30 Mayıs 2009 Cumartesi

Batı'ya Travma Yaratan Tarih!..












Resmi kayıtlara göre, 1071 yılı itibariyle; Alpaslan'ın önderliğinde Malazgirt Meydan muharebesi zaferi ile Anadolu kapısı Türklere açılmış oldu. Bundan sonra da adım adım cihan devleti OSMANLI genişleyerek, Doğu Roma İmparatorluğu olarak da bilinen Bizans İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'a dayandı.
*
*****
*
Ve nihayet, Hz. Muhammed'in İstanbul için "Onu fetheden komutan ne iyi komutan ve onun askerleri ne güzel askerlerdir." diye buyurduğu hadisle yoğrulan II. Mehmet, bu inanılmaz fetihi başardı! Zira tarih boyunca birçok devlet tarafından kuşatılsa da ele geçirilemeyen İstanbul'un, emsali görülmemiş surlarına (ki bu surlar üç aşamadan oluşuyordu ve aralarında boşluklar bulunuyordu; bu boşluklara da hendekler kazılmıştı ve içlerinde göletler oluşturuldu) rağmen başarıya ulaşan, Fatih Sultan Mehmet Han, oldu.


Sultan II. Mehmet, 6 Nisan 1453'de kuşatmayı başlattı. İlk defa Ulubatlı Hasan ve arkadaşlarının şehit olmak pahasına tutunmayı başardıkları İstanbul surları, artık direnemiyordu. 53 gün süren ve 19 Nisan, 6 Mayıs, 12 Mayıs ve 29 Mayıs'ta yapılan dört büyük saldırıdan sonra Doğu Roma İmparatorluğu'nun 1125 yıllık başkenti olan "Konstantinapolis" bundan sonra İSTANBUL'du...



İstanbul, 29 Mayıs 1453 salı günü fethedildi. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti artık bir Cihan İmparatorluğu oldu. Tabii ki de, II. Mehmet İstanbul'a Fatih ünvanıyla girdi. Sultan II. Mehmet Haliç'e demir çekildiğini gördüğünde; "Benim kudretimin ulaştığı yere, onların hayalleri dahi erişemez" sözleri aslında onun ne kadar zeki olduğunun, tarihe göstergesiydi. Zira bu inanılmaz fetihle Türkler bir çağı kapatıp, bir çağı açıyordu... Ve dünya da bu tarih, ezberlendi!.. Ve çan sesleri yerini ezan seslerine bıraktı!.. İşte sevgili Peygamberimizin beklentileri, 21 yaşındaki Fatih Sultan Mehmet Han'a nasip oldu...
*
*****
*
Evet bu şanlı ve gurur dolu tarihimizin 556. yıldönümü dün büyük bir coşkuyla kutlandı. Gerçi her ne kadar bu fetihden rahatsızlık duyanlar olsa da bizler, büyük bir gururla bu günümüzü göğsümüz kabararak hatırladık. Bir kez daha atalarımızla gurur duyduk! Ve duymaya da devam edeceğiz! Sevgi ve saygılarımla!




28 Mayıs 2009 Perşembe

HEPİMİZ MEHMET'İZ!..











