üzerinden sömürmeye çalıştıkları "sevgi" var ya...
Aslında onların gözüyle ben bu duruma "kral çıplak" diyerek yanıt vermek istiyorum.

Niye mi?

Sevgili diye bakılan vatan topraklarından insanları koparıp, yaşama haklarını ellerinden bir bir aldıkları için.

Bak! Irak halkı kan ve gözyaşı arasında sıkıştı bile...

Sevgiliye eş değer kardeş olanları etnik köken ve inanç üzerinden önce ayrıştırıyorlar...

Hemen ardından tırnağın etten ayrılması ne kadar can yakarsa, o kadar acı duyacak kadar kardeşi kardeşe kırdırtan, insan kıyımına sebep oldukları için.

Bak! Daha dün Sudan'ı önce parçaladın, hemen ardından kardeş halkı birbirine kırdırtmaya başladın bile...

Sonuç; şimdilik 139 ölü!

Sevgili dedin; ve üzerinde "gün"ler tertiplediğin o sımsıcak duyguyu hiçe sayarak, sevgili annelerin, sevdalıların yüreklerini dağlıyorsun.

Ardında gözü yaşlı anaları bırakarak, oluk oluk kanların akmasına durmak bilmeksizin vesile oldun!

Dünyanın dört bir tarafında kargaşa ortamı hazırlıyor, savaşlar çıkartıyorsun...

Cephelere hiç durmadan ana kuzularını yine analarının, eşlerinin gözyaşına bakmaksızın sürüyorsun!!!

Bak! Afganistan, Arap Yarımadası, Balkanlar, Kafkaslar, Afrika ülkeleri...

Sayende bütün analar, acı içinde kıvranıyor!

Gerida kalan eşlerini, kızlarını hiç acımadan fuhuş batağına sapladın bile...

Bak! Iraklı on binlerce Müslüman kadın, sayende bedenlerini satar oldular!

Öte yandan;

Bak!..

İnsanlığın hatta yeryüzündeki tüm canlıları birbirine çeken o en güzel duyguyu, yani aşkı, tek taşa sen bağladın...

İnsanlığınla (!) gurur duy...

Zira o insanlığı devam ettirecek duyguların hiç birisi sen de yok...

onun için ki...

İşte böyle GÖSTERMELİK ve bir o kadar da İÇİ BOŞ günleri ortaya atarak, olmayan duygularını varmış gibi gösteriyorsun!


Ve bu sayede insanlığı bitirdiğini hatırlatarak, senin "sevgi" dediğin, aslında sevgisizliği insanların ruhuna işlemekten öteye geçemeyecek bir süreçten ibaret.

Ve bütün bunları maddi menfaatlerin uğruna yapıyorsun!

Kısaca kabul et ki sahte duygularla bezenmişsin!

Ve insanların duygularıyla açıkça oynuyorsun işte!

Gel istersen sana sevgi abidesi Mevlana'nın bir sözünü hatırlatarak, sözümüze nokta koyalım:

"İnsan gözdür, görüştür, gerisi ettir. İnsanın gözü neyi görüyorsa, değeri o kadardır."


Sevgi ve saygılarımla!



4 Şubat 2011 Cuma

Defne'yi Kaybettik... Allah Rahmet Etsin!














"Herkes her şeyden sorumludur." Dostoyevski




Defne Joy Foster; medyada ünlünen bir isimdi... Onu televizyondan tanıyoruz...

Birkaç gün önce gazete manşetleriyle ölüm haberini öğrendik... Öncelikle ölen bir kimsenin arkasından konuşmanın hem insani, hem de inancımız gereği doğru olmadığını hatırlatmak isterim.

Bu olayla birlikte Tolstoy'un "DİRİLİŞ" adlı müthiş eseri aklıma geldi...

Tolstoy, bu eserinde vicdan azabının insan hayatı üzerinde neden olduğu baskıları harika ve etkileyici olarak anlatmaktadır.


