29 Ağustos 2010 Pazar

26 Ağustos...














"Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kaabiliyetinin, Türk vatanseverliğının çelikleşmiş bir ifadesidir." Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK


26 Ağustos... Bu tarih Türk milletinin kaderini tayin eden önemli iki zafere tanıklık etmiştir.


Evet; 26 Ağustos 1071 Türklere Anadolu kapısını açan Şanlı Malazgirt Savaşı ve 26 Ağustos 1922 Baş Komutanlık Meydan Savaşı.


26 Ağustos 1071 tarihinde, Büyük selçuklu Hükümdarı Alparslan ve Bizans İmparatoru IV. Romen Diyojen arasında gerçekleşen Malazgirt Meydan Muharebesi... Savaş 26 Ağustos Cuma günü öğlen saatlerinde Türk atlılarının toplu ok saldırısıyla başladı. Nihayet Alparslan'ın zekice hazırladığı "Geri çekilme planı" ile Türkler zafer sağladı.


Bu planda Alparslan gerilere küçük birlikler gizlemişti ve bu birlikleri hilal şeklinde konumlandırmıştı. Bu esnada birçok Bizans askeri öldürüldü; ve Bizans İmparatoru Romen Diyojen'de yaralı bir şekilde esir alındı!


Bir diğeri ise, Kurtuluş Savaşı'nın son evresi 26 Ağustos 1922'de Afyonkarahisar - Kocatepe'de başlayan Büyük Taarruz. Gazi Mustafa Kemal'in başkomutanlığını yaptığı Türk ordusu, 26 Ağustos Cumartesi günü 1922'de düşmana saldırdı. 27 Ağustos Pazar sabahı gün ağarırken, Türk Ordusu bütün cephelerde yeniden taarruza geçti. Bu taarruzlar çoğunlukla süngü hücumlarıyla ve insan üstü çabalarla gerçekleştirildi...

30 Ağustos'ta düşman çember içine alındı. İşte bu esnada birçok yunanlı askerle birlikte Yunan Ordusu Başkomutanı Trikopis esir alındı!


Başkomutan Gazi Mustafa Kemal'in bizzat komuta ettiği bu gurur verici zaferin ardından düşmanı amansız takibe alan Türk Ordusuna "Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir ileri!" diyerek, tarihi emrini 1 Eylül 1922'de verdi. Yunanlılar ise İzmir'e doğru kaçmaktaydı.


Bu iki önemli tarihin ardından çıkan sonuç:

*Alparslan'ın ordusunun zaferi ile sonuçlanan bu muharebede, Türkler, gücünü göstererek Anadolu'ya yerleşmiş oldular.

*İslam dünyasında büyük bir birlik sağlamış olan Türkler, bu birlikteliği Hıristiyan Avrupa'ya karşı kullanacaktı.

*Bütün İslam dünyasının Türklerin önderliğinde Avrupa'ya akın başlatmalarını önceden gören Papa, önlem olarak Haçlı seferlerini başlatacak ve bu da kısmi olarak işe yarayacaktı. Ancak yine de Türklerin Avrupa'ya yaptığı akınları durduramayacaktı.

*30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Muharebesi neticesinde ise Anadolu toprakları yenden Türklerin egemenliği altında kazanılan bağımsız yepyeni bir devletin temellerinin atılmasına vesile oldu.

*Şüphesiz ki tarih tekrar işliyor ve yeni hayatın yeni şekli olan Haçlı seferlerinin tekrar başladığına işaret eden açıklamalar, ne yazık ki İslam düşmanlığının bitmediğine bir kanıttır. Öte yandan, şu anda Müslüman coğrafyasında her ne sebep bahane edilirse edilsin, ortada olan bir gerçek var; o da tarihten gelen Haçlı zihniyetinin sürüyor olmasıdır. Üstelik de fiili katliamlar ve zalimlikler bölge üzerinde hızla devam ediyor...


11 Eylül 2001 tarihinde I. ve II. Dünya Savaşlarını ülkesinde yaşamamış Amerika, Dünya Ticaret Merkezinin ikiz kulelerine ve Pentagon’a karşı yapılan saldırılara maruz kalarak, ilk defa savaşı kendi içinde hissetmiştir. Amerika Devlet Başkanı George Bush yaptığı açıklamada, “Terörizme karşı yürütülen haçlı seferi (olacak), bu savaş zaman alacaktır” demiştir. Nitekim, "Amerikan silahları üzerinde seri numaraları yerine kullanılan İncil ayet numaralarının bulunması Bush’un Haçlı Seferleri açıklamasının getirilerinden biri olarak değerlendirilmesi mümkündür."


30 Ağustos Zafer Bayramı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasına yönelik yeni bir adımdır. Yani, Türkiye Cumhuriyeti'nin ön kuruluşu sayılan şanlı bir savaşımızdır! Bu vesileyle 30 Ağustos Zafer Bayramı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve ülkemizde ulusal bayram olarak kutlanmaktadır.


Bu bayramı yaşatanlara sonsuz minnet duygularımızı ifade derken, ŞANLI BAYRAMIMIZ Yüce Türk milletine kutlu ve mutlu olsun diyoruz.

Ne Mutlu Türküm Diyene!

Sevgi ve saygılarımla!

27 Ağustos 2010 Cuma

"Günahlara İndirim" Kampanyası!















"Etiler’de bulunan Akmerkez’in yanından girilen Arnavutköy yolunda görenleri şaşkınlığa uğratan bir ilan asılı. Beşiktaş Müftülüğü’nün hazırladığı ilanda yer alan “Ramazan geldi. Değerlendirin. İyiliklerde kat kat sevaplar, günahlardan yüzde 100 arınma imkanı” yazısıyla bir banka reklamını anımsatıyor." 27.08.2010, Vatan



Lev Nikolayaviç Tolstoy’dan bir alıntı yaparak, yazarın Hıristiyanlık dininin nasıl bozulduğunu anlatan "Hikayeler" isimli kitabından bir bölümle konumuza giriş yapmak istiyorum:

Şeytanların lideri Velzevul, olanları diğer küçük şeytanlardan dinliyordu:

"-Ben bu dini yeni baştan işledim, dedi.
-Nasıl işledin?
-Öyle bir duruma getirdim ki, insanlar onun dinine değil benimkine inanıyor ama onun adıyla anıyorlar.
-Nasıl yaptın bunu?
-Aslında kendiliğinden böyle oldu. Ben sadece destekledim o kadar.

Velzevul,

-Kısaca anlat, dedi.

Küçük pelerinli şeytan anlatmaya başlar..."

