30 Kasım 2008 Pazar

Ya Siz?...














Bugün, "Dünyanın neresindeyiz, hangi koşul ve şartlarda yaşıyoruz?" diye soranlara verilecek önemli cevaplarım olacaktır.

"Ne yazık ki..." diye devam edeceğim cevaplar üzerinde lütfen, ama lütfen, biraz düşünelim!
Ve ondan sonra "benim de yapabileceğim şeyler varmış" diyebilmenin kararlılığını yakalamaya çalışalım!

********

Öncelikle, içeriği boş ve anlamsız olan sözde düşüncelerin havada uçuştuğu, üzerinde bol bol konuşulduğu güzel ülkemin ağır ve gerçek sorunlarına yer bulamayan BASIN ve YAYIN KURULUŞLARI na ithaf olunur!

*****

"Herkesin bomboş fikirlerini ulu orta söyleyerek itibara alındığı!

İncir çekirdeğini doldurmayacak fikirlerin gündemi değiştirdiği!

Kara cahil adamların sözlerinin vecize olarak kabul edildiği!

Kışkırtıcı sloganların günlük hayatı düzenlediği!

Milyonlarca dolarlık transfer ücreti alarak, gazete köşesi kapanların şirket menfaatlerini günlük siyaset olarak gösterdiği!

Cehaletin karanlığının, aydınlık gelecek olarak sunulduğu!

Yabancı ülkelerin istihbarat servislerine ajanlık yapanların yazılarıyla ortalığı bulandırdığı!

Kişisel husumetlerini kusmak için fırsat yakalayanların "büyük yazar" addedildiği!

Tek özellikleri topluma ait değerler ile alay etmek ve aşağılamak olanların "entellektüel" yazar olarak görüldüğü bir Türkiye'de...

Yüreği bu toplumun değerlerini korumak için atan!

Sıfatı olmadığı için, ne kadar büyük fikirler ortaya koyarsa koysun sesini duyuramayan!

Toplumsal servetin eşitce paylaşıldığı bir Türkiye'yi yaratmak isteyen!

Bize ait değerlerlerle alay edilmesini içine sindiremeyen!

Bu kadar boş konuşan insanların yanında benim fikirlerimi kimse ciddiye almaz diyen!

Biz bağımsız, sömürüsüz, huzur içinde bir Türkiye'de yaşamak istiyoruz diyenlerin,
Elbette "Fikri Yoktur".
Onların idealleri vardır...
Bu büyük ideallerin gerçekleşmesi için karınca gibi didinirler. Bunlar çakalların cirit attığı ortamlarda bir aslan asaletiyle hedefi kollarlar." Kaynak: Fikrimyok.com

******

Evet ne yazık ki, bugün televizyonlara konu olan magazin içerikli programlar bizim hayatımıza girdiğinden bu yana ülkemiz ve dünya üzerinde gelişen olaylardan habersiz şekilde uyumaya devam ediyoruz. Nasıl olmasın ki; hergün hiç kesintisiz olarak futbolu önümüze sunmak, ardından üzerinde saatlerce konuşmalar, kulüplerin ve başkanlarının konuşmalarını önemli bir olay gibi gösterilerek anında canlı yayınla duyurmalarla beraber tabii, akıl almaz ücretlerle transfer edilen oyuncuları, bir o kadar da binlerce dolar ücretle aylık ödenen başkanlar...

Yine sabahtan akşama her kanalda yer bulan, sıfatının ne olduğunu dahi anlayamadığımız kişilerin binlerce dolarlık ödemelerle sunuculuk, programcılık yaptırılan kişilerle kafaların, beyinlerin yıkandığı konular...İşte böyle bir ortamda kim okumaya, bilime itibar edecek ki!

*******

İnsanların aklını kullanmayı unutturan, konular üzerinde sorgulama yaptırılmasına izin verilmeyen, cinselliği "amaç" haline getirtilen, hayatı kolay ve lüks yaşam halinde "pembe dünya" gibi algılatan, ülküsüzlüğü hedefleştiren iradenin hakim kıldığı bir düzen içerisinde elbette ki, etrafımızda neler oluyor, neler bitiyoru bilmeyeceğiz ve duyduklarımızı da algılayamayacağız.

Yıllarca okuyup, dirsek çürüten ve toplumlara ışık olmak için bir şeyler yapmaya çalışanlar bir şekilde engellenmeye çalışılarak hatta neredeyse cezalandırılırcasına bir başlarına yalnızlaştırılmaları acaba nedendir diye hiç sorgulayabildik mi?

Bütün bunların yerini kimlerin aldığı konusunda acaba şöyle bir düşünerek kafa yorabildik mi? En küçük toplumların dahi içerisinde sorgulama yapan, bireysel mücadele veren kişilerin yanlarında acaba ne kadar olabildik?

İnanılan bir şeye karşı durmanın, reddetmenin zor olduğu ortadadır. İşte bütün bunlara rağmen reddebilmek için, karşı durabilmek için insanın ortaya koyacağı ve savunabileceği bilgileri olması gerekir. Şayet bunlar yoksa zaten karşı duramaz ve önüne ne gelirse kabul etmek en akıllıcası ve güvenli olanıdır. Kendilerini güven içinde hissetmenin garantisi ile hiç bir şekilde sorgulamaya izin vermemek, verenlere de engel olmak sizce yapılanlara ortak olmak değil de, nedir?

******

O halde, içine düştüğümüz bu ortamda herkes birbirine "ne oluyor?" diye sorar halde iken bireysel olarak, bizim de yapabileceğimiz bir şeyler olduğunu kendi kendimize itiraf edebilecek miyiz? Bunun için de artık uykudan uyanmanın zamanı gelmedi mi?

Konuya ilişkin herkesce bilinen önemli saydığım bir vurguyu paylaşmak isterim;

"Bir ormanda yangın çıkar; ormanda yaşayan bir serçe de gagasıyla su taşıyarak yangını söndürme gayretiyle çırpınıp durur.

Yangını izleyen diğer hayvanlar gülüşerek serçeyle alay etmeye başlarlar;

"Bu halinle ne yapmaya çalışıyorsun? Senin yangına nasıl bir müdalen olabilir ki?" derler.

Serçe de;

"Hiç olmazsa ben üzerime düşeni yapıyorum! Ya siz ne yapıyorsunuz?" der."

****

Bu zor coğrafyada ülkemizin ve milletimizin varlığını sürdürebilmek için en önce aklımızı kullanıp, bilimin ışığında "Evet! Biz de varız ve bizim olan topraklarımız üzerinde bağımsız yaşamak yine her millet gibi bizim de hakkımız!" diyebilmek için, zengin kaynaklarımızı kendimiz kullanabilmek için bunun şart olduğunu yazmadan geçemeyeceğim.

Sevgi ve saygılarımla!

27 Kasım 2008 Perşembe

Emperyalizmin Kanlı Ağında Can Çekişen Kültürler!











Türkmeneli Tv'yi izliyorum ve oradaki görüntüler bana hiç yabancı değil. Evet, o görüntüler hiçbirimize yabancı değil aslında. Reklamlarla yerini koruyan pizza, lazanya, kola ve diğerleri. Müzik yayını ise Pink Floyd. Hani şu asi duygularımızı ön plana çıkaran "duvar" ( the wall). İngilizce eğitimle üniversiteler ve geleceğe hazırlanan gençler!

******

İşte artık rahatça anlayabildiğimiz üzere bir kültür emperyalizminin resmi. Bir ülkeyi, bir milleti ve bir toplumu en iyi yıkmanın yöntemi; sahip oldukları kültürü en kısa zamanda yok ederek, sömürüyü yapanların kültürünü yerleştirmektir. Hem de bunu yaparken kendi kültüründen utandırmak ve yerine yerleştirilmek istenen kültürü özendirerek ve olmazsa olmaz olarak sunmaktır. Bakınız Batı, kültürünü en iyi şekilde yayabilmesi için, o ülkenin tanınmış ve gözde isimleri tarafından istediklerini toplumlara sunmayı ilke edinmiştir. İşte buradan da en kestirme ve hızlı yol ise televizyonlar, sinemalar, reklamlar ve diğer yayın kuruluşları aracılığıyla yapılmaktadır. Artık bundan sonra sinsi, kurnaz ve hızla yayılmanın önüne geçmek ancak ve ancak bilinçli sıkı bir eğitimle, ardından yasa ve kanunlar yoluyla gerçekleşebilir.