Diyeceğim o ki... Kerem Altan, Defne'nin ölümüyle birlikte ardında bıraktığı soruların kuşkusuz cevabını veriyordur. Vicdanında ve beyninde kendi adına olayın muhasebesini de yapacaktır...


"Diriliş"te Dimitri Nehludov vicdanını bir şekilde rahatlatma yolunu bulabildi... Çünkü, her şeye rağmen Katyuşa hayattaydı ve yaşıyordu!


Ama Defne...

Arkasında bıraktığı pek çok soruyla birlikte öldü...


Sevgi ve saygılarımla!


3 Şubat 2011 Perşembe

Şartlar Değişiyor
















"Ayni dili konuşan değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler." Mevlana



"Orman köylerinde, eskiden çam ağaçlarından bardak yaparlarmış.

Askere giden bir adam günün birinde döndüğünde eski çamların nereye gittiğini sormuş. Adam, oğluna:

-Ah oğul! O senin sorduğun eski çamlar bardak oldu, demiş."


Arap Yarımadası... Müslüman coğrafyası... Diğer bir deyimle diktatörler diyarı...


Bölge halkları yoksulluk ve cehalet altında ezilirken... Sözde halk tarafından getirildiklerini iddia edenler, Batılı işbirlikçileriyle bir olup, kendi milletlerinin fakirleşmesine, ezilmesine saltanatları uğruna yıllarca göz yumdular...

Artık "şartlar değişti" anlamına gelen, "eski çamlar bardak oldu" deyimini burada kullanmanın tam da yeri diye düşünmeden edemiyorum...


Zira bir bir dikta rejimleri yıkılıyor...

Diktatörler, kendilerine kaçacak ülkeler aramaya, çoktaaan başladılar bile...

Arap Yarımadası, Osmanlıdan sonra Batılı güçlerce parça parça edilerek sömürgeleştirilmişti...

Emperyalist güçler, parça parça ettikleri aşiretleri sözde "devlet" gibi göstermeye çalıştı...

Zira bu sözde "devlet"lerin halklarını yoksul bırakarak ancak bölge insanının zenginliklerini sömürebileceklerini biliyorlar...

E bunun için de... Bölge halklarını zapturapt altına almak gerekir değil mi?

O halde buralarda "demokrasi" tiranlarla işletilmeli...

Hâl böyle olunca da... Buralarda birlik, eşitlik, güvenlik, refah, adalet, barış gibi insanların mutlu yaşamasını sağlayacak ortak beklentilerin oluşması imkansız hale geliyor...


İşte şimdi, Tunus'tan başlayarak Mısır'da devam eden ve tüm Arap Yarımadası'nı saran halk hareketinin amacı, bu yöndeki -insanca yaşamak adına- istek ve beklentilerini canları pahasına açlık ve sefalete karşı kazanmak için...

Demem o ki...

Buradan yola çıkarak, güzel ve yalnız ülkemin, Müslüman coğrafyasındaki önemini bir kez daha anlamamıza neden olduğuna izninizle DİKKAT çekmek isterim. Zira Atatürk Cumhuriyeti ve felsefesi, bir zoru başararak bu zorlu coğrafyada millet olarak başı dik ve onurlu yaşamamıza en büyük etkendir!!!

Bilmem... Bu sayede Büyük Atatürk'e "diktatör" diyenlerin, şimdilerde gerçek diktatörlüğün ne demek olduğunu herhalde daha iyi anlamış olacaklarını düşünüyor ve inanıyorum... :)

Sevgi ve saygılarımla!



