29 Mart 2010 Pazartesi

Çocuklarıma Vasiyet; Satılmaz Haysiyet


















"Alkışı en sessiz şekilde karşılayan, alkışı hak etmiş demektir." Konfüçyüs



Rus matematikçi 100 yıllık problemi çözdü. Ödül olarak kazandığı 1 milyon doları ise geri çevirdi.

Yapılan titiz sağlamalarla çözümün doğru olduğu tespit edilen problemin, kainatın biçiminin saptanmasında yardımcı olabileceği belirtiliyor. Hürriyet, 23.03.2010


Günümüzde özellikle paranın her şeyin önüne geçtiği bir dönemde, normal insanın hayatını başlı başına değiştirecek boyuttaki bir paranın reddedilmesi, gerçekten olağanüstü bir davranış... Ayrıca ahlâkın ve insani değerlerin para uğruna yerle bir olduğu sürecin içerisinde olduğumuzu düşünürsek bu haber, insanlara tokat gibi bir cevap diyebiliriz...


Öte yandan dünya klasikleri arasında önemli yer tutan eserlerde, çoğu zaman insanın üstün vasıfları arasında yer alması gereken ahlâkı ve vicdanı konu yapan Rus yazarların güçlü karakterleriyle insanlara bıraktığı derin izleri, yüzyıllar sonrasında dahi okuyanlar tarafından tartışmaya götüren sorgulamalar devam etmektedir... İşte bu kişiliklerin üzerimde bıraktığı etkilerden olsa gerek ki bu haberle birlikte, Dr. Grigory Perelman'ın kendisine verilmek istenen yüklü miktardaki parayı, tıpkı vicdanıyla hesaplaşan ve ''Ben vicdanın ikinci bir kanun koyucu olduğuna inanıyorum, bizim yakalayamadıklarımızı o kaçırmaz!" (Dostoyevski, Suç ve Ceza) diyen, "Raskolnikov" gibi; "Para veya ün beni ilgilendirmiyor. Hayvanat bahçesindeki bir hayvan gibi sergilenmek istemiyorum. Matematik kahramanı değilim. O kadar da başarılı değilim, bu yüzden herkesin gözünü bana dikmesini istemiyorum" diyerek reddetmesi, aklıma insanın bu denli yüksek onurunu "halen" koruyor olmasını getirdi.


Yine aynı şekilde “Anna Karenina”, “Diriliş”, “Savaş ve Barış” gibi ölümsüz eserlerin sahibi edebiyatçı TOLSTOY, 1901 ve 1902'de Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilmiş ve jüri tarafından reddedilmiştir. Tolstoy bunun üzerine şu açıklamayı yapar: “Umurumda değil. Üstelik genellikle son derece gerekli ve yararlı sayılan, ama benim her türlü kötülüğün kaynağı olarak gördüğüm parayla ne yazık ki ilgilenmek zorunda kalacağım bir durumdan kurtulduğum için çok memnunum.” sözleri...


"Ülkesindeki uygulamaları eleştirmekle, vatanını savunmak arasındaki ince çizgiyi olağanüstü bir şeklide gerçekleştirebilmiş bir yazar:
Boris Pasternak. Çağımızın tartışmasız en büyük yazarlarından biri. En tanınmış romanı Doktor Jivago".


Batı dünyası çıkan her fırsatı kendi lehinde -her zaman olduğu gibi- kullanmaya çalışmaktadır. İşte fırsat ayaklarına gelmiştir. Zira Pasternak, bir rejim aleyhtarıdır. Kitaplarında da Sovyet Devrimini eleştirmektedir. Bu fırsatı değerlendirmeye çalışan Batılı güçler, Boris Pasternak'a 1958 yılında Nobel Edebiyat ödülü'nü verir.


"Pasternak yazarlığıyla bu ödülü çoktan haketmiştir; ama ödülün yazarlığı için değil ülkesini eleştirdiği için verildiğini anlayacak entellektüel birikime de sahiptir. Ödülü reddeder. Propaganda makinesi çalışmaya başlar. Reddetme gerekçesi hemen yaratılır. Sovyetler Birliği yönetimi yazarın ödülü almasına izin vermemiştir. İşte bu noktada Boris Pasternak, Nobel ödül komitesine bir mektup yazar:
'Romanımın çevresinde gelişen siyasi kampanyanın kazandığı boyutları görünce ve Nobel ödülünün bana verilmesinin, çok çirkin sonuçlara varan siyasi amaçlı bir karar olduğu kanısına varınca kimsenin zorlamasıyla değil kendi irademle ödülü reddettiğimi belirtirim' "


1964 senesinde Jean Paul Sartre'ın "Les Mots" (Sözcükler) adlı eseriyle kendisine lâyık görülen Nobel ödülünü “Ben eserimi yaratırken yeterince ödül aldım. Nobel bana bir şey katmaz, tam aksine beni aşağıya çeker. Nobel ödülü, tanınma peşinde olanlar içindir. Ben yaptığım her şeyi severek yaptım, en güzel ödül buydu.” sözleriyle reddetmiştir.

Demem o ki, paranın, şöhretin ve gösterişin hüküm sürdüğü bu dönemde onurlu ve dik duruşu her şeye rağmen gösterebilen ve özellikle de hak ettiklerine yürekten tartışmasız katılacağımız bilim adamlarının bu saygın davranışına dün olduğu gibi bugünde tanıklık etmemizdir... Bugün "Petersburg'da karafatmaların istila ettiği küçük bir dairede oturan 44 yaşındaki Dr. Grigory Perelman, kapı aralığından yaptığı açıklamada, parayı istemediğini belirterek, "Ben istediğimi aldım" diyebilen bu kişiye, saygılarımızı sunmak gerekir diye düşünüyorum!..