*******

Şimdi tekrar başa dönecek olursak; ülkemizi kıskacı altına alan Batı kültürü etkisiyle, müziğimize, dilimize, gelenek ve göreneklerimize, adetlerimize gittikçe yabancılaşırken bir yandan da kendimize karşı dürüstlüğümüzü de kaybeder olduk. Konuya ilişkin çoğu yazımda değindiğim üzere felaketimizi hazırlayan bu gelişmleri ne yazık ki halâ farkedemedik. Evet! Konuşuluyor, yazılıyor; ama resmî anlamda hiç bir tedbir alınmıyor. İçimiz sızlaya sızlaya sadece konuşuyoruz hepsi bu!... Artık ülkemiz yabancı müziğin, yabancı dilde eğitimin etkisinden kurtulamaz oldu. Öyle ki, caddeler, sokaklar yabancı isim ve anlatımlarla dolu levhalara evsahipliği yapıyor. Ne olduğunu düşünmeden bilinçsizce kabullendiğimiz bu yazılar, dinlediğimiz müzikler bizi kendi kültürümüze çoktaan yabancılaştırdı bile!...

*******

Tüm bu gelişmelerle birlikte aynı zamanda bir gerçek de kendi kendimizden utanır olmamıza dikkat çekmek istiyorum. Aşağılık duygularıyla, bir ezilmenin altında hayranlıkla baktığımız Batı'nın yaşamı; işte bu duygu bizim acizliğimizi de ortaya çıkartıyor. Zannediliyor ki, herşeyin en alâsını "Batı" yapıyor. Yok öyle bir şey!!! Bizlere bu duyguyu aşılayanlar, bunu bilinçli bir şekilde sistematik olarak yapıyorlar; zira başka türlü de bu işi başaramazlar. Hele de en zeki çocuklarımızı ve gençlerimizi Batı'ya eğitim almaları için istiyorlar ya? İşte bize geçmiş olsun! Orada kafaları, beyinleri yıkanarak, her bir şeyleri istedikleri doğrultuda şekillendirilip ondan sonra gönderiyorlar. Alın size eğitimli, sözde kültürümüzü bilgileriyle birleştirip bizlere aktaracak önder kişiler. Onlar belki farkında dahi olmadan Batı'nın gözüyle ve şartlarıyla bizlere şekil vermeyi, yönetmeyi en iyi yöntem olarak kabul ediyorlar.

******

İşte Atatürk'ün ölümünden hemen sonra kültürümüzü esir altına almayı başaran bu akım bugüne kadar adım adım yol aldılar. Geldiğimiz nokta ortada. Bizler de sanıyorum ki, Pink FLOYD'la başladık. Pizzalarla, lazanyalarla masumane değişiklikler olarak gördük. Kolalar vazgeçilmezimiz oldu. Hele Marlboro'yu gömlek ceplerimizde taşıyarak büyük fiyakalara sahip olduk! Cebimizde bir kuruşumuz olmadı ama Marlboro'yu eksik etmedik! Öyle ki, çakmak gazlarının reklamına "Avrupa gazı" tabelası astık. Artık herşeyimiz Avrupa, Amerika malı oldu. Keyfimiz gıcır, onurumuz, gururumuz çok havalı oldu (!) Ezilen kimliğimiz yerini asalete bıraktı (!)

****

Bu gelişmeler bugün işgal altında ki, Irak'da yaşanıyor. Yani bir yandan da kalıcılığı sağlamlaştırmak için misyonerlik her alanda hızla çalışmakta. İşte "TÜRKMENELİ TV" de gördüklerim bana bunları hatırlattı. O an aklımdan geçen duyguları aynen aktarmak istiyorum; "Bunların hiç birisi bana yabancı gelmiyor!" dedim. Filmi baştan ama bu defa içim sızlayarak çok daha iyi anlayarak ve aklım başında olarak algıladım! Gerçekten bu savaş kalıcı ve hedefe ulaşan bir yöntem! Silahlar gün gelir susar; ve yine gün gelir işgalci güçler geldikleri gibi giderler! Ama kaybolan kimlik! Yitirilen kültürler! Kendi kendine yabancılaşmak! İşte bunları bir daha yerine getirmek çok ama çok zordur. Bir dip not daha düşmek isterim; Irak'a işgalin hemen arkasından yapılan ilk iş Bağdat kütüphanesini yağmalamak ve Mezopotamya tarihini yok etmek oldu! Bütün bunları televizyonlardan büyük bir acıyla, bir kültürün ve büyük bir tarihin adeta yağmalandığını hep birlikte insanlık utancı olarak izledik!

*****

Yaşanılan bu gerçekler aslında Kapitalizmin emperyalizmi doğurduğunu; dolayısıyla da bir taraftan emperyalizmle birlikte zalimliğin kol gezdiğini diğer taraftan da mazlumlar ve bedbahtlar dünyasının oluşmasını hep birlikte izliyor, yaşıyor ve görüyoruz! Demek oluyor ki, bir milleti yok etmek bir tek silahla olmuyor! Bunu sağlamlaştırmak ve etkin kılmak dil ve kültür emperyalizminden geçiyor. Şüphesiz ki bu aşamada, zamana yayılarak, adım adım tamamlanıyor! Sevgi ve saygılarımla!

23 Kasım 2008 Pazar

Miras mı, Emanet mi?







Atatürk'ün en büyük eseri olan cumhuriyet bizlere miras mı, emenet mi bırakıldı? İşte başlangıçta önemsizmiş gibi görünen ancak üzerinde dikkatle düşünüldüğünde aslında içerisinde büyük ayrıntıyı da beraberinde saklayan bir ifade şekli ortaya çıkacaktır.

*******

Bildiğiniz üzere emanet; korunmak için birine veya bir yere bırakılan herhangi bir şey anlamına gelmektedir. Miras ise, birine, ölen bir yakınından kalan para, mal, mülk anlamındadır. Şimdi bir bakalım; Atatürk'ün en büyük eserim dediği cumhuriyet hakikaten çoğunlukla ezberimize kayıt ettirildiği gibi "miras" mıdır? Bir an için öyle varsayalım ve biraz durup düşünelim. Şayet öğretildiği üzere mirassa içimizden bir çoğu bu cumhuriyeti mirasyedi gibi davranıp, hoyratca kullanabilir! Bu hiç de yadırganmamalı! Hayatın içinde nice mirasyediler vardır ki, kitaplara konu olacak şekilde davranmışlardır. Hatta pek çoğumuz bu konuya yabancı değildir. Şöyle bir çevremize bakacak olursak hemen hemen her ailede vardır. İşte babadan kalan son malları da yer ve sonrası için; "Allah kerim" der! İşte öyle!... Bizim için söylenilen "Atatürk'den bize miras!" yada "armağan!" ifadesi bir yerede öyle kolayca harcanabilecek kadar rahatlığı da, hani kafamızın bir kenarına yazılmış sanki!...Armağan da, bildiğimiz üzere birisine kullanılmak için verilmiş hediye anlamındadır. O halde armağanı da istediğimiz gibi kullanmak hakkımız değil mi? Yani ister hora kullanırız, isterse de özenerek kullanırız. Yani kısacası; "orasını paşa gönlümüz bilir" diyebiliriz. Şimdi "Yok olmaz bu farklı" diyenimiz de çıkacaktır. Ama bir gerçek varki, az da olsa bizlerin zihninine yerleştirilen bu iki sözcük içerik itibariyle "keyfe keder" anlamının kapısını açık bırakıyor. İstesek de, istemesek de bir kısım insanın bu kapıya girmesine izin verilmesi için gerekli zihin karmaşası çoktaan yaratılmış.