İnsanların kafasını karıştırarak binbir şeytanlıkları ortaya attıktan sonra pelerinli şeytan anlatmaya devam eder;

"İşler yolundaydı. Fakat bu müthiş aldatmacanın farkına varırlar diye ödüm kopuyordu. O zaman "kilise" diye bir şey uydurmak aklıma geldi. Onlar ona inanınca rahatladım. Böylece cehennemin yeniden kurulduğunu ve bizlerin de kurtulduğunu anladım.

Velzevul sert sert,

-O "kilise" dediğinde ne biçim şey? diye sordu.

Kilise, yalanları Tanrı'ya doğrulatan kurumun adıdır. Bu işi Tanrı'ya dayanarak ve, "Tanrım bu şey doğrudur" diyerek yapar. Kilisenin en büyük özelliği yanılmaz olarak kabul edilmesidir. Kiliseye mensup insanlar da kendilerini yanılmaz gördüğü için ne kadar hata ederse etsin bunda diretirler. Kilise, Tanrı'nın kitabını doğru olarak anlamanın, Tanrı'nın seçtiği insanların söylediklerine uymakla mümkün olacağı düşüncesinden doğmuştur. Seçkin olduğunu iddia eden bu grup zamanla yetkilerini başka bir gruba devreder. Böylece bu grup da seçkin olmuş olur. Tanrı'nın kitabını sözde sadece bu insanlar anlar. Bunun böyle olduğuna hem kendileri, hem de başkaları inanır. Bu işi Tanrı'dan devraldıklarını söylerler. Böylece, kiliseye mensup olan kişiler Tanrı'nın öğrencileri sayılırlar. Bu mantığın bizim açımızdan yararı şudur: Kilise kendini bu şekilde tarif ettiği için söyledikleri şeyler ne kadar saçma olursa olsun, bunu savunmak zorunda kalıyorlar.

Velzevul bunun üzerine,

-Peki, kilise bu dini niçin bizim lehimize yorumluyor? dedi.

Çünkü onlar kendilerini Tanrı kitabının biricik yorumcuları görüyor, insanları da buna inandırıyor, böylece insanların kaderini belirleyen en yüce kurum oluyorlar. Bunun sonucunda havalara giriyor ve yoldan çıkıyorlar. Bunu gören insanlar onlara kızıp, düşman kesiliyorlar. Kilise de düşmanlarına karşı zor kullanıyor, onları aforoz ediyor, ölüm cezasına çarptırıyor, diri diri yakıyor, işte bu duruma düştükleri için dini, kendilerini haklı gösterecek şekilde yorumlamak zorunda kalıyorlar. Böylece de bizim çıkarlarımız doğrultusunda çalışmış oluyorlar."


Evet, konuya Tolstoy'un Hıristiyanlık üzerindeki müthiş saptamasıyla giriş yapmayı düşündüm. Zira haberi okurken aklıma ilk gelen Tolstoy'un "İçimizdeki Şeytan" adlı kitabı oldu. Ve de Tolstoy'un tespitlerini bana çağrıştıran "Sevap Kampanyası" manşetiyle öne çıkan, Vatan'ın bu haberi oldu işte...


İnanılır gibi değil! Bilemiyorum; bana göre bu ilan, gerçekten ciddi anlamda kaygı verici bir durum. Çünkü, bizim dinimiz gerçekten aracıya ihtiyaç duyulmaksızın manevi anlamda insanın huzur bulduğu tek, hak dindir! O halde bu ilanın amacı ne olursa olsun, kalplere bıraktığı ilk intiba ile İslamiyet'e zarar vermekte olduğunu düşünüyorum ve hissediyorum!


Haberin kaynağına göre devamı daha da ilginç;


"Gerçekten de bilindiği üzere Ramazan ayındaki her sevap kat kat artarken günahlarda azalır. Vatandaş eski kelimelerle değil böyle daha rahat anlar diyerek Ramazan vurgularımızı daha güncel dile yakın hale getirdik. İlanı ilk kez hazırlattığımızda üzerinde ‘Ramazan geldi. İyiliklerde kat kat sevaplar, günahlarda yüzde 100’e varan indirimler. Bu fırsatı kaçırmayın” şeklinde hazırlatmıştık. İlçe Müftümüz bu ilanı aleni banka reklamı gibi olduğunu söyleyerek yumuşatılmasını istedi ve ortaya şu anki ilan çıktı."


Pes doğrusu! "Vatandaş böyle daha iyi anlar" düşüncesine dayanarak, kutsal Ramazan'ın cehalete teslim edilişine bir bakar mısınız?!


"Ticari zihniyet"ten esinlenerek yüce dinimizin hırpalanmasına yol açmak da neyin nesi oluyor?..

Yoksa, yıllarca Hıristiyanlık, "kilise" ve "rahip" zihniyetini beynimize toplu halde kazıyan film ve dizilerden yola çıkılarak, yeni bir anlayışa mı adım atılıyor?!..

Oysa insanlarımıza bu mübarek ayda verilecek o kadar çok şey var ki!!! İlla da insana bencil düşünceyi aşılayacak bireysel amaçlı mesajlar mı ön plana çıkartılmalı?


Mesela, bunun yerine kitlelerin beynine sosyal yardımlaşma ve toplumsal vicdanı harekete geçirecek ve hedef kılacak ince mesajlar niye verilmez acaba?!

Zira Ramazan'ı anlamlı kılan bir önemli nokta da, sevgi ve dayanışma üzerine değil midir?

Sevgi ve saygılarımla!

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Aaa, Cambaza Bak!















"Yalnız işsiz olanlar değil, daha iyi işler yapabilecek olanlar da başıboştur." Sokrates


Kemalettin TUĞCU; çocuklarımıza önemli eserler bırakan ve özellkle kitaplarında duygu ve sevgiye ağırlık veren usta kalemlerden birisidir. Onu tanımayanımız yoktur herhalde... Kitaplarını okuduğumuz zaman Karacaoğlan'ın,

"üç derdim var birbirinden seçilmez
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm." diye, belirttiği üzere kendinizi yaşamın bu acı gerçeklerinde bulursunuz...

Her biri insanın yüreğinde, ayrı bir sızıdır...

Yani, insan olduğumuzu hissederiz.

Aslında da insan, yaşadığı sürece, yaşamdan alabileceklerini almasını bilmesi gerekmez mi? Ve tabii bu aldıklarıyla ayrıca, hayatın mutluluk ve acılarla birlikte sürdüğünün bilincine erişir... İşte aynı zamanda sevginin de hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olduğuna, yakından tanıklık ederiz. Zira bu duygunun kaybedilmesiyle ya da ne bileyim, bu kavramı, hiç algılayamadan yaşayanların sebebiyet verdiği acıları kalplerimizde hissetmek gibi...


Bu yazımda Kemalettin TUĞCU'yu aratmayacak kadar duygulu bir yaşamın haberini buradan sizinle paylaşmak istedim. Zira bu haber gerçekten insanı anlatıyor...