Bilmem; "sefil" bir yaşama rağmen bu sözleri söyleyebilecek onurlu davranıştan, kendilerine ders çıkaracak kimseler çıkar mı?!

Sevgi ve saygılarımla!

25 Mart 2010 Perşembe

Birbirimizle Değil, Çevre Kirliliği ile Savaşalım












Çevre bekçi ile değil, akıl ve sevgi ile korunur.




"Yan yana duran ağaç topluluklarından çok daha fazlasıdır orman. Hayvanların ve bitkilerin yuvası aynı zamanda da sağladığı oksijenle, insanoğlunun hayat kaynağıdır. Tüm bunların yanında, toprağı; yani "yaşam"ı, en büyük tehdid olan erozyondan koruyan, su varlığımızı zenginleştiren bir örtüdür orman.

Ne yazık ki insanoğlu ormanın kendisine sunduğu tüm bu güzellikleri, faydaları görmezden gelerek kişisel çıkarlar uğruna ev yapmak, fabrika inşa etmek, tarla açmak, maden çıkarmak, kimi zaman sadece yok etmek için acımasızca ormanları kesiyor, yakıyor, işgal ediyor.


Kişisel çıkarlar uğruna tahrip ettiğimiz ormanlar Dünyamıza ve üzerindeki tüm canlılara hayata veriyor. TEMA Vakfı 21 Mart Dünya Ormancılık Günü ve Orman Haftası'nda Bir kez daha ormanların ve yeşil örtünün topraklarımızı erozyondan korumak için ne kadar önemli olduğunun altını çiziyor ve SİZİ, "dikili bir ağaca" sahip olmaya davet ediyor. Yapacağınız bağışlarla, bir fidanı toprakla buluşturabilir, Türkiye'nin çöl olma riskine karşı verdiğiniz bu 18 yıllık mücadelemizin haklı gururunu paylaşabilirsiniz.

Doğal ormanlarımızı koruyalım, ağaçlandırma çalışmalarına destek vererek orman varlığımızı arttıralım.

Türkiye Çöl Olmasın!

TEMA Vakfı " www.tema.org.tr

Bu bildiriden sonra durup bir düşünmek gerekiyor. Zira her geçen gün ormanlarımızın hızla azaldığı güzel ülkemde, yaşam kaynaklarının da bir yandan tükendiği gerçeğini hatırlatmadan geçemeyeceğim. Ormanlar bizim için hayat kaynağı; bu bilinçle hareket etmek hepimizin en önemli ödevi ve sorumlulukları arasında yer alır.

O halde "ne yapabiliriz?" sorusuna izninizle en kestirme ve kolayca bir cevap vermek isterim: Mesela, her alış-verişte verilen o süslü püslü ambalaj poşetlerini almasak diyorum... Bundan biz, hiç bir şey kaybetmeyiz; ama biliniz ki doğa, çok şey kazanacaktır! Özellikle boşa giden "karton çanta"lar için, ağaç kıyımına az da olsa bir katkımız olmaz mı dersiniz? Ben bunu hep yapıyorum; ve de altını çizerek "çevreye katkım olsun!" ifademe, şaşkın bakışlar arasında karşılık olarak "teşekkür" etmeyi de ihmal etmeyen çalışanların, nazikçe bir tebessümünü hak ediyorum! :)

Dünyada ortak bir çevre bilincinin oluşturulması dileğiyle...


Sevgi ve saygılarımla!

21 Mart 2010 Pazar

Mücadelenin Estetiği Şiirle...














"Bu dünya düşünenler için bir komedi, hissedenler için bir trajedidir."



"New York’un Brooklyn Köprüsü’nde dilenen bir kör dilenci varmış. Köprüden gelip geçenlerden biri adamcağıza günlük gelirinin ne kadar olduğunu sormuş. Dilenci iki dolara zar zor ulaştığını söylemiş. Yabancı bunun üzerine kör dilencinin göğsünde taşıdığı ve sakatlığını belirten tabelayı almış, tersini çevirip üzerine bir şeyler yazdıktan sonra dilencinin boyuna asmış ve şöyle demiş: “Tabelaya gelirinizi arttıracak bir şeyler yazdım. Bir hafta sonra uğradığımda sonucu söylersiniz bana”. Dediği gibi bir hafta sonra gelmiş. Kör dilenci:
“Bayım size nasıl teşekkür etsem azdır. Şimdi günde on-on beş kadar topluyorum. Olağanüstü bir şey. Tabelaya ne yazdınız da bu kadar sadaka vermelerini sağladınız?” demiş.
“Çok basit, diye yanıtlamış adam, tabelanızda ‘Doğuştan kör’ yazıyordu, onun yerine ‘Bahar geliyor ama ben göremeyeceğim’ diye yazdım.” Özdemir İNCE, Hürriyet 21.03.2010



Bugün -21 Mart- "dünya şiir günü" olarak kutlanmakta... Şiir denilince yoğun yaşanan duyguların, manzum anlatım biçimi aklıma geliyor. Zira duygu ve düşüncelerin sanata dönüşmüş halidir şiir. Hiç farkında olmadan bolca yaşadığımız bu yönümüzün sanata dönüşmesi aslında, insanın duygularının ruh ve sezinlerle açığa çıkmasıdır. Anadolu insanı bu yönüyle oldukça yetenekli. Zira doğal süreçte ortaya çıkardıkları ağıtlar, türküler, ninniler, maniler bunu gösteriyor.