Yaşadığımız süre içerisinde sahip olduğumuz ve olmak istediklerimizin bir bedeli ve karşılığı vardır. İşte bu anlamda soyut ve somut tüm olgular için sarfettiğimiz çabalara biz BEDEL diyoruz. Mesela, refah için döktüğümüz alın teri, vatan ve istiklâl için döktüğümüz kan, kutsal saydığımız değerlerimizi savunmak da bir bedel ister. Kısaca uğrunda göğüslediğimiz tüm zorluklar gibi, insan olmanın gereğini yerine getirebilmenin ve ruhsal doygunluğun hazzına ulaşabilmek için de verilen mücadelenin elbette bir bedeli vardır.
*
*****
*
Evet bugün yine o dayanılmaz acı olarak gördüğümüz, şehitlik mertebesine yedi vatan evladımızı daha verdik. İşte o kutsal değerlerin içinde saydığımız özgürlüğün ve millet olmanın onurunu yaşamak ve yaşatmak, devlet olmanın büyüklüğünü şüphesiz ki bedel ödeyerek gösteriyoruz. Ve bilinmelidir ki, hepimiz şu veya bu şekilde bu bedeli ödemeye hazırız. Bugün yedi vatan evladımızı şehit verdik; ama unutulmasın ki arkasında yetmiş milyon daha hazır beklemektedir!
*
*****
*
Aslında biz bu bedeli millet olarak Kurtuluş Savaşı esnasında top yekûn ağır bir şeklide ödedik. Ancak kaybettiğimiz şehitlerimiz ne kadar da içimizi acıtıyorsa da, emperyalist sömürgecilerin yüzyıllardır yok ettikleri maddi ve manevi değerlerimizin yanında küçücük bir nokta olarak kalmaktadır. Üstelik başı dik ve onurlu yaşamak adına bu verilen bedel, hakikaten insanca ve haysiyetli yaşamın ta kendisidir. Türk milletinin asaleti de buradan gelmektedir. "Bağımsızlık benim karakterimdir" diyen Büyük Atatürk, yedi düvele "İstiklâl Savaşı" ile dik durmayı örnek model olarak öğretmiştir!
*
*****
*
Birinci Dünya Savaşı emperyalist güçler için, bir paylaşım kavgasıydı. Özellikle burada Osmanlı için neredeyse "uğrunda ölmeye" değer görülmesi nedeniyle deyim yerindeyse iştah kabartıcı olarak da ifade edilebilir. İşte bu münasebetle Osmanlı'ya karşı "etnik" anlamda kullandıkları silahla ayaklanma başlatıp, ilk olarak Arapları kışkırtarak istedikleri sonucu elde etmeyi başardılar. Bu onlar için gerçekten bir zaferdir. Zira Araplar Osmalı'yı arkadan vurarak, emperyalis güçlerin o bölgeye yerleşmesine vesile olmuşlardır. Yani bunu yapmakla, amiyane tabirle, "kendi kuyusunu kazmak" ifadesi yerinde anlam kazanacaktır.
*
****
*
Ardından Anadolu'da Sevr'e giden yolumuz Lozan'daki başarımızla neticelenir. Ancak İngiliz temsilci Lord Curzon tam 86 yıl önce Lozan görüşmelerinde “Siz savaştan galip çıktınız ve bizi topraklarınızdan kovdunuz. Şimdi bu avantajla istediklerimizi vermiyorsunuz. Ama biz vermediğiniz her şeyi cebimize koyuyoruz. Gün gelecek, sizi bize muhtaç hale getireceğiz ve şimdi vermediklerinizi önünüze koyup, teker teker alacağız.” diyor.
Ancak İngilizlerle birlikte Batı dünyası, Türkleri Orta Asya'ya göndermeden rahat etmeyeceklerini bugün çok net olarak gelişmeleri takip ettikçe anlayabiliyoruz. Zira bitmek tükenmek bilmeyen bir hırsla, her alanda Türk ve Müslüman dünyasına karşı oyunlar düzenlemekten geri kalmıyorlar! Bu durumu 19. Yüzyıl 'da Batı'nın Türk kabusu ile başlatıkları söylemlerden de anlaşılacaktır. İşte o söylemleri özetleyen bir kaç tarihi özet bilgi:
*
*****
*
"Tedbirli ve dikkatli olmakta fayda vardı. Acaba Batı’nın 1920’de Sevr’e gelene kadar Osmanlı Devleti’ne gayri resmi bakışı neydi. Gelin biraz geriye gidelim; 1800’lerde Avrupa’nın inatla üzerinde durduğu tek şey Türkleri geldikleri yere, doğuya sürmekti. Gelin o günlerin Avrupa basınında bu konunun nasıl işlendiğine şöyle bir gözatalım:
8 Aralık 1876 günlü Stanboul Gazetesi şöyle yazıyordu. “Türk'ün artık Avrupa'da hüküm sürmesine daha fazla hoşgörü gösteremeyiz. Türklere herşeyden önce yüzünü doğuya çevirip boğazların batısını tümüyle terk etmesi gerektiği anlatılmalıdır. Türkler Avrupa'dan hemen çıkarılmalı, Avrupa'dan hemen yokolmalıdır.”
2 yıl sonra 19 Eylül 1878 günlü Daily News Gazetesi'nde şu sözler yeralıyordu: “Türk yönetiminin üstün ırklar üzerindeki hakimiyeti kaldırılmalıdır.”
10 yıl sonra 18 Ekim 1888’de bu kez Fransız Le Figaro Gazetesi'nde bir makalede şu satırlar yeralıyordu: “Türklerin Avrupa'daki günleri sayılıdır. Türkler geldikleri yere Asya’ya yerleşmelidirler.”
Ve İtalyan başbakanlarından Crispi, 3 Mart 1897’de gazetelerde yayınlanan açık mektubunda şöyle diyordu: “Türk'ün Avrupa’daki varlığı insan haklarına sürekli bir hakarettir. Türkler dörtbuçuk yüzyıldır ne Avrupalılaşabildiler ne de üzerlerinde gaddar bir egemenlik sürdürdükleri ırkları bir ulusal potada eritebildiler. Türkiye'de ırklar soylarına göre değil dinlerine göre ayrılırlar.”
1900’lere gelindiğinde batıda en yaygın düşünce, Türkleri Avrupa’dan atmaktı. Batılı emperyalistler bir yandan kendi halklarına Türk düşmanlığı aşılayan yayınlar yaparken bir yandan da gizli anlaşmalar yapıyorlardı." Banu AVAR / Unutulan Yıllar
*
*****
*
İşte halen üzerimizde baskı, kin ve öfkenin hakim olduğu bugünlerde yapılan ve yaşanılanlar, acaba bizlere geçmişi hatırlatmıyor mu dersiniz? Ancak herşeye rağmen ulus olarak bizler, bu badireleri de atlatacağımıza kesin gözüyle bakıyorum. Bu millet ki, vatan için evladını seve seve verdiğini, dün olduğu gibi bugün de büyük bir gurula haykırabiliyorsa, o vakit düşünecek olanlar; canıyla, kanıyla bedel ödemeye her zaman hazır olan bizler değil de, işgalci ve sömürmeyi, köleliği kendilerine yaşam kaynağı haline getirmiş, insanlıktan uzak maddiyatçı Batılı kesimdir, diyorum! Zira burada gerçek anlamda mağdur edilmeye çalışılan ve dolayısıyla da -yaşamak ve yaşatmak için- BEDEL ödeyen bizleriz!
Sevgi ve saygılarımla!

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Soykırımın Tarihini Yazanlara...





















"Batılı Dostlarımıza,
Türk halkından ve Türkiye'den sürekli talepte bulunmakta ve bizlerde suçluluk duygusu uyandırmaya çalışmakta, sürdürdüğünüz iftira kampanyaları ile henüz dünyaya gelmemiş Türk vatandaşlarını bile zan altında bırakacak bir insan hakkı ihlaline meclislerinizde yasal ortam hazırlayarak, büyük bir demokrasi ayıbını gelecekte tarihi kayıtlarda çok net bir biçimde yer alacak şekilde üstlenmektesiniz.
SUÇ İŞLEMEKTESİNİZ!
Ermeni "soykırımı" yapmışız...
Kürtlere hak vermiyormuşuz...
Siz hiç kendi tarihinize, geçmişinize baktınız mı?
Siz kendi tarihinizle yüzleştiniz mi?
Bizi itham ettiğiniz gibi yüz yıl öncesine de değil, henüz 50-60 yıl öncesine, düne baktınız mı?..
Gelin sizi aramaktan kurtaralım..." ALINTIDIR
*
*****
*
İngiltere'ye,
İskoçya'yı, Kuzey İrlanda'yı, Galler'i neden serbest bırakmıyorsunuz? O milletler asırlardır bağımsızlık istiyor. Hele o Falkland dediğiniz, taaa sizden 8000 mil uzaklıkta, Arjantin'in kıta sahanlığı içinde burnunun dibindeki adadan size ne? Dünyanın en demokrat görüntülü ama sömürge tarihini yazanların ülkesi...



Kanada'ya,
Ermeni "soykırımı" deyimini ilk kabul eden parlementonun sahibi ülke, bize göre: İnsan haklarının direkt ihlalidir bu tutumunuz, henüz dünyaya gelmemişlere bile hapsetmektedir ithamınız...Quebeck Bölgesi, sizden ayrılıp Fransa ile birleşmek istiyor. Rakamları çarpıtarak, referandumları etkileyip hile katarak bu haklı isteğe neden engel oluyorsunuz?
Rusya:Karabağ'da Azerbaycanlı Türk kardeşlerimize uyguladıkları...



Belçika milleti,
Kongo'yu biraz anlatsanız... 1960 öncesi yüz yıldan uzun süredir sömürmekte olduğunuz ve soykırıma uğrattığınız 250 000 Kongolu'yu ve bağımsızlığını ilan ettikten dört ay sonra öldürdüğünüz Kongo Başbakanı LUMUMBA'yı nasıl izah edeceksiniz? Siz ki SABANCI'nın katili Fehriye Erdal adlı teröristi savunup bize ahlâk ve insanlık dersi veren ve demokrat (!) bir millet olduğunuzu söyleyenlersiniz. Hadi, ama önce 1960'ı konuşalım...
Belkçika, bitti sanmayın. Valonlar ve Flamanlar olarak resmen ayrı yaşıyorlar.