"Ömer ÇETİN, 22 yaşındaydı. Üniversiteyi geçen yıl kazanmıştı. Kitap alacak parası yoktu. İnşaatlarda amelelik yaparak geleceğini inşa ediyordu. Ama dün iskeleden düştü. “Fakülteli Ömer” artık yaşamıyor" 25.08.2010, Bülent AYDOĞDU / Vatan İstihbarat


Haberin ayrıntısını okuduğum zaman kendimi Kemalettin TUĞCU'nun yazmış olduğu kitaplarla başbaşaymışım gibi hissettim. Yani ömer ÇETİN'in talihsiz dokunaklı hikayesi yoksullukla birlikte onurlu bir yaşamı anlatıyor... Uff, hem de hayatın ta gerçeği işte!!!


Haberin devamı şöyle:
"Onun hikayesi Ağrı’nın Tutak İlçesi’ne bağlı Daldalı Köyü’nde başladı. Beş çocuklu bir ailenin tek erkek çocuğuydu Ömer Çetin. İki ablası kocaya verilmişti ama kendisinden sonra gelen iki kızkardeşini okutacaktı. Kendi de okuyacaktı. Yoksulluğa inat geçen yıl Muğla Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Çağdaş Türk Edebiyatı bölümünü kazandı. Başarıyla geçen bir yıl sonunda yaz tatilinde yine çalışacaktı. Babası Adem Çetin’in gözleri çok az görüyordu ama yine de inşaatlarda çalışıyordu. İki yıl önce köydeki sel felaketi nedeniyle evleri yıkılmış, evsiz kalınca köylülerinden birinin verdiği eve sığınmışlardı. Bu kadar zorluk bile onu durduramamıştı. Okul bitince hemen memleketine döndü iş baktı ama bulamadı. Çalışmak için İstanbul’un yolunu tuttu."

Yine Vatan'ın haberine göre, Ömer'in kaymakam olan amcasının çocuğu yaşanan acı haber karşısında bakınız, neler söylemiş:

“Ömer çok gururlu bir çocuktu. Yaşlı babasına yardımcı olmak amacıyla geçen yıl İstanbul’a çalışmaya gitmek istemişti. Biz onu engelledik. Cebine harçlık koyup gezmesini istedik. Ancak o ailesine yardımcı olamadığını düşünüyordu. Bu yıl onu tutamadık. Bizden habersiz İstanbul’a çalışmaya gitmiş. O sadece yaşlı babasına yardımcı olmayı istiyordu. Ölümüne çok üzüldük”


Hergün gazetelere manşet olan haberler, bize, yaşamın neresini anlatıyor?!

Yaşamdan almamız gereken hangi insani haberlere yer veriliyor?

Bize insan olduğumuzu hatırlatacak bunun gibi, kaç tane haber okuyoruz?

O halde bizim hayatı sorgulamamız, anlamamız ve yaşamamız halkın duyuş, düşünüş ve gerçek özelliklerinden oluşan hayatın ta gerçeği olmalıdır... Aslında bizi mutlu ve kederli yapan, yaşamdan aldıklarımız da, buna bağlı değil midir?


Yani kısaca hergün kocaman kocaman başlıklarla topluma zerre kadar faydası olmayan yaşamları bize sunanlara ilişkin diyorum ki; bize ne magazin haberlerinden, futbol dünyasından!!!

Anlata anlata, öve öve bitirilemedi bu renkli (!) hayat... Çok küçük azınlıktan birileri, "zevki sefa" sürsün... Büyük çoğunluktan sayılan ötekiler de, "ağzı açık bakadursun" öyle mi? :(

Bu mudur hayatın gerçeği?

Yoksa onurlu bir hayat mücadelesi veren Ömer ÇETİN'in yaşamı mı?


Ekranların ve bir dizi yazılı basının hokkabazlık yapan, şarlatanların pervasız yaşamına bizi bağımlı kılarak adeta sanal bir hayatı dayatmak, asıl Ömer ÇETİN gibilerin dünyasını yaratanların ve yaşatanların gizlenmesi çabasıdır!!! Dolayısıyla gerçek yaşamdan bizim uzaklaşmamızı sağlamak içindir...


Bu durumda da sorgulamadan uzak, bilgisiz, tüketime odaklı hantal bir toplum yaratılmak istense de, Kemalettin TUĞCU'nun geride bıraktığı ve sımsıcak sevgiyle beslenen, duygu dolu çocukları, bugünler için dimdik ayaktalar!.. Ve şimdilerde onlar, bütün kalplere yarınlar için sevgi tohumu ekmekle meşguller... :)


Sevgi ve saygılarımla!

22 Ağustos 2010 Pazar

Ey Tebaası Müslümanım Diye Övünen...












"Sen anandan ben babamdan
Ağa doğmadık dostum
Gel beraber yaşayalım"... MAHZUNİ



"DİYARBAKIR’ın Silvan İlçesi’nde seyyar satıcılık yapan evli ve 4 çocuk babası 40 yaşındaki Hacı ORUÇ, iftar açmak için geldiği evinde eşinin, “Yemek yapacak bir şey yoktu, yemek yok” demesi üzerine bunalıma girip, evin bir odasında kendini asarak canına kıydı." 18.08.2010, Vatan


Aşık Mahzuni Şerif'in toplumsal içerikli şiirlerinden birinde dile getirdiği üzere;


"İnce ince bir kar yağar
Fakirlerin üstüne..."


Aynen şimdilerde olduğu gibi... Hatta biraz daha ileri gidelim ve lapa lapa kar yağıyor desek, daha isabetli olacak. Güzel ülkemin insanları bir zamanlar "aç mezarı yoktur" sözünü bilirlerdi... Oysa bugün ne durumlara geldik! Çevremiz aç mezarlarıyla dolup taşıyor... Üstelik Diyarbakır'da yaşanan talihsiz olay ne zaman oluyor? Mübarek Ramazan'ın içerisinde...

O vakit yine Mahzuni'den dizelerle duygularımıza cevap bulalım:

"Etme ağam nolur nolur
Adam mı ölür toprak verince..."

Demek neymiş Diyarbakır'daki sorunun temel kökeni; "Toprak ağalığı"ymış!

Eee o zaman; toprak ağalarına ve bölgenin akil insanlarına bizim buradan doğal bir sorumuz olacaktır:

Bölge ve yöre insanını neden "maraba" olarak çalıştırmamayı demokrasinin olmazsa olmazları olarak görmüyorlar da, sorunu başka taraflara taşımaya çalışırlar?

Asıl sorun, yurttaşlık bilinciyle yaşamını yönlendirip karın doyurmak meselesi değil midir?

Silvan'dan Hacı ORUÇ, kendini asarak "açın mezarı yoktur" anlayışını ortadan kaldıran canlı bir örnek değil mi?