Mahalli sanatçıların zenginliği ise, Anadolu'ya ayrı bir tat, ayrı bir özellik katmaktadır. Anadolu insanının duygularını, düşüncelerini ağıtlarla, türkülerle, manîlerle ve ninnilerle dile getirmesi, onun ne kadar birikimli ve zengin bir kültüre sahip olduğunun göstergesidir. O yüzdendir ki Anadolu insanın, duygularını yoğun yaşadığı için duygusal yönü ön plana çıkmıştır. Öte yandan yaşamak ve varlığını sürdürebilmek için her alanda topyekûn mücadele vermesini bilen bir özelliğe de sahiptir. Bu özelliğini ince ince, motif motif işleyen Anadolu halkı; yeri ve zamanı gelince de aynı zariflikte mücadelesinin estetiğini şiirleştirip, destana dönüştürmeyi de başarmıştır!


Sevgisini, aşkını, üzüntüsünü, kederini, savaşını, askerine ağıtını, bebeğine ninnisini, mutlu gününü manileriyle ve türküleriyle ifade edebilen yeteneğini saymakla bitiremeyiz. Anadolu toprakları gerçekten çok mukaddes.. Dolayısıyla duygu ve vicdan sahibi insanları bağrından çıkarmıştır... İnsanlığın ortak sorunlarına beraberce çözüm arayanların, ortak duygularını dile getirmede kullandıkları söz sanatının gücü, şiirlerle, manilerle bütünleşmiştir.


O vakit şiirin güzelliğini temelden hissederek yaşayan ve ortaya çıkaran bu toplumun bireyleri olarak, şimdilerde kaybolmaya yüz tutmuş değerlerimizin tekrar kazanılması için, toplumsal mücadelelerimizin neresindeyiz, diye bir değerlendirme yapabiliriz... Zira bencil yaşamaktan biran evvel çıkmak zorundayız!


Bunun için de insani duygularımızı yeniden harekete geçirmekle başlayabiliriz. Bu çok zor değil... Karşılık beklemeden yapılacak bir iyilik mesela... Samimiyetin yaşandığı gerçek sevgi; ve vicadanımızı harekete geçirecek duygu yoğunlukları... İşte bunları gerçekleştirmek, şiiri yaşamak olacaktır bence... Zira şiir, duygularla birlikte ortaya çıkar.


Yaşamınızın her alanını şiir gibi yaşamanız ümidiyle...

Sevgi ve saygılarımla!


20 Mart 2010 Cumartesi

Türk Hollywod Yolları'na Hoş Geldiniz!














"TÜRK'ün haysiyeti, onuru ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür." Atatürk



Güzel ülkemin güzel insanlarının harika sözleri vardır! Bunları işittiğimizde kâh güler, kâh hüzünlenir kâh etkileniriz... Ama neticesinde içinden çok güzel dersler, ince mesajlar çıkarırız! İşte TOSBAĞA sözcüğü de İç Anadolu bölgemize has bir kelimedir. Kaynağı Nevşehir'den geldiğini bildiğim "Tosbağa kabuğundan çıkmış da, kabuğunu beğenmemiş." atasözünü bugünkü yazıma konu edeceğim. Ancak söz konuya örtüşür mü, onu bilmem; ama düşünceyi analiz ettiğimde en güzel ders çıkaracak, espirili atasözlerimizden, ilk aklıma gelen bu oldu... Sonrasını da size bırakıyorum...


Bilirsiniz kaplumbağa çıktığı kabuğu beğenmezmiş... Velhasıl güzel ülkemde de ne yazık ki bu hastalığı taşıyanlar oldukça yoğun; ve hızla yayılmakta...


Eski Türk filmlerinde, fakir olan anne babayı arkadaşlarından saklayan evlatlar ve bulunduğu konumdan utanan "Batı hayranı" tipler olurdu. Filmi izlerken yüreğimizin sızladığı ve iç geçirdiğimiz o görüntüler; ne yazık ki şimdilerde film olmaktan öteye geçerek, ülkemizin gerçeği haline dönüşmeye başladı... Yani ülkesini, milletini, tarihini ve özellikle de kültürünü beğenmeme durumu dersek, konu daha anlaşılır olacak sanıyorum.

Neyse, bu türden bir yansımayı da maalesef bugünlerde THY'de bir kez daha görüyoruz:


"THY, reklam yüzü ünlü aktör Kevin Costner’ın yerine farklı bir isim arayışına girdi. THY Genel Müdürü Temel Kotil, bu yıl Kevin Costner yerine yeni bir ismin reklamlarda oynayacağını açıkladı. Görüşmelerin sürdüğünü belirten Kotil, en yakın sürede bu ünlü isimle anlaşmak istediklerini kaydetti. THY’nin görüştüğü kişilerin Oscar ödüllü Charlize Theron ve Nicole Kidman olduğu belirtiliyor. Görüşmelerin son aşmaya geldiği kaydedilirken, THY’nin yeni reklam yüzüyle özellikle First Class uçuşlarının tanıtımına ağırlık vermek istediği konuşuluyor.

THY, Oscar ödüllü Hollywood yıldızı Kevin Costner ile geçen yıl reklam filmlerinde oynaması için anlaşmıştı. THY’nin bu reklam filmi, 70 ülkede yayımlanmıştı. Ancak Costner’ın reklam filmine olan ilgi beklentilerin altında kalmıştı." 18.03.2010 / Vatan


Vallahi bu haberi okuyunca ruhumun içten içe acı çektiğine dikkat çekmek isterim. Zira "kabuğunu beğenmeyen tosbağa" misali insan kendi yaşadığı ülkesine ve milletine rağmen, sürekli bir propaganda şeklinde “dış kaynaklı", "iç mihraklı” organize Türk’ü ve Türkiye’yi küçümseme ve aşağılama kampanyalarının sonunda olsa gerek; kendimizi "beğenmez" olduk.