********

Oysa emanet olarak zihinlerimize yer edilmiş olsaydı, her koşulda bilinç altı bizlere işaret edilen hedef; adı üzerinde kuşaktan kuşağa aktarılmak koşuluyla büyük bir özenle cumhuriyetimizi koruyup kollamayı asli görev sayardık. İşte öyle hiç düşünülüp hesap edilmeden bedavadan elde edilmiş bir şey gibi hovardaca harcamaya çalışmazdık! Bilirdik ki, bu topraklar bedavadan kazanılmamış! Bilirdik ki, uğrunda binlerce şehit verilmiş, binlercesi de sakat kalmış! İstiklal Savaşı'nın kolay kazanılmadığını yaşayarak dile getiren büyük şairimiz Mehmet Akif ERSOY "Çanakkale Şehitlerine" adlı şiirinde aynen şöyle diyor;
*****
....
Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın? '
Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
...
******
İşte böyle! Destanlarla ve bir o kadar da acılarla kazanılmış bu vatan toprakları ve üzerinde kurulmuş CUMHURİYET'i ne yazık ki kadir kıymet bilmeden aynen bir mirasyedi gibi tüketiyoruz! Hep inandığım üzere bizlerin beyinlerine hem de daha küçücükken kafalarımıza işlenen "miras" veya "armağan" ifadesi, kimbilir belki bu günlere zemin olarak da düşünebiliriz. Oysa bu vatan bize "MİRAS" değil, "EMANET" bırakıldı! Bizim o tertemiz ahlakımızda "emanete hıyanet olmaz!" düsturu da vardı. Burada uyar mı bilmem ama "Allah'a emanet ol!" ifadesi bizler için emanetin önemini inançla da pekiştirmiştir. Kısacası, "emanet" komutu insan beyninde ilk uyarı olarak koruma refleksi verir. Fakat "miras" anlayışıyla yaklaşım da ise daha bir rahatlık komutu vermektedir.

******

Ülkemiz üzerinde emelleri olan EMPERYALİST güçler, dün olduğu gibi bugün de hiç yılmadan planlarını ince ince işlemeye devam ediyorlar. Asla en ufak ayrıntıyı dahi boş geçmeden her alanda gereğini yerine getiriyorlar. Öyleyse aklımıza gelen bu ayrıntı neden gerçek olmasın? Niçin bize "emanet" anlayışı verilmedi? Niçin her daim tetikte olmamız gerekliliği iyi anlatılmadı? Yurdumuzu işgal eden ülkeler, küçücük çocuklarına bile Türkleri "barbar" gösterme zihniyeti hep yaşatılırken ve bunu devlet politikası haline dönüştürürken, bizler niye mutlu mutlu, hatta "yabancı damat" dizileriyle uyutulduk? Bilmem, tarihimizi şöyle bir gözden geçirirsek bu ifadelerim belki yer tutacaktır! O vakit atılan her adımın üzerinde ince ince düşünülmesi gerekliliğini sanıyorum daha iyi göreceğiz. Sevgi ve saygılarımla!

20 Kasım 2008 Perşembe

Öğretmenler Günü...










ÖĞRETMEN ANDI;
***
"TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASINA, ATATÜRK İNKILÂP VE İLKELERİNE,
ANAYASADA İFADESİNİ BULAN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNE SADAKATLE BAĞLI KALACAĞIMA;
TÜRKİYE CUMHURİYETİ KANUNLARINI TARAFSIZ VE EŞİTLİK İLKELERİNE BAĞLI KALARAK UYGULAYACAĞIMA;
TÜRK MİLLETİNİN MİLLÎ, AHLÂKÎ, İNSANÎ, MANEVÎ VE KÜLTÜREL DEĞERLERİNİ BENİMSEYİP,
KORUYUP, BUNLARI GELİŞTİRMEK İÇİN ÇALIŞACAĞIMA;
İNSAN HAKLARINA VE ANAYASANIN TEMEL İLKELERİNE DAYANAN MİLLÎ, DEMOKRATİK,
LÂİK BİR HUKUK DEVLETİ OLAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NE KARŞI GÖREV VE SORUMLULUKLARIMI BİLEREK,
BUNLARI DAVRANIŞ HALİNDE GÖSTERECEĞİME NAMUSUM VE ŞEREFİM ÜZERİNE YEMİN EDERİM.
*
***********
*
Mustafa Kemal Atatürk'e Bakanlar Kurulu 11 Kasım 1928 günü "Millet Mektepleri Başöğretmenliği" unvanını verdi.
24 Kasım 1928'de yayımlanan Millet Mektepleri Talimatnamesi gereğince, yurdun her köşesinde Millet Mektepleri açılmış, halka yeni harflerle okuma yazma öğretilmiştir. Atatürk bu çalışmalara "Millet Mektepleri Başöğretmeni" sıfatıyla katılmıştır.
"Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum." Hz. Ali tarafından, eğitimin ve eğitimcinin önemini vurgulamak üzere söylenmiş cümle. İşte buradan bakıldığında öğretmenin ne denli kutsal bir görev üstlendiğini ve bu bilinçle hizmetin yürütülmesinin gerektiğini bizlere hatırlatan "24 Kasım Öğretmenler Günü" üzerinde bir eğitimci gözüyle durmak istiyorum:
*
*********
*
Bir milletin varlığını sürdürebilmesi için eğitimi çok sağlam olmalı. Bunun için tarihini, kültürünü, dilini, kimliğini çok iyi anlayabilmesi ve çok da iyi öğrenmesi gerekir. İşte bu öğelerin nesilden nesile aktarılması öğretmenler aracılığıyla gerçekleşmektedir. Bizlerin asıl görevi işte budur. Aydınlık cumhuriyetin kuşaktan kuşağa aktarılmasında Atatürk şöyle demiştir; "Öğretmenler; Cumhuriyetin fedakar öğretmen ve eğitimcileri, yeni nesli sizler yetiştireceksiniz. Ve yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin beceriniz ve fedakarlığınızın derecesiyle orantılı olacaktır. Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucular ister. Yeni nesli, bu özellik ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir... Sizin başarınız Cumhuriyetin başarısı olacaktır."
*
*******
*
Görüldüğü üzere bizler emanetini aldığımız Atatürk Cumhuriyeti'nin meşalesini söndürmeden yakmaya mecburuz. Burada milli menfaatlerimizi, milli duygularımızı heyecanla nesillere aktarmayı en önde görev saymalıyız. Bizlerin her alanda sorunları olabilir! Önemli olan bu sorunları mesleğimizin kutsallığının önüne geçirmeden görevimizi sürdürebilmektir. Yaşadığımız bu bunalımlı günlerin sorgulamasında "bizlerin ne kadar payı var?" diye sormadan geçemiyorum. İşte bunun içindir ki, ne olursa olsun öncelikli görevimiz aydınlanmadaki etkimizi kaybetmeden aydınlatmaya devam etmeliyiz.
*
*******
*
"Bir millet eğitim ordusuna sahip olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak eğitim ordusuyla mümkündür." Atatürk yedi düvele karşı kazandığımız İstiklal Savaşı'mızı daha sonra açtığı aydınlanma devriyle yücelterek bugünlere taşıdı. İşte yukarıdaki sözüyle de eğitimin önemini vurgulayarak, biz öğretmenlere düşen görevin ne denli önemli olduğunu bundan daha iyi anlatamazdı.
*
********
*
Atatürk 1936’da, yiğitliğini, zaferlerini, inkılaplarını.... anlatan bir şiir yazan şair Behçet Kemal Çaglar’a; "Olmamış," der; "Benim asıl niteliğim var ki onu hiç yazmamışsın...Benim asıl kişiliğimdir; ben milletimin öğretmeniyim, bunu yazmamışsın!." diyerek aslında kendisini milletine nasıl adadığını bu sözleriyle de ortaya koymuştur. Yine İstanbul'dan Bursa'ya gelirken öğretmenlere yönelik konuşmasından bir kısım sözlerini buraya aktarmak istiyorum;
*
*******
*
"Muallim Hanımlar, Muallim Beyler,
Yurdu ve ulusu kurtarmak isteyenler için yurtseverlik, iyi niyet,özveri çok gerekli niteliklerdir. Nedir ki bir toplumdaki hastalığı görmek, onu iyileştirmek,toplumu çağımızın isteklerine uygun olarak yükseltmek için bu nitelikler yetmez bu niteliklerin yanında bilim ve teknik gereklidir. Bilim ve teknikle ilgili çalışmalar başladığı ve geliştirildiği yerse,okuldur. Bunu için okul gereklidir. Okul adını, hep birlikte,büyük saygı ile analım…

Okul, genç beyinlere, insanlığa saygıyı, ulus ve yurt sevgisini, bağımsızlık onurunu öğretir. Bağımsızlık tehlikeye düşünce,onu kurtarmak için tutulması uygun olan en doğru yolu belletir. Yurt ve ulusu kurtarmaya çalışanların ayrıca, işlerinde birer namuslu uzman ve birer çalışkan bilgin olmaları gereklidir. Bunu sağlayan okuldur. Ancak bu yolla, girişilecek her türlü işin usa uygun sonuçlara ulaştırılması gerçekleşmiş olur."
*
********
*
Bu bilinç ve ödevle 24 Kasım Öğretmenler Günü'nün hepimize kutlu olmasını diliyorum. Güzel ülkemin ve Cumhuriyetimizin ilelebet payidar kalması için mesleğe başlarken ettiğimiz yemine bağlı kalarak yürekten gönül vermenin onurunu taşıyan tüm öğretmenlerimize sonsuz şükranlarımı sunarken bu uğurda şehit düşen, CUMHURİYET öğretmenlerimize de ruhları şad olsun diyorum. Sevgi ve saygılarımla

17 Kasım 2008 Pazartesi

Bizi Üzdü!



