Bu ağır durum karşısında, hele hele olayın mübarek RAMAZAN ayında gerçekleşmesi, Müslümanım diyen herkesin vicdanında, ince ince bir sızıyı yüreğimizde hissettirmiyor mu?

Bilmem; benim yüreğim sızım sızım sızlıyor işte...

Bu mudur %99'u Müslümanım diyen halkın Müslümanlığı?..

Bu anlamda herkes kendine Müslüman ama, konu kişinin kulluk vazifesine dayanınca herkes buna fazlasıyla müdahil! Öyle mi?!..

Neydi bizim felsefemiz?

"Komşusu açken tok yatan bizden değildir!"

O vakit bu durumda Müslümanlığımızı kalben değil, sözle mi yaşatıyoruz acaba?..

Zira merhum Hacı ORUÇ'un ve dahalarının nasıl oldu da, "aç mezarı"nı oluşturduk dersiniz?!..


Bir de olayı bir başka açıdan ele alalım isterseniz:

Şimdi açlıktan ölen merhumun adı ve soyadına, lütfen dikkat ediniz!

Neymiş?

Hacı ORUÇ.

Algıladınız değil mi?


Merhumun soyismini alan dedeleri; ALLAH'a olan büyük inançlarını ulvi bir düşünceyle kendilerince ulvileştirerek aldıkları soyadlarını, bir gün gelecek, aynı ulvi duygular altında torunlarının açlıktan intihar edebileceğini, hiç akıllarına getirmiş olabilirler miydi acaba?..

Öteyandan aynı düşünceyle babasının merhuma verdiği isim neymiş?

Hacı.

Yine aynı şekilde, aynı ulvi duygu ve düşünceyle yola devam eden baba; acaba bir gün gelip de çocuklarına ekmek götüremeyen oğlunun onuru zedenlendiği için soyismini taşıdığı ayda canına kıyacağı hiç aklına gelir miydi, ey tebaası, Müslümanım diye övünen Müslüman milletim?!..

Kısaca demek istiyorum ki...

Hz. Peygamberimizin bu sosyolojik ve felsefi hadisini unutup da başka pencerelerden Müslümanlığı öğretmeye ve anlatmaya kalkanlar; tıpkı toprak ağalığını ellerinde tutmak isteyip de, sorunu başka taraflara çekmek isteyenler gibi; "cambaza bak" yanıltmasıyla birileri, "Allah", "Kur'an" ile aldatma yolunu seçiyor...
Bir kısmı da FEODAL zihniyeti yaşatmak için, "demokrasi", "özgürlük" kavramlarıyla insanlarımızı aldatma yoluna gidiyorlar!!!


Yok aslında birbirlerinden farkları....


Sevgi ve saygılarımla!

19 Ağustos 2010 Perşembe

"Dinamik"likten "Dinamit"liğe...

















"Nesnelerin bir ters yüzü vardı, insan aklını kaçırdığı zaman bunu görürdü…" Jean Paul SARTRE



"İsparta'nın Sütçüler İlçesi'ne bağlı Ayvalıpınar Beldesi'nde 18 yaşındaki Halil İbrahim Akkuş, 3 üvey kardeşiyle aynı odada yatan babası 48 yaşındaki Salih Akkuş'u ağrı kesicilerin karışımından oluşan serum takıp bayılttı, ardından üzerine benzin döküp ateşe verdi."


Bu haber ve benzerleri artık günlük yaşamımızın neredeyse bir parçası haline geldi... Yani toplum olarak "çıldırma" noktasına ulaşmış gibi görünüyoruz... Böylesi sosyolojik haberler öyle çok yaşanır oldu ki... Artık bunların nedenlerini düşünmenin zamanı çoktan geldi de geçiyor bile.


Peki, vahşice öldürme olayları bu kadar niye çok hayatımızda yer almaya başladı? Üzerinde düşünülecek o kadar çok sebep sıralayabiliriz ki... Mesela ben artık bu türden vukuatların nedeni olarak sanki genetik yapımızın değiştiği ya da ne bileyim, değiştirildiği kanaati taşımaktayım...


Zira biz, böyle miydik?

Bilmem; en azından hergün bu ve benzeri haberleri okudukça, inanılmayacak şeyleri, kendi insanımızda görmeyi belki de kabullenmekte zorlanıyor olabilirim işte...

Bu vesileyle diyorum ki...

Acaba küresel mutasyona mı uğradık?


Ya da bir zamanlar, dev bir kampanya ile onbinlerce kan örnekleri, bir vesileyle de olsa Amerika'ya gönderilmişti ya...


Ne dersiniz; orada genlerimizin şifresi çözülerek, ona göre çareler mi geliştirildi acaba?

olabilir mi?

Valla neden olmasın!!! Yani laboratuar ortamı üzerinden mutasyon da diyebiliriz mesela...


Bakınız, bitkilerin genleri üzerinde oynanarak, ortaya aynı ürün üzerinden değiştirilmiş yepyeni türler oluşturulmuyor mu?

Eee, o zaman?!..


Bu kaygı ve endişe verici olaylara sahne olan toplumumuzun;


DNA'sı mı değişti?

Yoksa "çıldırma" noktasına mı ulaştı?

Onu bilemem ama...

Diyeceğim şu ki... "DİNAMİK" bir toplum iken, olduk "DİNAMİT" bir toplum!


Sevgi ve saygılarımla!


18 Ağustos 2010 Çarşamba

Gücünüz Yeter mi?














"Ben icap ettiği zaman en büyük hediyem olmak üzere, TÜRK milletine canımı vereceğim." ATATÜRK



SORGUSUZ SUALSİZ BAĞIMLILIK... Evet, insan, yeryüzünde var olduğundan bu yana, sorgusuz sualsiz bağımlı olduğu, yegane kimselerin varlığıyla mevcudiyetini koruyor... En doğal bir dürtüyle gelişen bu bağımlılığın isimlendiği kimseler arasında ise şüphesiz, ilk akla gelen anne ve babalardır. İşte bu varlıklar hiçbir zaman sorgulanmaz... Zira bu kimseler, doğal süreç içerisinde bizleri şefkatle karşılıksız ve koşulsuz olarak himayeleri altına almış, üzerimize kol kanat germişlerdir! Ne güzel bir duygu değil mi?..



Peki, bir de ulusların ve milletlerin bu anlamda liderleri vardır... Bugün tarih sayfalarında, pek çok başarılı lider göze çarpar... Ama içlerinde öyle birisi var ki... günümüzde bile adından sıkça ve övgüyle bahsediliyor olmasıyla da ayrıca dikkat çekicidir. Öte yandan bıraktığı eserlerin ve onun fikirlerinin yaşatılmasından korkulacak kadar da bir rahatsızlık söz konusu olması da önemli bir başka ayrıntıdır... Ama altın harflerle tarihe adını yazdırarak, Türk ulusunun kalbine ebedi taht kurmuş eşsiz Atatürk, bizim bu anlamda sorgusuz sualsiz her hâlükârda bağlı olduğumuz Ata'mızdır!