Konuya dönecek olursak, kendi ülkemde sanatçı kalmamış olacak ki, halen THY, Amerika'ya uzanmaya devam ediyor... Kevin Kosnır'ı bıraktık, sıra geldi Nikol Kidmın'a... Şimdi ben bu olayı bir türlü anlayamıyorum... Hatta eminim milletimiz de çok anlayamıyor... Kendimizi bu kadar hakîr görüp, yabancı hayranlığımızı ve tutkumuzu her şekilde ortaya dökmek inanılır gibi değil... Her attığımız adımda "onlar gibi olmak", "onlar gibi davranmak" bizi kendi kimliğimizden adeta söküp atıyor!


Ancak ne çare ki THY, Hollywod'a takıldı bir defa... Şimdi deniliyor ki "uluslararası" reklam!.. İyi de bizden birilerine, bu şansı neden vermiyoruz? Ha, yok "oscar ödülü" için iştahlandıysak, buradan sormak isterim; bu ödülleri ortaya koyanlar, kimler? Kendi kendilerini yüceltenler değiller mi? Bu bile bizi kendimize getirmeye yetmez mi acaba? Zira ne o ödülü alanlar arasındayız, ne de verenler arasında!!! Yani bu türden sözde derecelendirmeler, bizim gibilere bir gösterişten başka bir şey değil! Maksat bir "hayranlık" duygusu yaratılsın ve kendilerine "ayrıcalık" gösterilsin...


Hazır yeri gelmişken bakınız yazar Paulo Coelho, kitabında muadili (ki burada THY'nin ısrarla üzerinde durduğu sanatçılar da, bu "süpersınıf"ın üyeleri...) konuya nasıl yaklaşmış:

"... Süpersınıf'ın -hayallerin gerçeğe dönüştüğü sinema ve moda dünyasına girebilenlerin- toplandığı Cannes Film Festivali'ne götürüyor. Bu ayrıcalıklı sınıfın bazı üyeleri zirveye ulaşmıştır ve konumlarını yitirmekten korkarlar; para, güç ve ün tehlikededir; çoğu insanın, bedeli ne olursa olsun, uğruna her şeyi yapmaya hazır olduğu değerler."

"Süpersınıf dünyaya hükmeder; onların ileri sürdükleri görüşler zekice, sesleri yumuşak, gülümseyişleri ölçülü, ama kararları kesindir. Onlar bilirler. Kabul eder ya da reddederler. Güç onlardadır. Ve güç, kimseyle görüşmez, yalnızca kendisiyle görüşür. Ne ki, her şey yitirilmiş değildir. Hayal dünyasında ve gerçek dünyada her zaman bir kahraman vardır." Kazanan Yalnızdır sf: 77

O halde "First Class" uçuşlarının tanıtımı için; "süpersınıf"tan birisini bizim seçme zorunluluğumuz mu var? Öte yandan dünyaya açılmak demek, kendi insanlarımıza yer vermeden mi, açılmak anlamı taşıyor? Bu durumda bizim kendi öz varlığımızı temsil etmek bile yabancılara düşüyor... İşte bu tutum gerçekten bizi derinden yaralıyor ve incitiyor! Netice itibariyle de ülkemizin ve milletimizin millî bilinç şevki, azmi kırılır duruma düşer oldu!


Bizi, biz kendimiz bile dikkate almazsak, yabancı milletler niye dikkate alsın ki?!

Demem o ki; insanın kendi kimliğine ve özüne güven ve saygı duymadığı bir yerde, elalem niye bize güven ve saygı duysun?! O zaman bu anlayışın hüküm sürdüğü bir ortamda, millet olarak kendimize olan saygımızı topluca yitirmez miyiz? Dahası eziklik ve aşağılık duygularına kapılan bir toplumun ilerlemesi mümkün olur mu? Nitekim olmuyor da... Yıllardır bu duygularla benliğimizi ve ruhumuzu çalanlar, nihayet meyvelerini toplamaya başladılar bile...

THY gibi marka olmuş bir kuruluş; "özenti"lere kapılarak adını yükselteceğini zannediyorsa, yanıldığını iyi bilmeli! Zira bu davranışıyla hem bizleri incitiyor, hem de -Türk- adının saygınlığına gölge düşürüyor!.. Bu arada bir yandan devleti ve milletiyle her şartta rüştünü ispatlayan koskoca Türkiye Cumhuriyeti'ni övünç ve gururla ifşa edelim; öte yandan yetmiş milyonluk TÜRK milleti içerisinden, adını verdiği THY için, reklamını yapacak yerli Kosnırlar, Kidmınlar bulamıyalım! Öyle mi?!..


Bu durumun bizler için, onur kırıcı olduğunun altını kalınca çizerek, nereden gelip ve nereye gittiğimizi iyi anlayabilen; neyi, niçin yaptığımızı farkeden; bu kutlu vatanın asil milleti olarak, Modern Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne ve ecdadına yakışır, vakur durabilen bir anlayışla hareket etme bilinci temennisiyle; böyle bir kararı almak gafleti gösteren, Türk Hava Yolları'nın sn. yetkililerine teessüflerimi bildiririm!

Sevgi ve saygılarımla!

17 Mart 2010 Çarşamba

Neden Geç Kaldınız?..























Âsım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek;
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.” Mehmet Âkif ERSOY


"ÜÇPINARLI ALİ... İhtiyat Zabiti Hattatoğlu Mustafa Efendi anlatıyor: Bir gün, bizim birliğe “Takviye Balıkesir gönüllüleri geldi” denildi. Gittim. 120 kişiydiler. Hemen hemen hepsi tanıdıktı. Sarıldık, hasret giderdik. Başlarında da o zamanlar Balıkesir’in ünlü kabadayısı Üçpınarlı Ali vardı. Ali, sancaktar olmuş. Tüfeği çapraz asmış, sancağın üzerinde de sırma ile “Karesi Gönüllüleri” yazdırmıştı. Kabadayılığı gene elden bırakmamış, askerlikte pek hoş olmamasına rağmen, beline kamasını sallandırmıştı. Beni görür görmez yanıma geldi:

“Kumandan efendi, biz buraya beklemeye gelmedik! Haydi düşmanı basalım...”