Dünyada olduğu üzere ülkemizde de son yıllarda inanılmaz bir ahlaki çöküş yaşanmaktadır. Hele son dönemlerde duyduğumuz ve okuduğumuz gazete haberlerine göre insanlar adeta çıldırmışcasına bir ahlak bunalımı yaşıyorlar. Bütün bu gelişmeler karşısında insanın aklı tutuluyor. Önceleri münferit olarak değerlendirilen bu olayları, artık sıradanlaşırcasına her gün bir yenisini duyar olduk.
*
*****
*
İşte son dönemlerde insanın her alanda ruhunu korkunç derecede sarsan bir Hüseyin ÜZMEZ olayını da ne yazık ki, utanarak izliyoruz. Bu konuda en çok ızdırap duyduğumuz konu ise insanların dini kullanarak yaptıklarının üzerini örtmek hatta işlediği ayıbı haklı kılmaya çalışarak Hz. Muhammed'in adını ağzına alma cüretini gösterebilme gayretleridir. Yine asıl çarpıcı nokta ise bu zanlıya sahip çıkan görünmez güçler. İşte üzerinde düşünülmesi gereken asıl konu bu olsa gerek. Ben istiyorum ki, bu kişiye hiç bir şekilde hak verilmeden gereken cevap verilerek cezasını çekmesi yönünde adalete teslim edilmesiydi. Ama ne yazık ki, bir şekilde tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.
*
*****
*
Serbest bırakılır bırakılmaz, televizyonlarda gururla kanal kanal gezip boy göstermesi yetmiyormuş gibi inanılmaz beyanatlarla insanları şoke eden bir o kadar da küstahlığını ön plana çıkarmasıydı. Evet bu neviden hastalıklı ruha sahip kişiler, müslümanlığı ele alarak galiba bir orta çağ zihniyetiyle toplumsal sorunların en önde gelen ve kanayan bir yara olarak ülkemizin ağır sorunlarının belki de en önemlisini ortaya çıkarmışlardır. H. ÜZMEZ'de tanınmış kimliği ve bir o kadar da din kisvesiyle ortaya çıkmış olması olayın vehametini gün yüzüne çıkarmıştır.



Bu satırları yazarken aklıma Victor HUGO'nun "Notre Dame'ın Kamburu" ile Emile ZOLA'nın "Gerçek" adlı eseri geldi. Hugo, bu romanda insanların yaşamında 'kader'in egemenliğini göstermek istemiştir. Ayrıca yoksulluğun, insanların duygu ve düşüncelerini köreltmediğini ortaya koymuştur. Zola'da ise, insanın toplum içinde uyumlu yer edinmesi ancak ve ancak "eğitimle" mümkün olduğudur. "Bilimsel" akla dayalı eğitim; karşısında meşruiyetini inançtan alan din kurumu ve onun çeşitli temsilcileri arasında yaşanılan akıl almaz olaylar her iki eserde de sergilenmiştir. 19. yüzyılda işlenen konu ve içinde bulunduğumuz 21.yüzyılın Türkiye'sinde de dini, menfaatleri doğrultusunda kullananların işlediği rezaletler!!! İşte o yüzden cumhuriyet aydınlanmasının henüz tamamlanamadığını işaret eden bu ahlak dışı olaylar bizlerin bir an evvel dinin ve özellikle Allah, Kur'an ve Peygamberi ellerinde silah gibi tutup, tüm pervasızlıkları bu yüce duygularla bir araya getirenlerin ayıklanarak toplumsal aydınlanmayı tamamlamaktır.
*
*******
*
Özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizde yaygın bir şekilde toplumun yaşam biçimi haline getirilen, küçük kız çocuklarının okumasına dahi izin verilmeden evlendirilmesi gerçeği, bir sosyolojik vakadır. Ne demiştik; insanın toplum içerisinde uyumlu yer edinmesi EĞİTİMDEN geçer. Dinin yaşanması da yine aklın kullanımı ile gerçekleşmelidir. Bir gerçek de cemaat ve tarikat liderlerini aracı kılarak tapınma gayretleridir. Oysa ki müslümanlıkda ruhban sınıfı yoktur.
*
********
*
Evet, CEHALET! Ne geliyorsa başımıza buradan geliyor. Nitekim, feodal sistemin hüküm sürdüğü bu bölgelerimizde, içler acısı yara; küçücük çocukların sokaktan alınıp, hatta "başlık" adıyla para karşılığı evlendirilerek din kisvesiyle zapturapt altına alınmalarıdır. Bu geleneksel yaşam yıllardır sürdürülegelmiştir. Bunu da din emri diyerek kendilerince kılıflandırıp, insanlara söz söyleme hakkı bırakılmamıştır. Oysa bakınız, Kur'an-ı Kerim ne buyuruyor; Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar) BAKARA SÛRESİ:170
*
*******
*
Demek ki, meşruiyetini inançtan aldıkları iddiasıyla aslında çirkin ihtiraslarını gerçekleştirenler elbette ki bilimsel gerçeğe ve akla dayalı eğitime karşı çıkacaklardır. Nedir o? Kız çocuklarının okutulması! "Nedir o?" Dinin Allah ile Kul arasında olan bir inanç esasına dayanması gerçeği!
*
*****
*
Hüseyin ÜZMEZ Türkiye'de var olan bir gerçeği gün ışığına çıkartmıştır. Bu aslında sayısı belli olmayan çoklukta bir utancın, bir ayıbın resmidir! Ve bu ayıp, birilerinin destekleriyle yaşamaya devam etmektedir! En önemlisi de Allah ile aldatanların kendilerine haklılık payı çıkaranların resmidir! Bu utanç ve ayıbı anlayabilmek ve değerlendirebilmek için, lütfen en yakınlarımızı bu mağdur çocuklarımızın yerine koyarak özdeşleştirelim; elimizi vicdanımıza koyarak yapılanlara DUR diyelim! Yapan kim olursa olsun, onu suçuyla başbaşa bırakıp, adalete teslim edelim! Bu kirli ve karanlık ağların tek çözümü ise EĞİTİMDİR! Sevgi ve saygılarımla!