Fransızlara,
Cezayir'i hatırlatalım; 1830'dan 1962'ye kadar yani toplam 132 yıl süreyle Cezayir'i işgal ettiniz. Bu süre içinde Cezayir halkıda kesintili olarak bağımsızlık savaşları verdi. En şiddetli savaş ise 1954-1962 arasında gerçekleştirilen büyük bağımsızlık savaşıdır. Bu süre içinde Fransız işgalciler 1,5 milyon Cezayirli'ye hunharca soykırım uyguladı. Fakat Afrika'da gerçekleştirdiğiniz tek soykırım Cezayir değildir. Gördüğünüz tüm Afrika ülkelerinde benzer soykırımlar gerçekleştirdiniz; hepsinde de aynı etkin vahşet ruhunu görüyoruz. Üstelik bu soykırımlar Ortaçağ'ın karanlık zihniyetleriyle değil; 20. yüzyılın yani modern çağın modernist felsefesiyle, insan hakları uluslararası hukuk gibi kavramların, bütün dünya kamuoyunun literatürüne girdiği ve bu kavramları özellikle sizler, ağzınızdan düşürmediğiniz bir dönemde gerçekleştirdiniz. Ha bu arada, Korsikalılara yaptığınız baskıyı da hatırlatmak isterim.


Uğruna savaşa girip imparatorluğu sona erdirdiğimiz, Almanlara; sizin utanılacak olaylarla dolu tarihinizle ve nazilerin yaptıklarıyla dünyanın en büyük soykırımın uzmanları olarak zaten hakkettiğiniz üzere, tarihin sayfalarındaki yerinizi çoktan aldınız bile!



İspanya ve Portekiz'e gelince; Maya, İnka ve Aztek meselesini hatırlatalım; 16. yüzyılın başında Avrupa'dan kalkıpta Güney Amerika'ya istilaya giderek on binlerce insanı ve tarihi yok ettiler. İspanyalı'lar, Basklara ve Katalanlara bağımsızlık neden vermezler acaba?İtalyanlara gelince Sardunya'ya ve Sicilya'ya bağımsızlıkları verilecek mi acaba?



Yunalılara gelince; Epir bölgesi ezelden beri Arnavutluğun parçası olmak istiyorlar. Makedonya üzerindeki isteklerine hiç değinmeyelim. Bu arada 15 Mayıs 1919 da İzmir'i işgal ederek, kadın kız, yaşlı genç demeden her türlü soysuzluğu yapmadılar mı?
Amerika'ya gelince soykırıma uğratarak topraklarını ellerinden aldığınız, dürüst, kahraman ve en ahlaklı topluluklar olan Kızılderilileri nasıl anlatacaksınız?1960'lara kadar beyazlarla aynı otobüse binmediğiniz siyahlara yaptığınız aşağılamayı ve köleleştirmeyi nasıl açıklayacaksınız? Ya da Hiroşima'da atmış olduğunuz atom bombası ile milyonlarca Japon sivil halkın ölümüne ve ardında yeryüzünün dahi sizi affetmeyecek şekilde bıraktığı derin izlere ne dersiniz? Bunlar da kalmayıp, Müslüman coğrafyasını kangölüne çevirerek milyonlarca insanı çoluk çocuk demeden katletmenize ne demeli? Vietnem ve Kore bunların haricinde. Orada yapılanlar da unutulmadı!



Avusturalya'ya ne demeli? O canım insanlığın nadide türü Aborjinlere yapılan katliam değildi de neydi dersiniz? Eskimolara ve 1900'lü yıllarda soykırıma uğradığı ve zorla kısırlaştırıldığı iddia edilen günümüz sayıları yaklaşık 60.000 olan Laponlar. Norveç ve İsveç'in Kuzey Kutup Dairesi içinde kalan bölgelerinde çok eski tarihlerden bu yana yaşamakta olan bir etnik grup olarak bilinmektedir. Onlara yapılanları nasıl izah edeceksiniz?



Evet bugün “21 MAYIS 1864 BÜYÜK ÇERKES SÜRGÜNÜ” 145. YIL ANMA PROGRAMI gerçekleşiyor. “Çerkes Sürgünü”müdür, “Soykırım” mıdır?... tartışmaları süre dursun. Bakınız bugün bu olayı dahi ağızlarına almayan Batılılar; yukarıda kısaca (ki bir kısmını, internet üzerinden aynen aktardığım özet bilgiler ışığında) değinmeye çalıştığım, insanlık adına bir dizi utanç ve ayıpları örtbas etmeye çalışarak, bizlerin kendi vatan topraklarımız üzerinde, geçmişten bugüne kadar Batılıların elleriyle sinsice ve yılmadan hazırladıkları ince planlar ne yazık ki bitmek ve tükenmek bilmiyor!!! Ve Kurtuluş Savaşı'nda Aziz Türk halkına uygulanan soykırım. İşte bizler, tarihten bu yana kendi topraklarımız üzerinde hep arkadan vurulmuşuzdur. Doğal olarak bunun haklı savaşını verirken, Nefs-i müdâfaa yaparken, bunun adını "soykırım"a çevirmek isteyenlere bir kez daha sormak isterim; Sizler ülkelerinizden on binlerce km. uzaklıktaki ülkelere saldırmanız, işgal etmeniz ve ardından gerçek anlamda gerçekleştirdiğiniz SOYKIRIMLARA ne demek gerekiyor?!



1915 Yılında Anzakların Çanakkale'de işleri neydi? Bakınız bu işgale bile, insani duygularla karşılık veren Büyük Atatürk; "Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar: Göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır." diyerek, "soykırım"la suçladığınız bir milletin yüce gönüllüğünü ve tüm insanlığa karşı -düşmanı dahi olsa- sevgi ve muhabbetini anlatmaya yetmişdir sanıyorum. Tabii anlayana!..
Sevgi ve saygılarımla!