“Burada her şey emirle olur. Hücuma sadece biz geçersek, kendimizi gereksiz kırdırırız. Her şeyin bir zamanı var.”

“Peki öyleyse, hücuma geçmeden yarım saat önce bize söyle de, şu sırt çantalarını emniyetli bir yere koyalım. Şöyle rahat rahat dövüşelim!”

Ali haklıydı. Sırt çantaları, askerin en kıymetli şeylerini taşırdı. Çamaşırları, paraları, mektuoları, usturası, sigarası, tütünü hep sırt çantalarında olurdu. Çantaları kaybolduğunda, asker sıkıntı çekerdi. Çok hareketli zamanlarda, çanta sırtta muhabereye girilirdi.


Hücuma yarım saat kala Ali’ye haber verdim. Balıkesirliler'i aldı, siperlerin gerisinde bir vadide kayboldu. Hemen gelirler sandım. Beklerim gelmezler... Beklerim gelmezler... Bir çavuşa, “Şu bizim hemşehrilere bir bak bakalım..” dedim. Gitti. Biraz sonra önde Üçpınarlı Ali, arkada arkadaşları çıkıp geldiler. Şaşırdım. Hepsi süslenmişler; hanımlarının, nişanlılarının verdiği ayrılık mendillerini kimi boynuna dolamış, kimi alnına çatmış, kimi bileğine sarmıştı. Çoğu yakalarına artık kurumuş gül veya karanfil takmıştı. Ali’ye sordum:

“Neden geç kaldınız?”

“Komutan Bey, biraz sonra Cenab-ı Allah’ın huzuruna çıkacağız. Temiz çıkalım dedik. Ola ki bir pislik bulaşmıştır, diye çamaşırlarımızı değiştirdik. Abdest aldık. Biz buraya oynamaya değil, düğüne (savaşa) geldik; bayrama geldik. Bugün bizim bayramımız. Onun için süslendik. Ayrılık hediyelerini taktık. Birazdan bayramımız var. Aman sen bize, hücumdan beş dakika önce yine haber ver...”

Ali’nin bu sözlerinden sonra büyük bir sessizlik oldu... Herkes kendi dünyasına dönmüş, dua ediyordu. Gözler yumulu, avuçlar açılmış, sadece dudaklar kıpırdıyordu. Saatime baktım. Ali’ye beş dakika kaldığını bildirdim. Birden bire ortalık kaynayıverdi. Hepsi birbirlerine sarılıyor, öpüşüyor, helâlleşiyorlardı.

“Utandırmayın ha!.. İyi dövüşün ha!.. Gün bugündür... Anamız bizi bugün için doğurdu... Hakkınızı helâl edin...”

Kısa süre sonra dişler kenetli, süngülerini takmış, tüfeklerinin dipçiklerine parmaklarını geçirircesine yapışmış bölük hücuma hazırdı. Herkes ölüme hazırdı.

“Hücuuum!...” deyince sanki siperler sarsılıverdi. Hepsi, “Allah... Allah!” diye düşmanın içine bir hançer gibi daldılar. Dövüştük... Dövüştük... Dövüştük... Akşama doğru savaş durdu. Yanıma birisi geldi, “Komutanım, Üçpınarlı Ali sancağı vermiyor...” dedi. Gittim, baktım. O yüzyirmi kişiden, o gün onüç kişi sağ kalmış. Ali de şehitler arasında idi.

Ama sancağı öyle bir kavramış ki parmakları kenetlenmişti. Çekeyim, dedim olmadı!..

Orada, Anafartalar’da üç top çam ağacı vardır. O gün şehit olanları o ağaçların arasına gömdük. Gömülen şehitlerin en üzerine de Ali’yi sancağına sararak yatırdım... Orada, Anafartalar’da çam ağaçlarının altında nice memleket evlâdı, bu vatana kurban koç yiğitler yatıyor...

Bu Anafartalar'dan bu ruhtan bir ülke çıktı: Türkiye Cumhuriyeti!..
Anafartalar'da kahramanlaşan Mustafa Kemal, daha sonra Ulusal Kurtuluş Savaşı ile destanlaştı.. Bu destanın içinde hainler de var: Yüzlerine "Polyanna maskesi" takıp; ülke işgal edilirken, "Söylentilere inanmayın" diyenler!... Kendilerini "başrolde" görüp te, "yabancıların figüranı" olanlar..." Hulki CEVİZOĞLU / İşgal ve Direniş


Bugün sınıfımda Çanakkale Şehitlerini Anma münasebetiyle çocuklarıma, Üçpınarlı Ali'yi anlatırken bir ara tıkandığımı hissettim... Tutamadığım gözyaşlarımı saklamak için, arkamı dönmeye kalmadan şeker öğrencilerimin "öğretmenim ağlıyorsunuz!.." sözleri karşısında gülümsemeyle karışık; "Çocuklar, bu topraklar işte bu şekilde kazanıldı!.. Korumak ta bize düşüyor!.." ifadeleriyle onların şaşkın ve ilgi dolu bakışlarına cevap vermeye çalıştım. Zira bugün herşeye rağmen ecdadına karşı besledikleri güzel duygularının nedeni üzerinde bir an bile olsun, tereddüt yaşamalarına izin verme lüksümüzün olmadığı kanaati taşımaktayım... Bu vesileyle bu uğurda can vermiş tüm şehitlerimizin anılarını, minnet ve saygıyla yâdediyorum.


Sevgi ve saygılarımla!

15 Mart 2010 Pazartesi

Nice 89 Yıllara...