14 Kasım 2008 Cuma

Can DÜNDAR'a Açık Mektup







Sayın Can DÜNDAR,
Size açık bir mektup yazmayı ve "Mustafa" isimli filmle ilgili düşüncelerimi açık olarak dile getirmeyi sanıyorum öncelikli olarak bir eğitimciye düşeceğini anlayışla karşılayacaksınızdır. Filminiz üzerinde yapılan konuşmalar, eleştiriler, hayal kırıklığı ve dahaları nedeniyle sanıyorum, uzunca bir süre gündemden düşmeyeceksinizdir. Eh, artık bunu da siz hakettiniz ve bundan sonra da herhalde uluslararası boyutta da yer alarak kimbilir, belki de ödüllere doğru koşar adımla yol alırsınız diye düşünüyorum. Zira önünüzde bir Orhan PAMUK örneği var. Kendisi harika ( kime göre olduğu tartışılır!) bir başarı elde etti! Nobel gibi bir ödülü almak herhalde her babayiğidin harcı değildir; ki bu ödüllerin siyasi olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz!. Ama bakınız, Orhan PAMUK kendi milliyetine atılan iftirayı destekleyerek neredeyse bir tarihçi sıfatıyla ortaya çıktı. Nihayetinde Nobel'in hakkını vererek şimdi dünya çapında ünlü bir kişi oldu! Onunla herkes gurur duyuyor olabilir; ama ne çare ki, Türk ulusu onunla hiç mi hiç gurur duymuyor! Arkasında kendi halkını hiç bir zaman göremiyecek! İşte size yalnız adam!.. harika bir örnek ve gerçekten yalnız bir adam; buyrun bu konuyu işleyin!...
*
******
*
Sayın DÜNDAR, bizler Atatürk Cumhuriyeti'nin yılmaz neferleri olarak yüreğimizde Atatürk sevgisini büyük bir içtenlikle taşıyan kişileriz.Bu sevgi biliniz ki, nesilden nesile aktarılarak devam edecektir. İşte bunda sakın kuşku duymayın. Siz ve sizin düşüncelerinizle hareket eden herkes bunu çok iyi anlamalıdırlar! Elbette yaptığınız adı belgesel olan film belli bir hedefe ulaşmış olacaktır! Ama bir o kadar da Türk halkının Ata'sına daha bir sıkı sahiplenmeye de katkıda bulunduğunuzu iyi anlayınız! Şimdi bir merakımı da size iletmekten kendimi alıkoyamıyacağım. Yoruma dayalı filme belgesel adı koyarak ve bu sözde belgeselinizle acaba bir Türk olarak ne hissettiniz? Arkanızda, bu topraklardaki insanların etnik bazda dini alarak parçalama planlarını 150 yıldır sürdüren emperyalistlerin olması sizi hiç rahatsız etmedi mi? Zira bu filmin ardından yabancı gazetelerin manşetlerine bakınız; mesela İndependent özetle ne söylüyor: " İngiliz The İndependent gazetesi, “Mustafa belgesine ilişkin polemiğe dikkat çektiği haberinde “Mustafa filmi, ‘reel’ Atatürk portresiyle Türkiye’yi böldü" başlığını kullandı."
*
*****
*
Demek ki, amaçları bizleri bölmek! Demek ki, bunu yapabilmek için önce Atatürk sevgisi ve bağlılığını ortadan kaldırmak ve bunun için de siz seçilmişliği bilerek ya da bilmeyerek üstlenerek, Türk halkına ve onların o tertemiz duygularına ihanet ettiniz! Bu millet Atatürk'e aşık ve bunun için siz bunu kıracak ince detaylarla bezenmiş ve alçakca oyunları yine bilerek ya da bilmeyerek bir araya getirerek Ata'mıza hiç olmadığı kadar ağır bir saldırı da bulundunuz. Bu konuda araştırmacı yazar Rıza ZELYUT yaptığınız filmin ince ayrıntılarını bizlerin gözleri önüne serdi. Mesela sayın ZELYUT'un ortaya koyduğu bir örneği buradan size aktarayım:
*
******
*
"Filmin sponsoru Akbank ve Sabancı Holding adına sunulan tanıtımda, bir bilimkurgu filmi gibi giriş yapılıyor ve 'Karanlık, hep karanlık' denilerek yola çıkılıyor. Böylece; Mustafa filmi ile Can Dündar'ın o mutlak karanlığı (Batı'da şeytanı simgeleyen ) aydınlattığı izlenimi zihninize sokuluyor. Böyle olunca, Atatürk kimliği o karanlığı sembolize ediyor.Yanlış: Mustafa'dan önce üç çocuğu ölen Ali Rıza Efendi-Zübeyde Hanım çiftinin, son çocuklarının mezarının bir kumsala kazıldığı iddia ediliyor.Doğrusu: Türkler; hiçbir zaman mezarlarını deniz kıyısına gömmezler. Dere yatakları, hatta su basan ovalar bile mezarlık olarak kullanılmaz." Kaynak GÜNEŞ
*
*****
*
Tüm bunlara niçin cevap vermiyorsunuz? Hatta niçin özür dileyerek filmin yanlışlarını itiraf etmiyorsunuz? Hala ne bekliyorsunuz? Demek ki, siz gerçekten başka amaçlara hizmet için bu sözde belgeseli hazırlamışsıznız! Öyle olmasaydı yani masumane olsaydınız bu eleştirilere (ki bunlara cevap vermedikçe ve aksini ortaya koyamadıkça bunlar haklı eleştirilerdir.) verilecek bir cevabınız olurdu ardından filmi derhal geri çekerdiniz! Neyse zaten filminiz mahkemelik bile oldu! Siz Türk halkının önünde gerçek anlamda sanık durumuna bile geçtiniz! Kalplerdeki manevi mahkumiyetiniz ise çoktaaan tescillendi bile. Şayet sizi ilgilendiriyorsa bu mahkumiyet!...
*
*****
*
Doğrusu merak ediyorum, Atatürk'e borçlu olduğumuz bu ülkede, siz bu halkın içinden çıkmadınız mı? Siz bu devletin ekmeğini yemediniz mi? Siz bu memleketin en güzel olanaklarını kullanmıyor musunuz? Siz bu vatanın en güzel yerlerinde yaşamıyor musunuz? Siz bu bayrağın altında özgürlüğü yaşayıp, anayasanın tanıdığı vatandaşlık hakkını kullanmıyor musunuz? Siz bu memleketin havasını teneffüs edip, suyunu içmiyor musunuz? Siz bu milletin itibarını kullanmıyor musunuz? Siz bu ülkenin her türlü olanağını kullanıp, mutlu mutlu yaşamıyor musunuz? Nasıl olur da, bu kadar imkan ve olanaklara ihanet ettiniz? Nasıl olur da, bizleri yaralayıcı ve rencide edici bir filme imza attınız! Nasıl oluyor da ülke topraklarımız üzerinde gözleri olanları sevindirici gelişmeleri sağlatırsınız! Nasıl olur da sizin bu filmle, tarihe altın harflerle imza atmış dahi kişiyi ayaklar altına alabildiniz (!)?
*
*****
*
Atatürk'ü, sizin filminizle tanımaya hiç itibar etmeyecek olan büyük TÜRK MİLLETİ sizi asla AFFETMEYECEK! siz şimdi belki hesaplarınız içerisinde olan ödülleri, şanları, şöhretleri hesap ediyor olabilirsiniz; ama biliniz ki, yalnız adam olarak kalacaksınız! Şayet yabancı ülkelerde yaşıyor olsaydınız, acaba hangi özelliğinizle, bu kadar güzel hayat sürebilirsiniz, onu da ayrı bir soru olarak, lütfen değerlendiriniz!
*
********
*
Devlet onurumuz! Bayrak gururumuz!, İstiklal Marşı ise bizim yeminimizdir! Bilmem bu düsturlar size bir şeyler hatırlatıyor mu?!...Bu bağlamda son bir hatırlatmam olacak;
Lider dediğin ATATÜRK gibi OLMALI.
Büyüklük odur ki kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın. Memleket için gerçek ülkü ne ise onu görecek ve o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, seni yoldan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen burada direneceksin. Önünde sonsuz engeller yığılacaktır. Kendini büyük değil, küçük, araçsız hiç telakki edecek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacak, ondan sonra sana büyüksün derlerse bunu diyenlere güleceksin.
Oldu mu VATAN
Öldü mü EFSANE olmalıdır! Tülay GÜRDAL

12 Kasım 2008 Çarşamba

Atatürk'ü Özlüyoruz!

















Büyük Önder, kurucu Mustafa Kemal ATATÜRK; aramızdan ayrılalı 70 yıl oldu. O'nun yokluğunu her geçen gün biraz daha fazla hissediyoruz. Özellikle de yaşadığımız bu bunalımlı günler; her ne kadar dünyanın ekonomik anlamda krize girmesi bahane gösterilse de geçek olan ülkemiz ve üzerinde yaşadığımız coğrafyanın büyük güçler tarafınca paylaşımı hesaplarının kapıya dayanması olgusudur. İşte şartların 1919'u aratmayacak durumda oluşu, doğal olarak eşsiz Atatürk'ün ruhu ve fikirlerinin önemini bir kez daha hissetirmiş oldu.
*** *
Geldiğimiz bu nokta milletçe kendimizi sorgulamayı zorunlu kılmaktadır. Artık hoyratça geçirdiğimiz yılların hesabını sanıyorum ki, çocuklarımıza ve gençlerimize vermekte zorlanacağız. Zira hepimiz sorumluluklarımızı layıkıyla yerine getiremedik. Yıllarca Atatürk'ü şekilsel olarak tanımladık. O'nun ilke ve devrimlerini galiba ne iyi anlayabildik, ne de iyi anlatabildik! Bu büyük şahsiyeti bizden başka herkes çok iyi anladı ve yorumlayabildi. Hatta öyle ki, ülkemiz üzerinde emelleri olanlar, çıkarlarını kollayabilmek için Atatürk'ün fikirlerinden ve Atatürk Cumhuriyeti'nden vazgeçmemiz için sürekli talimatlar veriyorlar. Bunu yaparken de iç kamu oyunda "demokratikleşme" adıyla yola çıkıp, insanlarımızı aldatma peşine düştüler. Bir yandan da bu fikirleri savunduğumuz için bizleri çağdışılıkla suçluyorlar. Demek oluyor ki; bu vakte kadar biz çağdışı (!) yaşamışız!
*****