1 Şubat 2011 Salı

SEHVEN














"Beykoz Belediyesi bir "ilk"e imza attı ve tek Türk askerinin şehit düşmediği Kardak adına park açtı


İSTANBUL Beykoz Belediyesi Anadolu Kavağı’nda 2003 yılında yaptırdığı parka verdiği isimle, bütün dikkatleri üzerinde topladı. “Kardak Şehitleri Parkı” adını duyanlar şaşkına dönerken, mahallenin muhtarı Nurettin Sarıçiçek, “Kardak’ta şehit verildi mi” diye kendisine soru sorun ziyaretçilerin gittikçe artaması üzerine ‘Kardak’ta şehit mi verildi’ diye soruyor. Biz de biliyoruz orada şehit verilmediğini. Parkın isminin değişmesini istiyoruz. Başvuruda bulunduk bekliyoruz” dedi.

(...)

Ocak 1996’da çıkan Kardak olayından sonra "Yunanistan, deniz kazasının kendi karasularında olduğunu ileri sürmüş, Türkiye ise, söz konusu kayalıkların kendisine ait olduğunu belirtmişti. Bir operasyonda iki Yunan askerini taşıyan helikopter kaza yapmış ve iki asker de hayatını kaybetmişti. Bunun üzerine Yunanistan Savunma Bakanlığı, helikopterde yaşamını yitiren iki asker için Kilimli Adası’na heykel diktirmiş ve anıta "Kardak Şehitleri Anıtı" adını vermişti." Vatan, 30.01.11



Malum, son dönemlerdeki moda açıklama; "sehven" ...

İyi; biz de bugün inanılmaz diyebileceğimiz bu haber üzerinden "Yok canım... Sehven olmuştur." diyerek söze başlayalım istedik.

Zira sehven değilse o vakit, "kasten mi?" sorusu insanın ister istemez aklına gelecektir...


Habere göre Yunanistan Savunma Bakanlığı'nın olaylar esnasında helikopter kazasında yaşamını yitiren iki askeri için Kilimli Adası'na heykel diktirmesi; ve bu anıta da "Kardak Şehitleri Anıtı" adını vermesi anlaşılır gibi değil!!!


Zira şehitlik mertebesi Müslümanlar için geçerlidir.

"De ki: 'Bizim için siz, (şehitlik veya zafer olmak üzere) ancak iki güzellikten birini bekleyebilirsiniz. Biz de, Allah’ın kendi katından veya bizim ellerimizle size ulaştıracağı bir azabı bekliyoruz. Haydi bekleyedurun. Şüphesiz biz de sizinle birlikte beklemekteyiz.' " Tevbe Sûresi, 52. Ayet

O halde buradan yola çıkılarak Yunan Savunma Bakanlığının bu şekilde -"Kardak Şehitleri"- ifadesi garip bir şey...

Ancak... Beykoz Belediyesi, bu durumu bile bile kalkıp da Kardak'da ölen Yunan askerlerini hatırlatacak ya da ne bileyim onları onurlandıracak "duygusal bağ" anlamına gelen bir ismi vermesi insana "pes!" dedirtiyor...


İşte bu nedenle diyoruz ki; bu isimlendirme SEHVEN olmuştur!!!

Ya da ne bileyim... Biz böyle olduğuna inanmak istiyoruz!

Öte yandan bu vatan için neredeyse hergün şehit verdiğimiz ortada! O zaman da bu parka adını gururla koyabileceğimiz o kadar çok şehidimiz var ki... Yiğitlerimizin adlarını saymakla bitiremeyiz herhalde!

Zira çıkın sokağa, yoldan geçen herhangi birisini çevirin ve sorun ki; "şehit yakınınız var mı?" diye...

Alacağınız cevap, hiç şüphesiz birinci dereceden olmasa bile, mutlaka bir yakını veya tanıdığı şehit düşmüş olacaktır.

E o zaman... Bunlardan birisinin adı neden layık görülmedi de, olmayan şehit üzerinden yola çıkılarak, millet olarak bize şaşkınlık, ezeli düşmanımız Yunan'a "itibar" uyandırabilecek isim, niye verilir ki?!


Sevgi ve saygılarımla!