"Ben yaşayabilmek için, kesin olarak bağımsız bir ulusun evladı kalmalıyım. Bu yüzden ulusal bağımsızlık bence bir hayat sorunudur." ATATÜRK


"O günler ne samimî, ne heyecanlı günlerdi. O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Bin bir facia karşısında bunalan ruhların, ızdırablar içinde kurtuluş dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hâtırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz... Onu kimse yazamaz... Onu ben de yazamam... Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lâzım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur..." Mehmet Akîf ERSOY, 1936


12 Mart (1921) İstiklâl Marşımızın TBMM'de kabulünün yıl dönümüydü... Mehmet Akif ERSOY, ünlü eseri SAFAHAT isimli kitabında yer vermediği İstiklâl Marşı için; şiirin artık kendisine ait olmadığını, milletinin malı olduğuna işaret etmiştir. Dolayısıyla ulusal marşımızı her şartta millîleştirmiştir. Yine altının çizilerek önemle üzerinde durulması gereken bir nokta ise, dünyada hiç bir milletin millî marşı, bu denli duygu yüklü değildir. Zira kanla sınırları çizilen başka bir vatan var mıdır? Var mıdır başka, yaşatma arzusunu yaşama arzusundan üstün kılan bir millet? O halde bu milletin marşı da bu denli özel olmayı hak ediyor!


Bu vatanın aziz evlatları, dün olduğu gibi bugün de bağımsızlığı uğrunda ölmeye devam ediyor!.. Çok değil, daha dün bir şehit verdik!.. Üstelik o şehitlerin ana babalarının "vatan sağolsun!" sözleri bu milleti mukaddes yapmaktadır! Zira "Bugün oğlumu toprakla evlendirdim!" diyebilen ana babaların oluşturduğu bu çılgın millet, bunu çoktan hakediyor... Şair ERSOY ne demişti dizelerinde: "Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şuheda fışkıracak toprağı sıksan şuheda!"


Okurken tüyleri diken diken eden ve bizleri gururlandıran İstiklâl Marşımız; esaretlikten özgürlüğe varan ve ulusal kurtuluş mücadelesini destanlaştıran Millî Şairimiz Mehmet Akîf ERSOY'a ve aziz şehitlerimize, sonsuz minnet ve şükran duygularımızla birlikte nice 89 yıllara...

Sevgi ve saygılarımla!

11 Mart 2010 Perşembe

Mehmet Emmi





















Günün ilk ışıkları göründü.
Ağır ağır sabah oluyor.
Henüz horozlar uyanmamış.
Ama köylüler uyanıyor.
Mehmet emmi, pınarın başında,
Buz gibi suyu suratına çarparken,
Mışıl mışıl uyuyan sabilerini düşünüyor...
Hepsi yedi tane; iki oğlan, beş kız.
Birde yolda var.
"O da oğlan olursa" diyor,
"Gel keyfim gel"
Ama bugün neşesi pek yok gibi.
Kötü rüyalar görmüş, ona yoruyor.
Sanki hava bugün pek kasvetli.
Toprakta bir garip kokuyor.
"Hayır olsun"der demez
Her yer sallanmaya başlıyor.
Üç ay gece gündüz çalışıp,
Kerpiç ve taştan yaptığı
İki odalı evi toprakla bir olmuş.
İçeride var yedi sabisi,
Birde karnındakiyle Emine'si.
Koşuyor umutsuzca onlara doğru.
Bakıyor ki hepsi ölmüş.
Bir sağ kalan kendisi.
"Rüya görüyorum" diyor.
Tokat atıyor kendine.
Ama uyumuyor ki uyansın.
Tanrım yumruk kadar yürek,
Bu acıya nasıl dayansın?
Sağına soluna bakıyor Mehmet emmi,
Herkes ağlıyor yanında yöresinde,
Erkekler ağlamaz onun töresinde.
Birden kalkıp koşmaya başlıyor,
Bayır aşağı koskoca ovaya.
Alacak mı sabilerinin intikamını?
Hesap mı soracak doğaya!

Dr. Ersin GÜRDAL 04.11.1983


17 Ağustos 1999 günkü Marmara depremi ile Türkiye, deprem gerçeğiyle yüzyüze geldi. Zira bu felaket karşısında millet olarak büyük şaşkınlık yaşadığımızı inkar edemeyiz. Şimdilerde bu gerçeği bilerek hayatımıza yön vermek şöyle dursun; doğayı o kadar hoyratça kullandık ki, bir gün o hoyratlığın bedelini çok ağır ödeyeceğimizi hiç düşünmedik bile! Zira düşünmemize de galiba müsaade edilmedi...


Günümüzde kontrolden çıkan "rant", neredeyse herkesin az çok nasipleneceği bir durum haline dönüştü. Buna mâni olunamadığı gibi, engel teşkil eden unsurlarda "cahil cesareti"yle aşılmaya başlandı."Nasıl yani?" derseniz; dere yataklarına yapılan binalar... Güzelim koylar, kıyılar dolduruldu! Verimli tarım alanları bir anda betonlaştı! Yetmedi; ormanlar talan edilerek müthiş bir kıyım başladı! Anlayacağımız doğa, insanlığın insafsızlığına terk edildi!.. Geride nefes alacak bir yer bırakılmadan, mutlu (!) bir hayata çoktan geçildi... Ne deprem, ne sel, ne de heyelan hiç hesaba katılmadı... Kısaca bilimi hesaba katmayan insanoğlu, zaferini (!) doğaya karşı ilân etti!