Öyleyse, biz Türkleri çok sevdikleri için, bizim yararımızı kollayarak fikirler veriyorlar. Doğrusu bu şefkate ve kollamaya karşı çok duygulandım! Meğer tarih boyu bizleri düşman belleyenler, üzerimize Haçlı Ordu'larını salanlar, çok değil 85 yıl öncesine kadar ülkemizi fiilen işgal ederek Anadolu'nun dört bir yanını yakıp, yıkıp bin bir vahşeti sergileyenler, meğerse bizlerin iyiliği için yanıp tutuşuyormış da, bizim heberimiz yokmuş! Sonra yine Atatürk'ün, "din düşmanı" olduğunu habire yayıyorlar. Yine ben anlayamamışım; biz müslümanları kollayan ve koruyan bu haçlı zihniyeti "Atatürk müslümanlığın önünde engel" diye tanımlamalarda bulunarak müslümanlığı övme (!) ve yaşatma (!) uğruna büyük çabalar harcadıklarını öğrendim ve gözlerim yaşardı! Şimdi böyle savunucularımız ve kollayıcılarımız vardı da biz niye Kurtuluş Savaşı verdik? İşte orayı bir türlü çözemedim! Onlarca Haçlı Seferleri düzenlendi acaba bu ne demek oluyordu? Bizi çok seven AB ve ABD Atatürk'ü niçin sevemediler ve de O'nun fikirlerinden hala ürkmektedirler? Yoksa biz bu fikirlere sahip çıkdıkça, onlar emellerine ulaşamıyacaklar da ondan mı dersiniz? Bilmem; artık bu kadarcık basit soruyu herhalde çok rahat cevaplayabiliriz ve değerlendirebiliriz diye düşünüyorum! Şayet tarihe şöyle bir bakarsak, İşte bu sorunun yanıtı, tarihin her sayfasında bir bir görülecektir.
****
Oğuz Kağan, Doğu'da, Batı'da, Kuzey'de, Güney'de; NÖBETTE!
Bilge Kağan, gökte, yerde; NÖBETTE!
Alpaslan, Anadolu'nun kapısında; NÖBETTE!
Osmangazi, "o" ağacın gövdesinde; NÖBETTE!
Fatih, Bizans surlarında, adalette ve NÖBETTE!
Yavuz'un yüzünde barış, Kanuni muhteşemliğin zirvesinde...
ATATÜRK, 19 Mayıs'ta; düşman pusuda: İzmir'de, Antalya'da, Konya'da...
Ve milli şairimiz Mehmet Akif ERSOY; "O şiir bir daha yazılamaz, O'nu ben de yazamam. O'nu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lazım. O şiir artık benim değil, milletin malıdır. Benim, millete en kıymetli hediyem budur. Allah bir daha bu millete bir İstiklal Marşı yazdırmasın." ifadesiyle sanıyorum son noktayı koymuştur.
*****
Sırası gelmişken ara ara ortaya atılan ve ağızdan ağıza gezen bir çağdışılıktan (!) daha söz ediliyor; "Nedir o?" derseniz "İstiklal Marşı'mızın değiştirilmesi" yönünde şimdilik nabız yoklayıcı sözler!...Bilahare zamanı gelince aynı terane ile bu baskı da yapılacaktır!
*****
Atatürk Türk halkının sinesinden çıktı ve yine Türk halkının sinesine döndü! Bunu cümle alem böyle bilsin! "Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. " diyen de Atatürk'tür! O halde "Ne mutlu Türk'üm diyene!" ifadesini büyük bir gururla ifşa etmenin heyecanıyla, O'na Allah'tan rahmet dileyerek ruhu şad olsun diyorum! Sevgi ve saygılarımla!

8 Kasım 2008 Cumartesi

Aleviler Azınlık Değildir, Kurucudur!











Son günlerde görsel ve yazılı basında Alevi vatandaşlarımızın adını öne çıkaran haberlere sıkça yer verilmektedir. Hayretle ve merakla izlediğim ve bir o kadar da anlamaya çalıştığım olayları hem de önemli yayın kuruluşları gerçekleştirmektedir. Ardından bir dizi konuşmacılara yer verilerek konu üzerinde enine boyuna tartışmalar yapılıyor, harıl harıl dikkatleri bu yöne çekmenin gayretleri son sürat sürdürülmektedir.

******

Kendi kendime şu soruyu sormadan da edemiyorum; bu kadar kargaşa ve sıkıntı içerisinde nasıl oluyor da, bu konular ortaya atılabiliyor? Hani ağır olaylara maruz bırakılarak milleti birbirine kırdırma girişimleri var ya? İşte ardından da bir türlü çözüme ulaştırılmayarak çözümsüzlükle, benzettiğim üzere derin dondurucuya konulup, zamanı gelince de oradan çıkartılarak ısıtılıp ısıtılıp önümüze koyarlar ya!.. İşte öyle bir misalle, biz de yersek kargaşaya devam edilecektir. Sonuç mu? Yara habire kaşınıyor, dikkatler çekiliyor ve nihayetinde insanlar bileniyorlar! Ne zamana kadar derseniz, işte bunun cevabı bizler birbirimizi düşman belleyene kadar!

****

Şimdilerde derin dondurucudan çıkarılan "Sivas Olayı". Bu acı ve bir o kadar da vahim olayın üzerinden tam 15 yıl geçti. Ama bakınız hala bir türlü olayı noktalayıp, yaşanılan bu vahşeti milletçe acıyla kalbimize bir türlü gömemiyoruz. "Niçin?" derseniz işte bu neviden olaylarla sürekli bir şeyleri karıştırma ve yaratma peşindeler. Kardeşçe yaşamımızı zedelemek için düzenlenen bir tezgah olarak görüyorum. Evet, bir kaç gün öncesine kadar, mahkemenin zaman aşımı kararı gündeme taşındı; ardından birileri Alevi vatandaşlarımızı ayrıştırmak için, işte miting düzenleme planı ortaya atıldı. Tüm bu gelişmelerin zamanı çok ilginç değil mi? Bütün sıkıntıların yaşandığı bugünlere denk gelmesi yoksa bir tesadüf mü? Elbette ki Alevi yurttaşlarımız bu oyunun farkına varacak kadar da sağduyulu ve yurt sever insanlardır. İşte bu düşüncemi haklı kılacak son derece yerinde yapılan bir açıklamayı sizinle paylaşmak isterim:

******


"Alevi mitingine karşı olduğunu söyleyen Cem Vakfı Genel Başkanı Prof. Dr.İzzettin Doğan, “Bu mitingin liderliğine soyunanların Avrupa'dan kaynaklı tipler olduğunu ve Alevilikle ilgisinin olmadıklarını biliyorum. Yani ismi Alevi ama cismen ne Cemevlerine giderler, ne Alevi ritüellerine katılırlar, ne peygamberi tanırlar ne Kuran'ı tanırlar ne de Muhammet’i.” dedi.
Mitingin Alevilerle bir ilgisi olmadığının altını çizen Doğan’a göre amaç şu: “Bugün Türkiye’de bir Kürt hareketi var. Şimdi Alevileri de harekete geçirmeye çalışarak burada bir destek arayışının Alevi bayrağı altında yapılması sağlanmak isteniyor. Ve hiç şüpheniz olmasın, ve oraya Alevi yurttaşların itibar edeceğini katılacağını zannetmiyorum.
Zorlu bir süreçten geçildiğini belirten Doğan’a göre Aleviler sokağa çekilmeye çalışılıyor." Vatan Gazetesi

******

Görüldüğü üzere tüm tahrik ve yara kaşımaların altında bir azınlık çıkartıp, oradan milletimizi ayrıştırma peşindeler! Bu neviden olayları serinkanlılıkla takip etmek hepimizin en önemli sorumluluğudur. Bu ülke kanla kazanıldı. Büyük Atatürk'ün önderliğinde etnik ayrım gözetmeksizin omuz omuza çarpışarak vatan toprağının sınırını çizdik. Elbette Alevi vatandaşlarımızın da haklı sorunları vardır. Ancak bu sorunlar öncelikle vatan varsa ele alabiliriz. Parçalanan, yok edilen bir milletin isteği de olmaz, yaşama hakkı da olmaz. O halde önce beraberliğimizi sağlam tutarak, orta çağ etnik ve mezhep ayrılığını şiddetle kabul etmeyeceğiz! Etnik ayrımcılığa tabi olmayan ve herkesin yurttaş olarak değerlendirildiği Atatürk Cumhuriyeti'ne hepimiz sahip çıkacağız! Hiç bir etnik ırk, mezhep bir diğerinden üstün ya da aşağı olamaz! Hepsi de ONURLUDUR! Ve biz TÜRKÜZ, hepimiz KARDEŞİZ! Nitekim milletimizin böyle bir huyu da yoktur. Zira, et tırnak olarak geldiğimiz bugünde, birbirimizden kız alıp, kız vermişiz! O halde nasıl ayrılır ve birbirimize düşman olabiliriz?!