Fikir ve düşüncelerinin yaşatılması kimleri rahatsız ediyor?


Sömürmeyi alışkanlık haline getiren ve dünyanın neresinde bir zenginlik varsa oraya çullanan emperyalist güçlerin mi?

Öyle olmalı ki...

Hürriyet gazetesinde yayımlanan bir haber, oldukça dikkat çekici ve bir o kadar da manidar! Haber aynen şöyle:

"...Osmanlı’nın mirasıyla ilgili tartışmalara Mustafa Kemal Atatürk de dahil edilmek zorunda. Bugün Atatürk’ün fotoğrafları devlet dairelerini, dükkanları ve evlerin duvarlarını süslüyor. Adına yollar ve spor stadyumlar var. Ankara’ya gelen yabancı liderlerin Anıtkabir’i ziyaret etmesi çok yaygın bir durum. Atatürk’ün anısına hakaret etmek de bir suç.
Türklerin büyük bir çoğunluğu Atatürk’ün kriz zamanında Türkiye’yi kurtardığına inanıyor. Ancak en güçlü Atatürkçüler bile sorgusuz sualsiz bir bağlılığın demokrasiyle uyumsuz olduğunu kabul ediyor." 17 Ağustos 2010


Şimdi oluşturdukları haberle kendilerince gündem yaratarak, belirli güçleri etkileyen, küreselleşmenin yaygınlaşmasında önemli rol oynayan ve emperyalizmin çıkarlarına yönelik haber yapan Batılı haber AJANSLARI ... İşte bu doğrultuda Atatürk'e yönelik saldırılarla haberin kaynağı olan AP (Associated Press) de, bu yönde yaptığı haberle neyi hedefliyor dersiniz?..

Ve yine bu haber bizim iyiliğimiz için mi?

Yoksa ülkemizin sahip olduğu ulus bütünlüğünün çözülmesine mi yönelik?


Türk ulusunun koşulsuz bağlı olduğu liderine karşı, bu büyük sevgi ve bağlılığın çözülmesi için başlattıkları saldırı niteliğindeki yazıların, öncelikle kendi ülkeleri için sorgulamaya açılsa ve manşetlere taşınsa diyorum... Zira gerçek anlamda sorgulanmaya muhtaç pekçok konu var...


Mesela, İngiliz Kraliyetine niçin sorgusuz sualsiz bir bağlılık var?

İngiliz halkı, hiç düşündü mü, "Lordlar Kamarası" niçin soydan soya geçiyor?

Ve bu çağda!.. Ve üstelik kendilerini "demokrasinin beşiği" sayan İngiltere'nin debdebeli saltanat sürdüren kraliyet hanedanlığına niçin ses çıkartılmaz?

Bu anlayış hangi demokrasi ve insan eşitliği koşuluna dayanıyor?

Ve bu kavramlar, hiç demokrasiyle özdeşleşiyor mu?..

Hani demokrasiyi ağızlarından hiç düşürmeyenler ve insanlar arasında eşitliğin mutlaka var olmasını isteyenlere hatırlatmak isterim.

Peki, Atatürk'ün onlar gibi saray yaşantısı mı olmuş?

Hanedanlık mı bırakmış?

Halk arasında "soylu" olan olmayan gibi zümre ayırımı mı yapmış?

Kısaca ne yapmış?..

Yoksa tüm bunların karşısında mazlum insanlara liderliği mi, sıkıntı yaratıyor?

O halde bir kez daha soralım:

Atatürk'ün ve düşüncelerinin yaşatılması kimleri rahatsız ediyor?


Atatürk'ü Atatürk yapan en önemli unsurun, "zalimin zulmüne" karşı koyması gibi insancıl yönüdür...

Mazlumların yanında menfaat gözetmeksizin kendini, milletine adayan bu güçlü kimlikten rahatsızlık duymak, olsa olsa zalime ve zulüme kapı aralamaktan geçer! Öte yandan Osmanlı'yı bu kadar seven (!) emperyalistler, Osmanlı'yı parçalamak için masaya yatırdıklarında (ki SEVR bunun bir kanıtıdır; ve 1919 Kurtuluş Savaşı da bunlara karşı verilmiş kesin bir zaferdir!!!) bu olmayan sözde göstermelik sevgilerini niye ortaya koymadılar acaba?!

Peki, Atatürk'e olan bağlılığımız ve sevgimiz acaba baskı ve korkuyla mı oluştu?

Tabii ki de kocaman bir HAYIR! Zira sorgusuz sualsiz böyle bir bağlılık, ancak ve ancak içten gelir! :)

Niye mi?

Hani yazımın başında bir açıklama getirmiştim ya... Tıpkı anne babaya olan bir bağlılık gibi... İşte Türk ulusunun Atasına olan bağlılığı da bunun gibi...

Hiç insan, varlık sebebi olan anne ve babası üzerinde TEREDDÜT yaşar mı?

Atatürk'ün resmini evlerimizde, işyerlerimize taşımak bizim için bir onur ve gururdur!!! O halde bu sevgi, bir baskı ve zorlamayla değil! Hani gönül dediğimiz o içten gelen duygularla!!!

Size ne evlerimizde veya başka mekanlarda asılan resimlerden?..

Biz hiç soruyor ve haber yapıyor muyuz, sizlerin liderlerinizi ve taşıdığınız resimleri?

Kime ne?

Bize ne?

O halde size ne?..

Bugün; özgürlüğümüzü, bağımsız ve dik duruşumuzu, Müslüman coğrafyasında mutlu ve onurlu yaşayan tek devlet olarak kazanımlarımızı Mustafa Kemal ATATÜRK'e borçluyuz... İşte bunlardan dolayı sorgusuz sualsiz, O'nu çok seviyoruz! :) Ve sevmeye de devam edeceğiz!!!


Resmini kaldırmak bir şey değil; asıl bu sevgiyi kalplerden silmeyi nasıl başaracaksınız acaba?

70 milyonun hangi birinden bu sevgiyi söküp atabileceksiniz, hiç düşündünüz mü?


Sevgi ve saygılarımla!



14 Ağustos 2010 Cumartesi

Avusturya Lisesi... Bu Ne Hâl?