Bugün olası İstanbul depreminde, kimilerine göre 30 bin, kimilerine göre 90 bin kişinin öleceği hesaplanıyor olması, gerçekten tüyler ürpertiyor. Peki Elazığ'da gerçekleşen ve onlarca insanımızın ölmesine neden gösterilen "kerpiç ev"lerin muadili sayılabilecek, büyük yerleşim yerlerindeki sayısız kaçak yapılara ne demeli?! Köylerdeki kerpiç evler, yoksulluğun altında ezilen insanlarımızın en kolay ve en ilkel barınma yöntemi olduğu bilinen bir gerçek! Ya büyük kentlerdekiler!.. Kerpiç evlerle aralarında ne fark var? O vakit bir deprem anında her ikisinin de yıkılmasıyla neticelenecek (ki, bu vakte kadar hep öyle oldu!) bu sözde evlerin şeklen farklı olmaları, kaçınılmaz gerçeği değitirmeyecektir. Zira yerleşim yerlerindeki zemine uygun olmayan ve malzemeden çalınmış binlerce binaları, günümüze ayarlı modern "kerpiç evler" olarak görebiliriz! Yani, ha kırsal kesimin yoksul, ilkel kerpiç evleri, ha modern şehirlerin modern "kerpiç ev"leri!..

Bu şartlar altında "geri kalmışlık"ı bir kader olarak kabullenip, yaşanacak büyük ızdırap ve acılara hazırlıklı olmaya çalışmaktan başka bir şey kaldı mı?!


Sevgi ve saygılarımla!

8 Mart 2010 Pazartesi

Kadınlar "Günü"nü Gördü!
















Bugün "Kadınlar Günü". Büyük Atatürk'ün, Türk kadının velâyetini kocasından alıp kadına vermesiyle başlayan bu onurlu mücadele, yasalar önünde kadına yurttaş olma hakkı tanımasıyla devam etmiştir. Zira Türk kadınının siyasi alanda bazı Avrupa devletlerinden önce kendilerine tanınan hakların, "bir mücadele vermeden kolayca elde ettikleri" yönünde düşünce belirtenlerin aksine Atatürk'ün cevabı bakınız nasıl olmuştur:


“Türk kadınına bu hakkın bir lütuf olarak verildiği kanaatinde değiliz. Kimse bu kanaatte olamaz. Bir memlekette ki, yurdun her tarafı istilâya uğradığı zaman, kadınlar ateş altında erkeklerle beraber omuz omuza çalışırlar, memleketin geri kalan kısmını korumak ve beslemek için tarlanın kara toprağından yiyecek çıkarmaya çalışırlar, elbette bu varlıkların yurdun her köşesinde ve her tabakasında söz söylemeye hakları vardır”.


Bu yoldan çıkarak gelinen noktada kadının, bırakınız hakkını aramaya devam etmesi, yaşaması bile bir lütûf haline dönüştü. Zira gün geçmiyor ki kadına yönelik şiddetin de ötesinde vahşice öldürülüp boğazlandığına tanıklık etmeyelim! Üstelik bu boğazlanmaların da nedeni "Sevmek"ten geçiyor... İşte en son öğrendiğimize göre sevdiği kadının, önce tabancayla, ardından yetmiyor kör bıçakla boğazını kesen öğretmen Ekrem ŞARVAN; bunu "sevgisini göstermek" için yaptığını dile getiriyor! Vallahi pes..!

Münevver Karabulut cinayeti ile aylarca vahşeti takip ettiğimizi düşündüğümde, o günden bu yana buna benzer şekilde, insanın "kanını donduracak" bir dizi olaylara seri şekilde tanık olduğumuzu görüyorum! Oysa bugün, 25 yaşındaki öğretmen Derya ÇAKIR gibi, diğerlerinin de kadın olmanın haklı gururunu yaşamaya en az bizler kadar hakkı vardı!

Yine diri diri gömülmeye mahkûm edilen Medinelerin yanında, töre cinayetlerine kurban giden kadınlarımızın içler acısı haberleriyle millet olarak sarsıla duralım; öte yandan aile içi ensest ilişkilerin inanılmaz boyutuna, yine inanılmaz haberlerle tanıklık ediyoruz... Hâl böyle olunca da; "ölümü gösterip sıtmaya razı olmak" babında, neredeyse hak aramayı bir kenara bırakarak "orta çağ" karanlığını aratmayacak vahşetlerin peşine düşer olduk! Sevmek, ne zamandan beri öldürmeye dönüştü? Olaylara, nereden bakarak değerlendirmek gerekir diye düşünmeden edemiyorum!!!


Konuyu bir de evrensel boyutta değerlendirelim:

Bölgemizde ve kıtamızda yaşanan acı savaşlar, ne yazık ki tüm hızıyla sürüyor... Yüz binlerce kadın, öldürülüyor; yüz binlercesi işkence, tecavüze uğruyor ve fuhuş bataklığına saplanıyor... Bunların hepsi de kadın! Ve hepsi de onurlu bir yaşam sürmek ister... Hani evrensel boyutta "Kadınlar Günü"nü allayıp pullayan Birleşmiş Milletler, nerede acaba?! Bu korumasız masum kadınların haklarını aramak bir yana; en doğal olması gereken yaşama hakkını gasp edenlere yönelik neler yapıyor?.. Duyan, bilen, gören var mı?!


Demek oluyor ki, bu türden sözde evrensellik boyutuyla anlam kazandırılmaya çalışılan özel günler, göstermelikten öteye geçmemektedir! Zira bir yazıma konu ettiğim üzere "ihtiyaçtan doğan" yaptırımlar olduğu gibi, yine ihtiyaçtan doğan özel günler de olabiliyormuş! Tıpkı "Kadınlar Günü" ile kadınları, taçlandırmaya yönelik ifadelerin arkasından aynı güçlerce, savaşların odağı haline gelen de yine kadınlar değil mi? Bir taraftan taçlandır, öte yandan öldür... İşte, emperyalizm ve kapitalizmin iş birliği, bu olsa gerek!


Sevgi ve saygılarımla!

4 Mart 2010 Perşembe

Bursa Okumayı Seviyor!
