*****

Tüm bunlar beyhude çalışmalardır! Bizler Türk Ulusu olarak geçmişte olduğu gibi bugünde birlikte geleceği kucaklıyarak yeni çağlar açacağız! Planlandığı üzere parçalanıp, bölünerek orta çağ karanlıklarına geçit vermeyeceğiz! Irak çok yakın ve canlı bir örnek olarak gözümüzün önünde duruyor. İşte orayı etnik ırk ve mezheplere böldüler! Sözde demokrasiyi (!) getirdiler! (diğer müslüman bölgelerde dahil) Sonuç; "6.5 milyon çocuk babasız kaldı... Yaklaşık 150 bin kadına tecavüz ve işkence edildi 2.5 milyon kadın dul kaldı, 60 bini psikolojik tedavide." Bu rakamsal veriler Yeniçağ Gazetesinden alınmıştır. Sevgi ve Saygılarımla!

6 Kasım 2008 Perşembe

Obama; "Rüya Gerçek Oldu!" Diyor...











Amerika, başkanını seçti. Amerika çok yakın bir tarihe kadar siyahların varlığını kabul etmeyen, köle anlayışıyla baktığı ırkdan bir kişiyi başkanlığa getirmekle, eski büyükelçi Ross Wilson'un dediği üzere gerçekten"amerikan mucizesi" mi oldu dersiniz? Belki öyle bakılabilir; ancak "mucize" diyebilmek için tabiat üstü veya insanın aklının alamıyacağı bir şey olması gerekiyor. Oysa olağanüstü olarak görülen ve bu olağan dışı gösterilen olayın aslında ince bir plan olduğu aşikar.


Evet, büyük Atatürk'ün de"İnsanları mesut edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak insanlıktan uzak ve son derece üzünülecek bir sistemdir. " ifade ettiği üzere; ülkelere demokrasi getireceğim diye tepelerine binip, sonra da insanları birbirine kırdıran Amerika; dikkatleri dağıtarak, görüntü yenilemeye çalışıyor. Öyle ki, bu görüntü Amerika için bir mucize niteliği taşımalı. İşte nasıl desem, Amerika günah çıkarmaya çalışıyor. Amerika tüm dünyanın tepkisini çeken bir ülke olmaktan çıkmak istiyor! Amerika kapitalist erimenin içinden karlı bir şekilde sıyrılmak istiyor! Amerika, yine sömürüsünü kimseye kaptırmadan zenginliklerin üstüne bir kara bulut gibi çökmek istiyor! Evet Amerika yine tek süper güç olabilmek için hani şu "kurtarıcı ve iyi adam" rolüne tekrar dönme arzusu içinde. Yani kısacası iç ve dış kamuoyuna zenci bir kişiyi başkan seçerek kötü imajını yine sahtekarca silmek peşinde!!! Bu arada da başka bir düşünce ve plan çerçevesinde Afrika'ya ve müslümanlara da göz kırpmayı ihmal etimiyor. Zira, kirli ve zalim yüzü çok ayyuka çıktı!

Başka bir açıdan daha bakalım; Amerika Halkı artık savaş istemiyor. İnsanlar binlerce kilometre uzaklara ne için savaştıklarını dahi bilmeden çocuklarının, yakınlarının ölmesini istemiyor! Maliyeti her açıdan hızla büyüyen bu dava aslında küresel kraliyetin amaçlarına hizmet olduğunu ve bu savaşın Amerika halkı için olmadığını artık herkes çok iyi biliyor! İşte bu yüzden düşünülen, dünyanın da ihtiyacı gibi sunularak bir değişim rüzgarı estirmeden yana başkan "mucize"sini sanırım böyle algılamak gerekiyor.


ABD'nin askeri yığınak yerine eskiden olduğu gibi kültürüne ve eğitimine ağırlık vereceğini söyleyen OBAMA aynı zamanda Irak'dan çekilme dengelerinin oluşumuyla olacağını ifade etmiştir; ki buradan söylenildiği üzere daha yumuşak bir yaklaşımla Irak'dan askerlerini çekebileceğini hiç zannetmiyorum. Zira bir gerçek var ki Amerika dış politikasında kim gelirse gelsin sapma olmaz. Ancak çıkarları neyi gözetiyorsa o doğrultuda hedeflerine ilerlemeyi ilke edinmişlerdir. Nitekim Bu bölge için planlar 50 - 100 yıl önceden hesaplanmıştır. Yani rastgele girişim olmadığı gerçeğini hiç aklımızdan çıkrmamak gerekiyor. O halde bizlerin de çok dikkatli ve temkinli hareket etmemiz gerekiyor. Öyle Kenya'nın bayram havasında izlediği gibi olayları değerlendirmek bence büyük bir saflık olur! Buradan Obama'nın kapalı bir kutu olduğunu çok iyi görmemiz gerekiyor. Obama herşeyden önce bir Amerikalı ve bu doğrultuda eğitim almıştır. Ondan ötesi tamamiyle bir hayal ürünüdür!
*****
Bu arada Amerika'da hızla etkisini gösteren krizin ekonomik hayatı yeniden canlandırabilmek için Ataürk'ün devletçilik politikası izlenme yolu çoktan seçildi bile. Bizlere gelince ulus anlayışını terketmemiz yönünde talimatlar verenler kendilerine gelince durum tam tersi olmaktadır. Atatürk'e her fırsatta saldırarak bizlere üstü kapalı mesajlar vermeye çalışan Amerika, acaba bunu neden yapıyor diye bir düşünmemiz gerekiyor! Yoksa bizi çok seviyor, yüce dinimizi korumaya mı soyundu dersiniz? O halde öyle bir niyetleri varsa bir an evvel müslüman kıyımına derhal bir son verip, mesela Fuller ilk adımı atarak müslüman olsun! Ondan sonra Atatürk'ün dinimize nasıl baktığını bize anlatmaya kalksın! Sonra bizler bu kişilerin anlatımıyla Atatürk'ü ve dinimizi değerlendirecek değiliz! Onlar kendilerine bir baksınlar; ahlakın tamamen bittiği ve bunun arayışı içerisine giren kitlelerin içi boşalmış bir haç etrafına sarılmayı sorgulasın ve sorgulatsınlar!

Ahlaken ve siyaseten yerlerde sürünen Amerika; herşeye rağmen OBAMA'nın seçilmesiyle tüm dünyaya gerçekten bir moral olmasını umut ediyorum. Tabii ki, şu gerçeği unutmadan; OBAMA sadece ve sadece Amerikan halkının BAŞKANIDIR!!! Yani bizlerin değil! Tüm bu gelişmeleri çok dikkatle takip ederek değerlendirmeyi aziz milletimizin dikkatlerine bir bakış açısı olarak sunmak istedim. Sevgi ve saygılarımla!

4 Kasım 2008 Salı

CIA Şefi Graham FULLER'in Küstahlığını Cüretkarca Sergileyen İşte O sözleri!...


















Fatih ÇEKİRGE 3 KASIM 2008 / HÜRRİYET


İşte her şeyi anlatan satırlar
Bakın CIA kafası Mustafa Kemal'i nasıl tanımlıyor.


ŞİMDİLERDE, eski CIA şefi Graham Fuller’in kitabını övüyorlar... Demiş ki: "Türkiye yüz yıl sonra yeniden büyük güç oldu."O kitapta bir paragraf daha var. Ankara’nın eski CIA uzmanı şöyle diyor:

"Kemalist Türkiye, Müslümanlar ve özellikle Araplar ile Türklerin kadim bağlarının tümüyle reddini temsil etmektedir."

"Daha da ötesinde Kemalist Türkiye, İslam’ın bir din olarak aşağılanmasını..... Müslüman gücünün zayıf düşürülmesini
temsil etmektedir."