"Büyük beyinler fikirleri, orta beyinler olayları, küçük beyinler ise kişileri konuşur." Hyman Rickover



"Gazeteci Tuncay ÖZKAN’ın kızı Nazlıcan’ın, Avusturyalı öğretmenin uyguladığı baskı sonucu okulundan ayrıldığı anlaşıldı. Nazlıcan’ın annesi Arzu Durukan Özkan, kızının okuldan ayrılmasına neden olan olayları şöyle anlattı: “Okul idaresi tarafından git denmedi ama mobing uyguladılar. Nazlıcan’ın okuldan gitmesi için her şeyi yaptılar. Bir gün Nazlıcan yine babasını ziyaret etmek için okuldan ayrılıp Silivri’ye gittiğinde Avusturyalı sınıf öğretmeni, Nazlıcan’ın çantasını ve kitaplarını arkadaşlarının önünde çöpe atmış. Yine bir gün Bilgisayarlı Muhasebe dersinin Avusturyalı öğretmenine Nazlıcan soru sormak isteyince ona “Soru sormana gerek yok çünkü nasılsa seni bu dersten geçirmeyeceğim” demiş. Önceleri bunlardan haberimiz olmadı. Nazlıcan anlatmadı. Kendisi Rehberlikle çözebilirim diye düşünmüş ama ne yazık ki onlar da yardımcı olmamışlar. Ama artık dayanamayacak duruma gelince isyan noktasına geldi ve ‘Artık Avusturya lisesinde okumayacağım’ dedi.” 14.08.2010, VATAN


Evet; bu haberi şimdi biz eğitimci gözüyle bir değerlendirelim ve buradan bu Avusturyalı sözümona "öğretmen"lere de bazı sorular yöneltelim istiyoruz! Ha, bu arada pedagojik formasyon diye tanımlanan ve Türkçe açıklamasıyla eğitim, öğretim verebilmek için sahip olunması gereken biçimlenme, oluşum anlamına gelen eğitimden, ne derece nasiplenmişler? Ona da ayrıca bakmak gerekecek herhalde.


Öncelikle ben öğretmenim; ve çocuklara nasıl davranılması gerektiği konusunda az çok bilgi sahibiyim. Üstelik bu bilgimi deneyimlerimle birleştirip işte bu türden olayları değerlendirebilecek kadar da geniş çapta kafamın çalıştığı kanaatini taşıyorum!.. Ki bu haberi okuduğum zaman tüylerim diken diken oldu... İlk aklıma gelen de bizim eğitim sistemimizin bu gibi davranışlara asla izin verilmeyecek kadar HASSAS ve DUYARLILIK anlayışı içerisinde olmasıdır!!!


Peki böyle bir olayı tersinden düşünerek varsayalım ki bu davranış, Avusturya'da Türk Okulunda, bir Türk öğretmen tarafından Avusturyalı bir öğrenciye yapılsaydı... Allah korusun!.. Basına ve dünya kamuoyuna nasıl manşet olurduk sormayın!!! Bırakın suçu işleyen öğretmeni, Türklerin nasıl aşağılanarak horlandığına bir bir tanık olurduk!



Öte yandan kendi ülkesinde yabancı birisi tarafından bu şekilde bir davranışa maruz bırakılmak da neyin nesi oluyor? Hangi kanunun verdiği yetkiyle bir öğrencinin çantasını ya da onu temsil eden bir objeyi çöpe lâyık görebiliyorsunuz? Üstelik bunu kendi arkadaşlarının önünde yaparak bu çocuğun kişiliğini mi ezmeye çelışıyorsunuz? Ya da psikolojik bir baskıyla kafanızın bir kenarındaki hastalıklı duyguları mı harekete geçirmeye çalıştınız?! Eğitimin neresinde bu şekilde aşağılama ve horlamaya yer verilmiş?

Bir zahmet açıklayın da eksik (!) bilgilerimizi sayenizde tamamlayalım!!!


Yine hangi dayanaktan esinlenerek bir öğrencinin koşulu ne olursa olsun öğrenme hakkını elinden almaya kalkıyorsunuz? Siz orada hangi görev ve vasıfla bulunduğunuzu unuttunuz mu yoksa? Göreviniz orada bulunan çocukları bilgilendirmek, öğretmek ve eğitmektir! Ha, bundan sonrası değerlendirme ile öğrencilerin bilgileri doğrultusunda sınıfı geçip ya da kalmalarına vesile olacaktır! Ama önce öğretmen dersinde öğrencisinin kendisine yönelttiği soruları cevaplandırma ve bilgilendirmekle birinci derecede görevli olduğunu unutmamalı!


TEHDİT ve psikolojik baskıyı hiçbir koşulda ve hiçbir şartta bir öğretmen öğrencisine UY-GU-LA-YA-MAZ! Ve bu şekilde el altından öğrenciyi FİŞ-LE-YE-MEZ!!! Varsa ortada bir problem, bu okulun bir disiplin kurulu ve bir idare kadrosu vardır, oraya sorunu resmi yoldan sevkeder gereği üzerinde hem müdahil, hem de takipçisi olursunuz...

Anlaşılacağı üzere keyfe keder yöntemler değil, kurallara bağlı disiplin anlayışı ülkemizde geçerli olanıdır!



Diğer yandan Avusturya Lisesi üstün başarılı çocuklarımızı bünyesinde barındırarak, herhalde olağanüstü eğitim veriyor olsa gerek ki basında yer alabiliyor!!! Zira bu şekilde övgüler okuyoruz! O zaman bu davranışları okuduğumuzda, ki henüz bunun aksi yönünde bir habere rastlamadım; valla bu durumda bu okulun eğitimi yerlerde sürünüyor dersek yalan olmayacak! Bu mudur, seçkin çocuklarımıza lâyık görülen, seçkin okulun öğretmenleri?!


Öyleyse çocuklarımıza geçmiş olsun!!!


Demem o ki... konu şu ya da bu çocuğun adı değil! Benim ilgilendiğim ve sizlerle paylaşmayı uygun gördüğüm nokta, bir çocuğa yapılan yanlış davranışı göstermek ve öğretmenlikle hiç alakası olmayan tutumu eleştirmektir! Şayet böyle bir olay gerçekleşmişse, ki umut ediyorum yalan olsun bu haber; o vakit söz konusu masum olan öğrencilerimizin, ruh hallerinin sarsıntı görmemesidir! Zira bu olayda o çocuğun ne suçu var? Kaldı ki suçlu bile olsa, bu şekilde bir yaptırımı hak ediyor mu? Ve öğretmen olarak siz, üzerinize hangi hakla bu davranışı vazife saydınız? Yoksa durumdan vazife çıkararak olaya el koymak mı istediniz?

Söyler misiniz dünyanın hangi ülkesinde ve okulunda böyle bir uygulama var?


Kuzum siz, Türkiye'yi ne zannediyorsunuz?! Üzerinize elzem olmayan işleri bırakınız lütfen ve haddinizi aşmayınız! Siz görevinizi yapmakla mükellefsiniz, hele de yabancı bir ülkede olduğunuz için daha bir itinayla davranmasını da bileceksiniz! Ötesi sizi hiç mi hiç âlâkadar etmez!