22 Mayıs 2009 Cuma

"İki Şeyde İnkîlap Olmaz: Dilde ve Musikide"











"Atatürk'ün yakın çevresinde bulunup birçok çalışmalarında emeği geçen kişilerden Ahmet Cevat Emre, Atatürk'ün Türk Müziği konusundaki çalışmalarını yanlış değerlendirmeler karşısında ölümüne yakın yıllarda "İki şeyde inkılap olmaz: Dilde ve musikide" düşüncesine ulaştığını belirtiyor."
*
*****
*
Millî bayramlarımızın amacı, günün anlam ve önemi doğrultusunda ulus ve millet bütünlüğünün doruk noktası saydığımız çok özel günlerin hatırlanarak yaşatılması olarak tanımlayabiliriz. Bunun yanısıra, birlik ve beraberlik ruhunun arttırılması ve kaynaşmasının sağlanması, ülke olarak kıvaç duyduğumuz ve birlikte coşup heyecen yaşadığımızı da belirtmekte yarar olduğunu düşünüyorum. Zira bugünler aynı zamanda, bir milleti millet yapan bağların en önemli halkaları olarak da tanımlanmaktadır. Bu durumda ulus ve millet olarak kendimizi diğer devletlerden oldukça şanslı olduğumuzu söylemek yalan olmasa gerek. Batılı devletlerinin yoklukla birlikte, biraz da kapitalizmin gereği, zorlama olarak ortaya atılmış bir takım yapay bayramlarının ve özel günlerinin yanında, bizlerin dünyayı kıskandıracak boyutta gerek manevi, gerekse milli duyguların yoğun yaşandığı hakikaten müthiş sayılacak düzeyde, bayram ve özel günlerimiz olduğu bir gerçektir.
*
*****
*
Sözü hiç uzatmadan sıcağı sıcağına daha bir kaç gün evvel, ulusca göğsümüzü kabartacak bir bayramı yaşadık. 19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı. Burada konusunu etmek istediğim ve özellikle son yıllarda, sanki bayramların o özel ruhunu kaybedecek tarzda gelişmelere üzülerek şahit oluşumuzdur. Nasıl oluyor onu bilemem ama, sanıyorum ki farkında dahi olmadan "Milli " sıfatına rağmen yabancı dilde müzik eşliğinde çocuklarımızın gösterilerine tanık olmamız, gerçekten düşündürücü olmaya başladı. Zira minicik çocuklarımız da dahil olmak üzere, tüm gençlik yabancı dilde söylenilen şarkılar eşliğinde eğlenip coşmayı, artık kendi tarzları olarak çoktan kabullendiler bile! Oysa ki, okulların önemli görevleri arasında ki bir sorumluluğu da, kendi kültürlerini çocuklarımıza yerleştirerek onu sonsuza kadar yaşatmaktır. Bu ancak ve ancak yaşanarak, yaşatarak ve uygulayarak devamı sürdürülebilir.
*
*****
*
O halde kendi ellerimizle çocuklarımızı, üstelik örnek model olarak sunduğumuz bayram gösterilerinde dahi, yabancı dilde müzik eşliğinde coşturulması, bir garip durum değil midir? Çağdaşlık mı bunun cevabı? Böyle bir şey asla düşünülemez bile! Bakınız çocuklarımız nereye gitse, artık yabancı müzikle beyinleri ve ruhları doldurulup, işleniyor. Mesela alış veriş merkezleri, eğlence yerleri, luna parklar vs. hatta küçük işletmeler dahi yabancı dilde müzik yayını yapıyor! Televizyonlar ve radyolar artık düz ara bu türden yayınlar yapmakta. Peki, şimdi bir de okullarımızı da bu sıralamaların içerisine koyarsak bu çocuklar nerede kendi öz müziklerini duyacak, sevecek ve beyinlerine yerleştirecekler? Kendilerine ait müzikleri olmanın ruhsal coşkusunu ve hazzını nerede yaşayacaklar? Neredeyse yok olmaya mahkum edilen halk müziğimizin ruhuna, sanıyorum ki bu gidişle Fatiha okuyacağız!!!
*
*****
*
Zengin Anadolu kültürünün tanıtılması ve yaşatılmasına katkı sağlamak amacıyla yurdumuz genelinde hemen her şekilde tanıtımı yapılacak çeşitli araçlardan birisi de, elbette ki müziğimizdir. Tabii ki bir de halk oyunları ve folklor ekiplerimiz var. Bu zenginliklerimiz arasında kimilerine göre bir eziklik (!) olarak görülen müziğimizin yerini, yabancı dilde müzikler asla alternatif olarak sunulmamalı! Bu yapılanların -bilerek ya da bilmeyerek- kültür emperyalizmine hizmet olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim! Hep dile getirmeye çalıştığım üzere; kendi ülkemizde büyük alışveriş merkezlerinin müzik yayınları kayıtsız olarak yabancı dilde olduğudur. Ve inanılmaz bir şekilde, Türkçe müzik yayının yasak olduğu yönünde ciddi anlamda mağaza çalışanları tarafından, edinilen bilgiler olduğunu öğrendiğimde hayret ve dehşete düştüğümü de belirtmeden geçemiyeceğim. O halde bu konunun ne kadar önemli ve hassas olduğunun bir kez daha iyi anlaşılması gerektiğine dikkat çekmek isterim.
*
*****
*
Ulus olarak, her alanda kendi kültürümüzden uzaklaştırılma çabaları hızla devam etmektedir. Buna karşı koyacak da elbette ki bizler olacağız! Özellikle okullarımızda bu konunun önemi iyi anlaşılmalı ve anlatılmalıdır diye düşünüyorum. Bilinçli olmak, hepimizin mecburi sorumluluğu olsa gerek. Zira kaybedilecek ne zamanımız var, ne de neslimiz var! Kısaca hiç olmazsa kendi millî bayramlarımızın ruhunu hakkıyla vermemiz gerekmez mi? Her alanda olduğu gibi eğlencede ve coşkuda da kendimize yetecek kadar müziğimiz olduğunu izninizle hatırlatmayı kendime ödev sayıyorum.
Sevgi ve saygılarımla!

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Güneş Kuzeyden Doğmuştu!