İşte budur... Mustafa Kemal ve arkadaşlarının emperyalizme karşı mücadelesini ve çağdaş devlet projesini sürekli olarak
"din düşmanlığı" gibi göstermeye çalışan kafa işte budur...

CIA kafası...

Bu kafa ve tespit, "ılımlı İslam modeli"ni ortaya atmıştır.

Kravatlı "snop"ların, Washington’da "çabuk yükselmek" için Potamak Nehri’ne doğru bakarak, "Müslümanlar nasıl ehlileştirilir" diye sordukları yerdir orası..."

İncil’e uygun Kuran... Emperyalizme uygun Müslüman" projesi böyle çıkmıştır.

Düşman Sovyet mi?

Türkiye’de Müslümanlığı destekleyin. Solcuları asın... Gladio’yu kurun. Afganistan’da Taliban’ı silahlandırın...


Düşman İran mı? Türk ordusunu önemseyin. Dini ve etnik kimliği kullanın. Arabı Türk’e, Kürt’ü Türk’e...

Budur işte o kafa...

Kitabın adı Yeni Türkiye Cumhuriyeti... Fuller’in kitabını okuyunca "Bush kafası"nın, dini, etnisiteyi, gücü ve parayı kullanarak dünyayı ne hale getirdiği daha iyi anlaşılıyor.

Ne yazık ki, bugüne kadar dünyayı "siviller" değil, bu paranoyak "CIA kafalılar" yönetti.


******

Evet bu Graham FULLER'e verilecek cevabım, 08 Ağustos 2008 Vatan Gazetesi köşe yazarı Can ATAKLI'nın yazısı aynen
şöyle diyor:


*****

"Nevzat Yalçıntaş program sırasında Atatürk’le ilgili küçük bir anekdota yer vererek “Suudiler 1926 yılında sınırları içinde tüm mezarlıkları yıkıyorlardı. Atatürk sıranın Hazreti Muhammed’in kabrine geldiğini öğrenince bir telgraf çekerek, ‘Eğer bir tek taşına bile dokunursanız ordumu aşağı gönderirim’ demişti. Bunun üzerine Suudiler Hazreti Muhammed’in
kabrine dokunamamıştı. Ama bu telgraf yok edildi” dedi.


1981 yılında 12 Eylül askeri yönetimi Atatürk’ün 100. doğum yılı nedeniyle kapsamlı bir program hazırlamış. Prof. Yalçıntaş o dönemde İlim Kurulu’nun başına getirilmiş. Amaç Atatürk’le ilgili çeşitli kaynaklardan arşiv araştırması yapmak ve “bilinmeyen Atatürk’ü” ortaya çıkarmakmış.


Yalçıntaş, “Dışişlerinde Münir Bey vardı. (Soyadını hatırlayamadı) İyi bir araştırmacı ve arşivciydi. Ona Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin araştırılması görevi verilmişti” diyerek anlatmaya başladı.

Sonra da sürdürdü: “Bir gün Münir Bey aradı. Çok ilginç bir belge bulduğunu, bunu getirip göstermesi gerektiğini söyledi. O sırada benim çalıştığım başbakanlık binası ile dışişleri binası aynı yerde. Hemen atlayıp geldi. Çok heyecanlıydı.”

Prof. Yalçıntaş, Münir Bey’in gösterdiği belgeye baktığında çok şaşırdığını belirterek şöyle devam etti: “Belge bir telgraf metniydi. Henüz yeni kurulan Suudi devletinin kralına gönderilmişti. Telgrafta ‘Hazreti Muhammed’in mezarının yıkılacağını derin üzüntü içinde öğrendim. Bu kutsal emanete asla dokunamazsınız. Bir tek taşının bile zarar gördüğünü duyarsam orduyu aşağıya gönderirim’ anlamına gelen cümleler vardı.”

Yalçıntaş, burada Hazreti Muhammed’in mezarı ile ilgili kısa bir detay anlattı. İngiliz işgali sırasında komutan olan Fahrettin Paşa’nın kabri terk etmemek için uzun süre direndiğini, aç kaldıklarını bu nedenle çekirge yiyerek beslendiklerini, sonunda İngilizler’in hiçbir şekilde dokunmamaları kaydıyla Hazreti Muhammed’in mezarını terk ettiklerini ancak kutsal emanetleri de yanlarına aldıklarını söyledi.

Şimdi gelelim belgenin bulunmasından sonraki gelişmelere, çünkü vahim ve ilginç olan bu:Nevzat Yalçıntaş’ın anlattığına göre Münir Bey belgeyi önce bir üst amirine götürüyor. Belge oradan daha yukarı taşınıyor. Sonunda müsteşara oradan da Bakan İlter Türkmen’e geliyor. Tabii Evren Başkanlığı’ndaki Milli Güvenlik Konseyi’nin de haberi oluyor.

Sorun şu: Bu belge ne yapılacak? Dönemin Atatürkçü komutanları ve onların emrindeki bürokrasi bu belgenin açıklanmasını istemiyor. Ancak belge de ortaya çıkmış bir kere. Sonunda o dönemde yazılan ve şimdi kitapçılarda tek nüshası bile kalmayan bir Atatürk kitabının içine, hiçbir anons yapılmadan konuyor.

Kısacası konu adeta kapatılıyor, sadece o tuğla gibi kalın kitabı sonuna kadar okuyanların dikkatini çekecek biçimde “zevahiri kurtarmak” adına konuyor.Peki bu belge şimdi nerede? Kimin koruması altında? Bu da bilinmiyor. Bilinen tek şey, Atatürk’ün İslam aleminin peygamberi Hazreti Muhammed’in mezarının ortadan kaldırılmasını önlemesi herkesten
saklanıyor.

HAZRETİ MUHAMMED MESCİDİ NEBEVİ’de YATIYOR

Hazreti Muhammed 571 yılında doğdu 632 yılında vefat etti. Peygamberimiz Medine’de oturduğu evde toprağa verildi. Bu mezar bugün dünyanın en büyük camisi olan Mescidi Nebevi’nin içinde.

Mescidi Nebevi, Hazreti Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göç etmesinden sonra ilk namaz kıldığı yer. Hazreti Muhammed, Medine’de oturduğu evin hemen yanına kentin ilk mescidini inşa ettirmişti. Bu mescit geçen yıllar içinde defalarca yenilendi. Bugün 600 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği Mescidi Nebevi’nin korumasını çok uzun yıllar Osmanlı askeri yapmıştı.

Arabistan’da mezar adeti yoktur. Ölüler herhangi bir yerde toprağa verilir, üzerine belirleyici bir şey konmaz. Bu nedenle sadece Hazreti Muhammed’in mezar yeri ile ilgili bilgi vardır. O’nun dışındaki İslam büyüklerinin mezarlarının yeri bilinmez. Bir süre önce Hazreti Muhammed’in annesine ait olduğu ileri sürülen bir mezar ortaya çıkarılmıştı. Ancak Suudi yönetimi bu mezarı da ortadan kaldırmış ve yerine otopark yapmıştı.

Atatürk’ün müdahalesi olmasa Suudiler, Mescidi Nebevi’nin hemen dibindeki Hazreti Muhammed’in mezarını da tamamen ortadan kaldıracaktı. Nitekim Hazreti Muhammed’le aynı yere defnedildikleri bilinen Sahabe’nin önde gelen isimlerinin mezar yerleri bugün dümdüzdür."

*******
Fatih ÇEKİRGE 3 Kasım 2008 tarihli yazısıyla CIA ajanının Atatürk'ü "din düşmanı" olarak karalanması yönünde ki istek ve çabalarını belirten yazısı ile bu yöndeki uğraşları boşa çıkaracak ve üstelik de büyük Atatürk'ün yüce dinimizi korumak ve kollamak için üstün gayretlerini gün ışığına çıkaracak belgelerin varlığından söz eden Can ATAKLI'nın yazısı sözün bittiği yeri işaret etmektedir!


Gün, bu oyunları elimizin tersi ile itme günüdür! Gün büyük Ataürk'ün ilke ve devrimlerini sahiplenme günüdür! Gün tüm değerlerimize ve kardeşliğimize sarılma günüdür! Büyük Atatürk'ün " Bir ulus sımsıkı birbirine bağlı olmayı bildikçe yeryüzünde onu dağıtabilecek bir güç düşünülemez." sözünü milletimize hatırlatmayı kendime görev sayıyorum! Sevgi ve saygılarımla!