O hâlde bizim ülkemizde hiç ama hiçbir zaman bu şekilde bir davranışa izin verilmez! Zira bizim eğitim sistemimizin temel unsuru insana değer vermekten geçer! Verilen habere göre, yapılan bir SUÇTUR! Ve inanıyorum ki okul idaresi ve yetkililer de, şayet bu olay doğruysa o vakit ivedilikle gereğini yapacaktır!


Avusturya Lisesi ilgililerine seslenirken onların, benim samimi ve içten duygularıma en kısa süre içerisinde kendilerinin de hassasiyet göstereceklerine yürekten inanarak, dikkatlerine sunmak isterim!


Sevgi ve saygılarımla!


13 Ağustos 2010 Cuma

"İnsan Ne İle Yaşar?"












"Kur'an'ın hükümlerini tutar, kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesi dar gelir. Kafeste mahpus olan kuşun kurtulmak istememesi cahilliktendir." Mevlânâ



İnsanın yüreğine sevginin egemen olduğunu öğrendim...

"İnsanların tümü kendilerini nasıl rahat ettireceklerini düşünerek değil, insanlara verdikleri sevgiyle var kalırlar.

Tanrı kullarının ayrı ayrı değil, beraberce yaşamalarını istiyor; bundandır ki, her birine kendi gereksinimlerini değil; her birine, hepsi için gerekenleri esinliyor.

İnsanlar sedece kendilerini düşünerek var kalıyor gibi görünseler de; aslında onlara hayat veren tek şey sevgidir. Seven Tanrı'ya, Tanrı sevene yaklaşır. Sevgiyi var eden sadece O'dur çünkü."

Evet, bu yazdıklarım Tolstoy'un "İnsan ne ile yaşar?" eserinden alıntılardı...



İnsanlığın var olduğu günden bu yana hiç eksilmeyen ve mutlaka varlığının sürmesi gereken unsurların başında ne vardır?

SEVGİ...

Bununla birlikte olmazsa olmazların başında ne geliyor?

VİCDAN...

Peki bu iki unsur birleşince ne oluyor? Tabii ki de insan; ve insanı insan kılan diğer yüce erdemler... Bunların yokluğu neleri getiriyor? İşte içinde bulunduğumuz bunalımlı dönemde olduğu gibi insanı insanlıktan uzaklaştıran zalimlikler ve zulümler meydana geliyor!!!


Peki bu durumu aşmak için ne yapılmalı? Mesela şu anda yaşamaya çalıştığımız Ramazan ayının verdiği manevi huzurun hayata geçirilmesi gibi, insanların halini anlayabilecek ve bunun için de bizzat kendimiz yaşayarak "Tok açın halinden ne anlar?" sorusuna cevap bulacağımız bir sürecin, tam manasıyla yaşanması gibi...

Ramazan Ayı münasebetiyle Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali BARDAKOĞLU'nun yayınlanan yazılı açıklamalarının bir kısmını buraya taşımak istiyorum:


"Bugün, fert ve toplum olarak birbirimizi anlamaya, birbirimize karşı dürüst olmaya, sevgi ve saygı göstermeye; elimizdeki malı, gönlümüzdeki sevgiyi, zihnimizdeki bilgiyi ve duamızı paylaşmaya; kişisel zaaflarımızdan kaynaklanan eksikleri ve hatalarımızı gidermeye, kaynaşmaya, karşılıklı saygı ve sevgi içinde kardeşlik bağlarını güçlendirmeye ekmek su kadar ihtiyacımız vardır.

Bu sebeple; din ile olan sarsılmaz bağını asırlardır sürdüren bir milletin fertleri olarak onun kuşatıcı mesajları ile manevi dünyamızı inşa edelim, dayanışma, paylaşma ve kaynaşma ile pekişen kardeşliğimizi derinlemesine yaşayalım ve yaşatalım, sosyal ve kültürel hayatımız bakımından da canlı bir dönem haline getirelim." 09.08.2010



Şüphesiz ki, Ramazan ayı üzerinde konuşulacak çok şey vardır. Bizim ise konu üzerinde söyleyebilecek küçük ama ince bir notumuz olacak;
Her şeyin başı kalp temiziğinden geçmektedir! Yani düşüncelerimizle birlikte ruhumuzun temiz olması da diyebiliriz. Unutulmamalıdır ki, "kalp temizliğinin kendin için çalışmaktan vazgeçince gerçekleştiğini, ondan sonra başkalarının kalplerini temizlemenin mümkün" olabileceğine inanmaktır. Bununla ilgili küçük bir hikayeciğe hemen izninizle yer vermek isterim:


"Bir gün kenar evlerden birinde temizlik yapan bir kadın odayı siliyor, masayı temizliyormuş. Kadın masayı yıkayıp kirli bir bezle silmiş. Masayı sürekli siliyor, ama masa bir türlü temizlenmiyormuş. Sonra masanın diğere tarafını silmeye başlamış. Peşkir eski lekeleri yok ederken yeni lekeler bırakıyormuş. Daha sonra bir uçtan diğer uca silmeyi denemiş, fakat kirli bez her yeri batırıyor, hep aynı şey oluyormuş. Olayı bir süre izleyen yabancı,

- Ne yapıyorsun bayan? demiş.

- Canım görmüyor musun, bayram temizliği yapıyorum. Fakat bir türlü şu masayı temizleyemedim. Bu iş beni çok yordu.

- Şu bezi bir yıkayıp, öyle silmeyi denesen.

Kadın kendisine denileni yapmış. Masayı bir çırpıda temizlemiş. Sonra,

- Bana bunu öğrettiğin için teşekkür ederim, demiş." TOLSTOY


Mevlânâ'nın bir sözünden yola çıkarak; "Ruh arınmadıkça nasıl temiz olabilirsiniz?"...

Diyeceğim, bu Mübarek Ramazan Ayı içerisinde ve sonrasında yapacağımız her şey içten ve temiz bir ruhla olmalı... Zira buna toplum olarak çok ihtiyacımız var...


Bu vesileyle tüm ulusumuzun Ramazan Ayı kutlu ve mutlu olsun!


Sevgi ve saygılarımla!

10 Ağustos 2010 Salı

Yeter Gayrı Yumma Gözün...















"Hiçbir şey şu gerçeği değiştiremez: Bilgileriniz geçmişe mahsus, kararlarınız ise geleceğe yöneliktir."




Bugün 10 Ağustos... Bu tarih, bize Kurtuluş Savaşı döneminde -10 Ağustos 1920 yılında- İtilaf Devletleri ile Osmanlı Devleti arasında imzalanan ve Osmanlı'nın paylaşımını ortaya koyan, KARA bir antlaşmayı hatırlatmaktadır!