*
*
*
*
***
"TÜRKİYE!.. ATATÜRK’Ü ALLAH’A BORÇLUSUN. GERİYE KALAN HER ŞEYİ DE ATATÜRK’E…''
*
Yıl 1919; herşeyi istedikleri gibi gidiyor sanan emperyalist güçlerin oyununu bozan ve makus talihimizi yıkarak mazlum milletlere örnek teşkil eden, Kurtuluş Savaşı ve mimarı Mustafa Kemal ATATÜRK; üzerimize bir güneş gibi doğarak, karanlığı aydınlığa çevirdi!
*
*****
*
Mustafa Kemal Atatürk, "Ülkenin genel durum ve görünüşü"nü şöyle anlatıyor:
1919 yılı Mayısının On dokuzuncu Günü Samsun'a çıktım. Ülkenin Genel Durum ve Görünüşü Şöyleydi: Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu grup, 1. Dünya savaşı'nda yenilmiş. Osmanlı Ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalamış, Büyük Savaş'ın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda, Milleti ve memleketi 1. Dünya Savaşı'na sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlar. Saltanat, Hilâfet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceği hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa'nın başkanlığındaki hükümet âciz, haysiyetsiz ve korkak. Yalnız, padişahın iradesine boyun eğmekte ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecekleri herhangi bir duruma razı.
*
****
*
Ordunun elinde silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta... İtilâf Devletleri, Ateşkes Antlaşmasının hükümlerine uymayı gerekli bulmuyorlar. Birer bahane ile itilaf donanmaları ve askerleri İstanbul'da, Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Gaziantep İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya'da İtalyan askerî birlikleri, Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurlar ile özel ajanlar faaliyette. Nihayet, konuşmamıza başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919'da, itilâf Devletleri'nin uygun bulması ile Yunan ordusu da İzmir'e çıkartılıyor.
NUTUK / Yakamoz Yayınları
*
*****
*
Evet memleketimizin durumu böyleydi. Osmanlı "hasta adam" olarak nitelendi. Ardından her alanda zayıflatılan koca imparatorluk içte ve dışta sürdürülen ihanetlerle, aldatmacalarla nihayet millet perişan duruma düşürüldü. Ordusu terhis edilmiş, silahları elinden alınmış, posta, telefon ve telgraf denetimi itilâf devletlerine bırakılmış, liman, tersaneler, demiryolları vs. kontrolleri düşmanlara bırakılmış bir millet; artık tamamen tükenmiş durumdaydı! En nihayetinde İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan ordusu tarafından güzel ülkemiz, bir bir işgal edilmeye başlandı. İşgal İstanbul Hükümeti tarafından halka gösterilmemeye çalışılsa da, ilk kurşun Hasan Tahsin (Osman Nevres) tarafından Yunan askerine "Yaşasın ulusumuz!" çığlığıyla atıldı!
*
*****
*
"Asker, sivil yüzlerce Türk'ün, "Zito Venizelos" diye bağırtılarak, süngülerle itip kakılarak, antrepolara, zindanlara ve gemi ambarlarına doğru götürüldüğünü gördükçe, dayanamadı. Kordon boyunda kilise çanları çalarken, ülkesinin işgalini seyreden zavallı kalabalıkları birdenbire yardı ve Yunan müfrezelerinin karşısına atladı:"Yaşasın ulusumuz!"Aynı anda, birkaç el tabanca sesi duyuldu. Yunan Efzun Alayının en önde yürüyen sancaktarı yere yığıldı. Ardından yanındaki.İlk panik atlatılınca, ateş edenin tek kişi olduğunu gören işgalciler, Osman Nevres'e peş peşe kurşun yağdırmaya başladı. Elindeki tabancanın mermileri biten gazeteci Nevres, o anda şehit düştü. Yunanlılar hırsını alamamış, yerde cansız yatan 30 yaşındaki genç gazeteciyi süngülemeye başlamıştı." İşgal ve Direniş / Hulki CEVİZOĞLU
*
*****
*
Yedi düvele meydan okuyarak ve kanla çizdiğimiz bu vatan topraklarının her karışı şehit kanıyla sulanmıştır.
Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk Samsun'a giderken Bandırma Vapuru İngilizler tarafından tepeden tırnağa aranmıştır. Bunun üzerine;
"Mustafa Kemal güvertede arkadaşlarına döndü ve "Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız madde! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz, Anadolu'ya ne silâh, ne cephane götürüyoruz; biz ideali ve imanı götürüyoruz!" dedi."
"Bandırma Vapuru'ndaki genç subaylardan Kurmay Binbaşı Hüsrev'e (Gerede) göre ise Mustafa Kemal, "Budala herifler bizim silah, cephâne değil, kafa götürdüğümüzü bilmiyorlar mı?" dedi." İşgal ve Direniş / Hulki CEVİZOĞLU
*
*****
*
İşte "o kafa" ve "o beyin" Mustafa Kemal ATATÜRK'ten başkası değildi! Yepyeni bir devletin temellerini atarak, yıkılmış Osmanlı'nın küllerinden modern ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kuran Deha ATATÜRK'e hepimiz minnet ve şükran borçluyuz! Bu vesileyle, 19 Mayıs Atatürk'ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı tüm ulusumuza kutlu ve mutlu olsun!
Sevgi ve saygılarımla!

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Haber, Son Dakika, Flaş Gelişme...
















Tüm basın yayın organlarına şöyle günlük göz attığımızda karşımıza hiç kesintisiz haberler arasında futbol çıktığını görüyoruz. Televizyon, gazete haberlerinin ana haber bülteni gibi flaş haber, alt yazı haberleri, özel demeçler, yorumlar vs. vs. Herşeyi bir yere kadar anlıyorum da, üst manşetten geçen ve hem de ayrı ayrı başlıklarla, üstelik de ülke ve dünya gündemi ne olursa olsun, her şekilde yer alabilmesi gerçekten insanın zihnini bulandırıyor. Bu durumda da futbolun aslında insanları kitlesel oyalamaktan başka bir şey olamayacağı konusunda, kesin kanaat getirmesi kaçınılmaz oluyor. Mesela, değerli bir yorumcu, konu üzerinde şu şekilde ifade kullanmıştı; "Anadolu'nun ücra köyünde, bir yerel televizyonun alt manşeti aralıksız Orlando Basketbol takımının maç sonuçlarını insanlara duyurmakta olduğunu hayretlerle gördüm" diyor. Vallahi haksız da değil! Zira Amerika'nın falanca basketbol takımı Anadolu halkını ne ilgilendiriyor? Üstelik saat başı geçecek kadar haber (!) niteliği taşıması gayretleri de, bir o kadar düşündürücü değil mi?
*
*****
*

O halde, burada olduğu üzere bizlerin kafasını karıştırmakta, aklımızı bir yerlerde sabitlemekte ustaca kullanılan yöntemlerden birisi de futbol. Bunun aslında tarihten beri süregelen bir kitlesel oyalama aracı olarak görüldüğü kesin. Zira, köleliğin hüküm sürdüğü eski Roma imparatorluğunda kentli yoksul sınıfları oyalamak için, gladyatörleri dövüştürdükleri arenalar inşa ettiren köle sahipleri; futbolun daha etkili bir araç olabileceğini henüz keşfedememişlerdi. İşte günümüzde ise futbol harika bir malzeme olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu şekilde insanların aidiyet duygusunu güçlendirmenin yanında, Türkiye’de genç-yaşlı, erkek-kadın, yoksul-zengin ayrımı yapılmaksızın her türden insan, gün geçtikçe artan sosyal, ekonomik sorunları, ülkede derinleşen kültürel bunalımı, bir futbol karşılaşmasında alınan galibiyetle bir anda unutabilmektedir. Yine günümüz toplumlarında, ekonomik kaygıların herşeyin önüne geçtiği düşünülürse, futbolun da yine bu sektörden para kazanan insanların ekonomik menfaatlerini artırmak için desteklendiği gerçeği de gözardı edilmese gerek herhalde.
*
*****
*
Bakınız, "Portekiz’in diktatörü Antonio Salazar, “Ben, Portekiz’i 38 yıl süreyle, 3 F, yani Fatıma (örgütlü din), Fiesta (şölen) ve Futbol’la yönettim!’’ demişti. “Bana 200 bin kişilik bir uyku tulumu yapın!” diyen İspanya’nın eli kanlı diktatörü Francisco Franco’nun bu buyruğu, ortaya Falanjistler’in takımı Real Madrid’in ünlü Bernabeau Stadı’nı çıkarmıştı. Bu samimi itiraflar toz duman arasında görünmeyenleri anlatmaya yetiyor herhalde." Demek oluyor ki, yaşadığımız bu gelişmeler aslında hiç de öyle sıradan olaylar değil! Bu durumun, insanların masumca spor tutkularını ve zevklerini ortaya çıkaracak boyutta, kendi halinde bir gelişme olmadığı çok net ortada!
*
*****
*
Evet; futbol her ne kadar bir spor olarak bilinse de, aslında arkasında pek çok nedenler yatmakta olduğu herkes tarafından bilinemeyen bir gerçektir. Zira yine kapitalizmin elinde kirlenen bir araç olarak da görebiliriz. Tüm bunların ışığında herşeye rağmen sporun biz insanlara faydalı olmasını dilemekten başka söyleyecek çok söz olmadığı kanaati taşımaktayım. Futbola bir spor olarak bakmalı ve bu durumda da kitlelerin sağlıklı yaşamasına, fiziksel gelişimine ve ruhsal disiplinine hizmet etmelidir. Yani buradan yola çıkarak, yapılacak en güzel değerlendirme; futbolu bu şekilde anlamaktan başka çıkar yolu olmadığı yönündedir, diye düşünüyorum.
Sevgi ve saygılarımla!