Bu antlaşma ve içeriği ne yazık ki bugün de hâlâ canlı tutulmak isteniliyor... Zira gelişmeler ve yaşanılanlar bu antlaşmanın hayata geçirilme çabalarının canlı örnekleridir!

Pekii, biz şimdi bu durumu bir kenara bırakarak, halk ozanımız Aşık Veysel'den bir şiirle konumuza izninizle vurgu yapmak isterim:


Allah birdir Peygamber Hak
Rabbül Alemindir mutlak
Senlik benlik nedir bırak
Söyleyim geldi sırası
Kuran'a bak İncil'e bak
Dört kitabın dördü de Hak
Hakir görüp ırk ayırmak
Hakikatte yüz karası
Binbir ismin birinden tut
Senlik benlik nedir sil at
Tuttuğun yola doğru git
Yoldan çıkıp olma asi
Yezit nedir, ne kızıl baş
Değil miyiz hep bir kardaş
Bizi yakar bizim ateş
Söndürmektir tek çaresi
Şu alemi yaratan bir
Odur külli şeye kadir
Alevi Sünnilik nedir
Menfaattir varvarası
Cümle canlı hep topraktan
Var olmuşuz emir Haktan
Rahmet dile sen Allah'tan
Tükenmez rahmet deryası
Veysel sapma sağa sola
Sen Allah'tan birlik dile
İkilikten gelir bela;
Dava insanlık davası…


Demek ki bela, ikilik yaratmaktan geliyormuş... Zira aramıza sokulmak istenilen bu ikilik, yıllardır bizi bize kırdırtmadı mı?

Mesela sağ-sol dediler; binlerce insanımızın kanı aktı... Olmadı Alevi-Sünni dediler; yine yüzlerce vatandaşımızın kanı aktı... Olmadı şimdi de etnik köken ayırımcılığı ortaya atılarak birbirmize düşürülmek isteniyoruz!!!

Yani aynı davanın kader birliğini yapmış insanlarını, birbirine kırdırtmak istiyorlar...


Yine "ikilik" yeryüzünde mutlaka olacak; ve biz, bu ikiliği ancak ve ancak aklımızla, irademizle yeneceğimizi anlatmaya çalışan; ve hem Hak'kı anlatan, hem de sır gibi saklanıyor diyerek, Allah'a kendince sitemini dile getiren halk ozanımız Aşık Veysel. Görünürde âmâ gözleriyle bizim göremediklerimizi görerek, hakikatte asıl âmâ olanın bizlerin olduğunu düşündüğüm şairimiz, bakınız ne diyor:

...

Kimine at vermiş estirir gezer
Kimine aşk vermiş coşturur gezer
Kimine mal vermez koşturur gezer
Sanki bunu zengin etmek zor gibi.
Birinin aklı yok deli divane
Bir kısmı muhtaçtır acı soğana
Bir kısmını zengin etmiş yan yana
Şimdi kendi saklanıyor sır gibi
Kimine saz vermiş çalar eğlenir
Kimi zevk içinde güler eğlenir
Veysel gözyaşlarını siler eğlenir
Yeter gayrı yumma gözün kör gibi

...

Evet; ben buradan "Yeter gayrı yumma gözün kör gibi" ifadesinden esinlenmek istiyorum...
Zira "kıssadan hisse" algılamasıyla ulus olarak, durumdan vazife çıkarmamız, acilen gerekmektedir!


Bu vesileyle, yeter gayrı yumma gözün kör gibi; tarihten ders alma zamanı gelmedi mi?!

Sevgi ve saygılarımla!

8 Ağustos 2010 Pazar

Eyvallah...













"Kültür; okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden anlam çıkarmak, ders almak, düşünmek ve zekayı geliştirmektir." ATATÜRK



Tatildesiniz... Dünyada ve ülkemizde olup biten gelişmelere kulak tıkayarak bir müddet "kör", "sağır", "duyarsız" kalmayı tercih edebilirsiniz. Şüphesiz ki bu durum kendimizi bir anlık mutlu hissetmemize vesile olacaktır. Eyvallah...

Diğer taraftan hem tatil yapıp, hem de günlük gelişmeleri az da olsa takip edebiliriz. Buna da eyvallah... Seçim tamamıyla size kalmıştır.

Ben, dinlenmek için gittiğim yerlerde bol bol kitap okumayı tercih ettim; ve bundan büyük keyif aldım... :) Size de tavsiye ederim. Zira kitap okumak gerçekten insana bambaşka yaşam kapısı açıyor. Ah, harika bir duygu... Hele de "klasik" kitaplar diye bilinen o muhteşem eserlerin dünyasına bir girerseniz...

Öte yandan tatil sürecinde mümkün olduğunca kendimi, günlük haberlereden uzak tutmayı büyük bir ölçüde başardım sayılır. Ancak bu süre içerisinde ana başlık olarak merak ettiğim haberleri zihnimden bir türlü atamadığım gibi, baskılamış olduğum duygularımı ancak ve ancak kitap okuyarak dizginleyebildim.

Peki bu niye böyle? Bulunduğum her ortamda izlenimlerim bana büyük acı vermiştir... Zira kendi kimliğinden, kültüründen ve tarihinden utanan, ezilen ve böylelikle de hergeçen gün kimliğinden hızla uzaklaşan cahil, bilgisiz, duyarsız ve düşünmeden uzak bir kültürün toplumumuza hakimiyetini görüyorum.


Bunun yanında çok para kazanmayı hedef alan, tüketim odaklı ekonomiden uzak, sanat anlayışından yoksun bir kültüre sahip kitlelerin hızlı bir şekilde yayılması, eğitimci kimliğimin yanında, düşünen bir vatandaş olarak da bana büyük acı veriyor! :(

Hal böyle olunca da takdir edersiniz ki her koşul ve zeminde zihnim sürekli sorgulamayla meşgul...

Bunun adına ister eğitimci kimliğimi koyun, ister duyarlı ve sorumlu kişiliğimi koyun... Ama ben her seçeneğe de "eyvallah" diyorum. Zira sonuç olarak, doğal durumdaki insanın yararlarıyla, uygar durumdaki insanın yararlarını yaklaştırabilecek bir düzenin hakimiyetini sürekli kılabilmek için, bireysel de olsa katkı sağlayabilmeyi asıl sorumluluğumuz olarak düşünüyorum.


İşte bunun için "ben varım" diyebilmenin haklı gururunu taşıyabilmek yaşamın anlamı diye düşünürken,
"Bir şeyi yapmak için, onu çok sevmelisiniz. Bir şeyi sevmek için, ona delicesine inanmalısınız." düşüncesini de izninizle hatırlatmak isterim.


Sevgi ve saygılarımla!