13 Mayıs 2009 Çarşamba

İnsanlığın En Soylu Bahçesi...
















"Manevi Mirasım Akıl ve Bilimdir!" ATATÜRK
*
Neyi özlemeliyiz? Neye yarar
Bunca zahmetle kazanılan para?
Nedir adaletin, insanların bizden beklediği?
Tanrı ne olmamızı istemiş bizim?
Neyiz? Neyin peşinde koşuyoruz? PERSİUS
*
Bilmek ve bilmemek nedir? Öğrenimin amacı ne olmalıdır? Mertlik, tokgözlülük ve doğruluk nedir? İyiye özenmeyle açgözlülük, krala bağlılıkla kölelik, özgür yaşamakla keyfine göre yaşamak arasında ne farklar vardır? Ölümden, acıdan ve ayıptan ne zaman korkulmaz? HORATİUS
Horatius köleyken özgürlüğüne kavuşmuş bir adamın oğluydu, ama kendisi özgür doğmuştu. Babası açık arttırma işlerinde çalışıyordu, Horatius da babasını fakir ama onurlu bir çiftçi olarak anlatıyordu.
Babası bütün parasını oğlu Horatius'un eğitimine harcamıştı ve ilköğretimini almak için O'nu Roma'ya gönderdi. Romalı şair babasına olan saygısını şiirlerinde de gösterdi.
*
"Kırdım diyorsun zincirlerini; evet köpek de çeker koparır zincirlerini, kaçar o da uzaklara ama halkalarını boynunda taşıyarak" diyor, Romen şair PERSİUS
*
*****
*
Bu anlatımlardan sonra tekrar günümüze dönerek geldiğimiz noktayı sorgulamak istiyorum. Çocuklarımızın ruhlarını neyle besliyoruz acaba diye, kendi kendime soruyorum ve cevabını da içinde bulunduğumuz dünya düzeninde aramaya çalışıyorum. Bunu da görmek o kadar çok zor değil. Zira televizyon ve basın aracılığyla artık her tarafa çok rahat ulaşıp, dünyanın öbür ucundaki her bir şeyden haberimiz olabiliyor. Ancak yaşadığımız şeyler o kadar da iç açıcı değil. İnanılmaz bir adaletsizlik, inanılmaz bir kölelik, inanılmaz bir bencillik ve vurdumduymazlıkla insanlığın neredeyse o en özel duygularının çöküşünü görebiliyoruz. Zira insanın eğitimi denildiği zaman, aklıma ilk gelen ve insanın zihnine dolduracağımız şeyler arasındaki birincilik hiç kuşkusuz ahlâk olmalıdır. İnsan ruhunu yoğuracak ilk eylem bu kavramda başlıyor; ondan sonra yine insanın kendini anlaması, ve erdemli yaşaması için bütün koşullar da buradan şekilleniyor.
*
*****
*
Yaşamı para ve mevki tutkusuyla sürdürmeyi amaçlayan insanların ruhları da şüphesiz ki, saygısızlıkla yıkanacaktır. Saygının olmadığı yerde sevgiyi, özgürlüğü, mertliği aramak yanlıştır. O zaman da en küçük bir toplumda dahi gördüğüm şey, -hepimizin de tanık olduğu gibi- sonu olmayan tutkuların en başında para ve mevki geliyor. İyiye, doğruya ve güzel olan şeye özenmek gıpta ile bakmak kaçınılmaz bir gerçektir. Zira bilinen doğru ve insanlığın en büyük özelliği bu temeller üzerine kuruludur. Aynı zamanda dinin gerçeği de burada yatıyor. Ancak bu duruma ulaşmak, özellikle büyük fedakârlıklar istemektedir. İnsan ruhunun soyluluğu bunu emrediyor. Ne yazık ki, diğer bir tarafta bir gerçek daha var; işte bu gerçekte insanın insanlık özelliğini altüst eden ahlâkın ve erdemin çiğnenmesi olayı. Bizlerin artık bakıp da görmediğimiz; görüp de anlamadığımız ya da anlamak için bakmadığımız ve görmediğimiz o kadar çok olaylarla karşı karşıyayız ki!.. Çok değil hemen yanıbaşımıza bir bakarsak, devamını zaten anlayabileceğiz...
*
*****
*
İnsanların en doğal hakkı ve yaşamak için en elzem olan ihtiyacını karşılamaya çalıştıkları bir çok olayla hergün yüzyüzeyiz. Onları gerçekten görebiliyor muyuz, dersiniz? Sokak aralarında, cadde başlarında yaşam mücadelesi veren insanlarımız bize gerçek hayatı sorgulamamıza o kadar çok katkı sağlıyorlar ki! Bir lokma ekmeğe muhtaç olanların verdiği uğraş ile diğer yanda bambaşka bir dünya için gayret sarfedenleri kıyaslayarak, kendi elimizle yarattığımız adaletsiz yaşamı, iyi anlamak ve görmek gerekiyor! İşte o zaman yazımın başında belirttiğim üzere düşünürler tarafından kaleme alınmış sorgulamaların cevabını bir düşünelim diyorum.
*
******
*
Yine bir düşünür; insanları, her şeyini başkalarından almaya, dilenmeye alıştırıyorlar. İnsanları kendilerinden çok başkalarından yararlanacak biçimde yetiştiriyorlar. Sonuç olarak da insan hiçbir şeyde gerek duyduğu kadarıyla yetinmiyor, mealinde bir yorum getiriyor. Ne servette, ne mevkide... Kısacası açgözlülük ve doyumsuzluk hertarafımızı sarmış durumda!
*
*****
*
O halde çocuklarımıza insani duygularla donanmış ve özlem duyulan gerçek mutluluğu yaşatmak, bizlerin elinde diye düşünüyorum. Yapacağımız tek şey; öncelikle bilim ve akıl yolunda ilerlemeyi sağlamaktır. Bundan sonrası ise hür iradenin kullanımı ve beraberinde ahlâkın egemen olduğu toplulukların çoğalmasıdır. Yine akıl ve iradeyle düşünen, sorgulayan bireyleri ön plana çıkarmak tüm insanlığa bir ışık olacaktır. Nitekim yüce dinimiz de bunu emretmektedir. Sevgi ve saygılarımla!

9 Mayıs 2009 Cumartesi

Ben de Anneyim!












Anne sözcüğü sımsıcak sevginin ve şefkatin adresidir. Yeryüzündeki her bir canlı bu anlamın mutlaka hissini taşıyor ve yaşıyor olsa gerek. Zira Yüce Yaratan bu duyguyu canlılara vermemiş olsaydı, galiba süregelen devamlılık da olmazdı. O halde anneler, yeri doldurulamayacak kadar kutsal ve değerli varlıklardır. Karşılıksız şefkat ve sadakat, sonsuz hoşgörü, sınırsız özveri ile yaşamlarını yavrularına adayan anneler; istisnasız çocukları için kendi yaşamlarını da tereddütsüz feda edebilecek kadar büyük sevgileri de vardır.
*
*****
*
Bu güzel duygularla ve fedakarlıklarla yüklü annelerimizin, şüphesiz ki kıymetlerini anlamak ve hatırlamak bir güne sığdırılamayacak kadar büyüktür. Ancak bu sembolleştirilmiş günü, her zamanki rutin yaşamımızdan farklı sayarak, duyguları ve söylemleri evrensel boyutta ve tüm dikkatleri aynı zamanda odaklamak anlamı taşımaktadır diye düşünüyorum. Buradan yola çıkarak umut ediyor ve diliyorum ki, bugünü -Anneler Gününü- ortaya atanlar gerçek boyutta anneliğin kıymeti üzerinde; "din, dil, ırk, mezhep" ve en önemlisi menfaat beklemeksizin bütün annelerin taşıdığı heyecana, koruduğu evlatlarına saygı duyarak, onların incinmesine yol açacak kasti eylemlerden ve planlardan kaçınmaları olmalıdır. Bu düşünce aynı zamanda gerçek anlamda bir insanlık davranışı da olacaktır! Ki bu durum, içinde bulunduğumuz buhranlı ve sıkıntılı günlerin de asıl sorunu demektir. İşte bu sorun insani ve vicdani boyutta, normal rayına girdiği takdirde herşey çok daha güzel olacaktır! Unutmayalım ki, insanlığın ve canlılığın korunması da yine sağlıklı toplumlar ve sağlıklı bireylerin varlığıyla oluşacaktır. İşte burada da yine devreye anneler ve onların sorumluluğunda yetiştirecekleri nesiller giriyor.
*
*****
*
Evet şu anda evlat acısı çeken anlarımıza, ki özellikle burada canlarını bu topraklar için vermiş olan şehit anneleri için dikkat çekmek isterim! Ve yine daha bir kaç gün önce bir vahşet neticesinde, annelerini kaybeden 70 masum çocuğumuza karşı duyduğum utanç ve mahçubiyetin ezikliğine dikkat çekmek isterim! Tabii henüz anneliğin tadına varamadan, karnındaki bebekleriyle birlikte katledilen insanlarımızın anısına da, hayatın her alanında cefa çeken annelerimizin verdikleri yaşamsal mücadelelerine de dikkat çekmek isterim!

*
*****
*
Vicdanımın derin yara gördüğü ve en acı biçimde kalp sızısı çektiğimi hissettiğim yaşamın bu yönündeki duygu ve düşüncelerimle anlamaya çalıştığım; fakat bir türlü kabul edemediğim insanın insana reva gördüğü bu haksızlıklar ve adaletsizlikler karşısında tek istediğim şey; ülkemdeki ve dünyadaki insanların beyinleri aydınlık, ruhları sevgi dolu ve yürekleri huzurlu olsun diyorum! Bu anlamda öncelikle kalpleri sızıyla ve evlat acısıyla yanıp tutuşan eli öpülesi şehit annelerimize saygı, şükran ve minnet duygularımla beraber tüm annelerin "Anneler Günü" kutlu olsun diyorum!

Sevgi ve saygılarımla!

7 Mayıs 2009 Perşembe

"Töre" nin de Vicdanı Var!!!










Ülkemiz üzerinde yaşanan vahim ve dehşet verici olayın utancını ve şokunu ulus olarak yaşamaktayız! Bu zalimliği şaşkınlıkla takip ediyoruz.

"Diyarbakır'da Çelebi İlköğretim Okulu 5'inci sınıf öğrencisi olan Sultan Arı, güçlükle konuşarak katliamı şöyle anlattı:
Birden silah sesleri geldi. Odada bulunan büyüklerimiz hemen bizi başka odaya götürüp odanın ışığını kapatıp, televizyon ve elektrikli ısıtıcının fişini çekti. Odada yatak ve battaniyelerin konulduğu bir yer vardı. Biz oraya saklandık. Bir süre sonra silah sesleri kesildi. Ama tekrar adamlar eve gelerek 'her yeri arayın hiç kimse sağ kalmasın, herkesi öldürün' diye bağırdılar. Bazı adamlar ayaklarıyla yerde yatanların ölüp ölmediğini kontrol ediyordu. Ölmeyen üzerine ateş açıp öldürdükten sonra gittiler. Benim yanımda ablam ile köyden bazı çocuklar vardı. Biz hiç sesimizi çıkarmadan orada saklandık. Sonra eniştem odaya gelince biz çıktık. Bize, "Allah'a şükür siz ölmemişsiziniz. Ama herkes ölmüş' dedi." VATAN

*
*****
*
Şimdi bir bakalım, bu denli vicdansızca dehşet veren bir olayı, efendim "kız aldın kız verdin" meselesi yüzünden bir çok kişinin katılımıyla çoluk çocuk demeden, kadın kız demeden, kökünü kurutmak hırsıyla yola çıkıp ve tam 44 kişiyi katletmenin insani bir tarafı olamaz! Bu ne törenin, ne feodalizmin, ne bir kültürün ne de İslam ahlâkının bir parçası hiç olamaz! Bu insanlık dışı duyguyu diyelim ki bir kişi taşıyor! Haydi bir kişi daha olsun! Peki ya diğerleri?.. Nasıl oluyor da aynı duyguyla bu vahşetin arkasından gidilebilinir? Bu imkansız denecek boyutta. Zira bu türden yaklaşımı ilk etapta ne kadar da feodal sistemin bir parçası ve uzantısı da saysak, bu denli insani duygudan uzak, toplu bir ruh hali taşımak, olsa olsa ancak organize olmuş, bir çıkar amacının işi olabilir! Ne töre, ne feodal yapı, ne de namus olayı altında bir zihniyet ve anlayış insanları ibadet yaparken öldüremez! Hamile kadınlara kıyamaz! Küçücük çocukları alnından vuramaz! Savunmasız kadınların ölümünü kendi elleriyle yapamaz! Bunu hangi akla ve izana sığdırmak gerekir acaba? O halde bunun altında yatan asıl gerçekleri iyi anlamak ve okumak gerekir diye düşünüyorum.
*
*****
*
Bu vahim olayı anlamak ve anlatmak öncelikle bir insan olarak bana çok ağır geliyor. İşin neresine bakmak gerekir diye defalarca kendime sordum, kafamı meşgul ettim.İşte o zaman öncelikle vicdanım devreye girerek ve ardından olayı makul ve anlaşılır bir akılla izah etmem gerekir diye düşünüyorum.
Bakınız; "Yoksul ve cahil çocukları en ağır kalp sızısı olarak gören ve bu yüzden de en saf, en vurgulu, en tesirli ifadeleri, çocuklar için yazdığı eserlerinde kullanan Tolstoy kaleme aldığı öykülerinde onun asıl hedefi büyüklerdir. Zira baştan sona insanlık ve hayat dersi dolu olan hikayelere öncelikle onların ihtiyacı olduğunu düşünüyor."
O halde dünkü yaşadığımız bu katliamı, vicdani boyutuyla ele aldığımız da belki de bizleri çok yakından ilgilendirecek bir öyküyü, izniniz olursa buradan paylaşmak isterim:
*
*****
*
Bir zamanlar Londra'da, beslediği vahşi hayvanlara yem yapmak üzere başıboş kedi ve köpekleri toplayan bir hayvanat bahçesi vardı. Bir gün bir adam hayvanat bahçesini ziyarete gidiyordu. Yolda bir köpek yavrusu gördü, onu aldı ve beraberinde götürdü. Onu hayvanat bahçesinin kapısındaki görevliye teslim etti. Görevli talihsiz köpekciği tuttuğu gibi arslanın kafesinden içeri fırlattı.
Zavallı küçük köpek...
*
Ne yapacağını şaşırmıştı. Arslan kendisine yaklaştıkça, kuyruğunu bacaklarının arasına alıp kendisini kafesin bir köşesine sıkıştırdı. Arslan iyice yaklaşmıştı. Sonra aniden durdu ve kurbanını koklamaya başladı. Ama o da ne?.. Arslanın gür yeleleri minik köpekciği gıdıklamış, küçük yavru yerde öteye beriye yuvarlanıp kuyruğunu neşeyle sallamaya başlamıştı. Arslan onu pençesiyle şöylece bir dürtükledi ve kafesin tabanında iteleyip çekti. Tam o sırada arslanı şaşırtan bir şey oldu. Küçük yavru bir hareketle yukarı doğru zıpladı ve arka ayakları üzerinde, sanki yalvarırmış gibi durdu.İlginç bir gösteri vardı ortada. Arslan uzun uzun yavru köpeği seyretti, bu küçücük hayvanın ne yapmak istediğini tam da anlayamadan kocaman başını ağır ağır bir o yana bir bu yana salladı. Fakat ona hiç dokunmadı.
*
Yemek zamanı gelmişti. Görevli kafese kocaman bir et parçası attı. Arslan onun bir parçasını yavru köpek için kopardı ve ona verdi. Gün batımında arslan uyumak için yattığında, küçük yavrucuk da onun hemen yanına uzandı ve minicik başını arslanın güçlü pençelerinin üzerine bırakıverdi. O günden sonra arslan ve köpek yavrusu aynı kafeste birlikte yaşamaya başladılar. Arslan yemeğini yavrucukla paylaşıyor, bu küçük arkadaşına hiç zarar vermiyor, birlikte uyuyorlar ve hep onunla oynuyordu.



Derken bir gün iyi giyimli, zengin bir adam hayvanat bahçesini ziyarete geldi. Arslanın kafesine baktığında, çok uzun süredir kayıp olan küçük köpeğini hemen tanıdı. Görevliye haber verdi. Ancak arslanın şiddetli öfkesi ve kükremeleriyle karşılaşınca görevli köpeğe yaklaşamadı. Sonunda minik köpeğin sahibi genç adam eli boş olarak eve dönmek zorunda kaldı.



Arslan ve yavru köpek böylece birlikte yaşadılar. Bu bütün bir yıl devam etti, ta ki bir gün küçük köpek hastalanıncaya kadar. Çok geçmeden de minik yavrucuk öldü.Peki arslan o zaman ne yaptı? Zavallı... Sürekli arkadaşının tüylerini yaladı, kokladı, pençeleriyle onu dürtükledi. Sonunda onun gerçekten öldüğünü anladı. Öfkeyle yerinden fırladı. Yeleleri hiddetle titriyordu. Kafesin içinde azametle bir o yana bir bu yana yürüdü, kuyruğunu salladı durdu. Kendisini kafesin demir parmaklıklarına doğru çarpıyor, pençeleriyle ahşap yer döşemelerini tırmalıyordu.



Bütün gün boyunca acıyla kükredi, inledi ve sonunda cansız arkadaşının yanına uzanıverdi. Artık sesi soluğu kesilmişti.Görevli gelip de yavru köpekciğin cesedini oradan çıkarmak istediğinde arslan onu tehdit edercesine hırladı ve kafese yaklaşmasına izin vermedi. Bir süre sonra görevlinin aklına bir çözüm geldi. Arslanın acısını unutturmak için yeni bir köpek yavrusu bulup kafese bırakmayı düşündü. Minik bir yavru daha buldu ve demir parmaklıkların arasından içeri tıktı. Fakat arslan bu yeni yavruya hiç aldırış etmedi.



Kocaman pençelerini şefkatle, cesedi soğumuş küçücük arkadaşının üzerine koydu. Beş gün boyunca acılar içinde onun yanında uzanıp kaldı. Ve altıncı gün arslan da ÖLMÜŞTÜ.
*
******
*
Bilmem bu öykü biz büyüklerin ve MARDİN'in Mazıdağ İlçesi Bilge Köyü'nde sergilenen vahşetin sahiplerinde nasıl bir iz bırakır? Yüzyıl öncesinde yaşamış büyük kalem TOLSTOY acaba bugünlere mi seslendi dersiniz?..
Sevgi ve saygılarımla!