Bursa, gerek tarihi dokusu ve gerekse doğal kaynakları bakımından zengin ve kıskanılacak boyutta güzel bir şehir... Bunun yanında sosyal faaliyetlerin evrensel boyutunu kapsayan ve her alanda etkinlikleriyle sesini duyurmasıyla da dikkat çektiği ortada. Yani kültür ve sanat şehridir BURSA... Tiyatroları, sanat merkezleri, musiki alanları, uluslararası festivalleri ve dahaları... Kısaca; yok yoktur denilebilir tarihi mekan Bursa için... İşte insanı insan yapan ve yine insanı insanla buluşturan bütün bu sanat faaliyetleri arasında öyle sıcak ve sıkı bir DOST vardır ki; yokluğu karanlığa, varlığı ise aydınlığa götürür insanı... Ulaştığı her yer güzelliklerle donanır. Onun adı KİTAP...


Evet; 8. kitap fuarında kitaplarla okuyucularını biraraya getiren Bursa; kitap severlerin harika bir zaman geçirmelerine vesile oldu!.. Dahası ve en güzeli fuar alanı, bırakınız ilk günü, bugün itibariyle bile hınca hınç dolulukla müthiş seviyede bir kalabalığa tanık oldu...


Bugün minik öğrencilerimle birlikte bir kez daha fuardaydım. O müthiş havayı teneffüs etmeyi ve o güzel heyecanı öğrencilerime yaşatmayı büyük bir hevesle gerçekleştirmek inanılmaz güzel bir duygu...


Fuarın içerisine girdiğimiz andan itibaren "iğne atsan yere düşmeyecek" kadar yoğunluğu görmek ise ayrı bir tat... İşte tam 32 öğrencimle birlikte, bir bir yayın evlerini gezmeye başladık. İlk önce TDK (Türk Dil Kurumu) sergiliğine gittik. Tabii minik öğrencilerimle birlikte TDK'nın üzerimizde bıraktığı çok güzel ve saygınca bir izi olduğunu da hatırlatmadan geçemeyeceğim. "Nedir o?" derseniz, öğrencilerimle derste yaptığımız bir çalışma sırasında bir "Türkçe sözlük"ün inanılmaz hatalarını tespit ederek, şikayetimizi TDK Başkanı sn. Şükrü Haluk AKALIN'a bizzat ilettik. Gerçekten kurumuna ve makamına yakışır bir büyüklük ve hassasiyetle şikayetimizi dikkate alarak, yine bizzat kendileri benimle irtibata geçmişlerdir. Kendilerine, öğrencilerime bu yaşta TDK'nın varlığını yaşatarak göstermelerinden dolayı, sonsuz saygı ve şükranlarımızı bu vesileyle bir kez daha buradan iletmek isterim.


İşte bu duyarlılık ve hassasiyeti gören öğrencilerimin şüphesiz ki bilinçli olduklarını vurgulamak da isabetli olacaktır! Zira okumanın bir ayrıcalık ve bilinç işi olduğunu o minik beyinleriyle bu anlamda yaşadığımız büyük başarılarla anladıklarını görüyor ve hissediyorum. Bakınız ders kitabımızda gördüğümüz bir aksaklığı da Millî Eğitim Bakanlığımıza ileterek yine aynı şekilde büyüklüğü ve duyarlılığı gördüğümüzü belirtmek isterim. Bu vesileyle Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı sn. Merdan TUFAN'a da buradan sonsuz saygı ve şükranlarımızı, bir kez daha iletmekten onur duyacağım!

İşte bu anlamda öğrencilerimle beraberce paylaştığımız bu büyük başarı ve onur, elbette ki çocuklarımın üzerinde derin ve anlamlı izler bırakacaktır... İşte o bilinç ve heyecanla her biri, büyük bir coşku ile kitapların içerisine girerek özenle kitap seçmeye benden önce başladılar; ve özellikle de millî duygularını harekete geçirecek yazar ve kitapları seçmeleriyle (ki bunların arasında özellikle Atatürk "NUTUK", Fatih Sultan Mehmet Han, Mehmet Akif ERSOYgibi büyüklerimiz yer alıyor) gerçekten sergiliklerde çok büyük ilgi ve takdir gördüklerine tanık oldum. Bununla ne kadar gurur duysam azdır!!! Onlar gerçekten harika ve şeker şeyler! Ellerine aldıkları her kitabı, bana göstererek ayrı bir heyecan duyduklarını ve gözlerinin içlerinin parladığını hatırladıkça yüreğim daha bir sevgiyle doluyor. :)


Bu duygular altında geçirdiğimiz dolu dolu 2 saati anlatmakla bitiremem. Aldığımız kitapları, büyük bir mutlulukla ve "öğretmenim bunu da alalım" haykırışlarını kulaklarımda saklayarak, gezimizi ne yazık ki tamamlamak zorunda kaldık! Her şey çok güzeldi...


Yorulmak nedir bilmeden ve "öğretmenim tuvaletim geldi, susadım, acıktım" cümlelerini duymadan bir solukta tamamladığımız geziyi, en kısa zamanda tekrar yaşamayı umutla ve heyecanla beklediğimi belirtmek isterim! Tabii bizimle iştirak eden öğrenci velilerimin emeğini de yabana atmak istemem. Onlar da aynı sevgi ve içtenlikle bana yardımlarını her zaman olduğu gibi esirgemediklerini hatırlayarak, teşekkürlerimi belirtmek isterim!


Hayatı bize dolu dolu anlatan ve arkadaşlık eden kitapları, bizle buluşturan tüm ilgili ve yetkili şahıslarla birlikte kurum ve kuruluşlara; ayrıca emeği geçen herkese teşekkürlerimizi iletmeyi de özellikle bir borç sayıyorum.

Sevgi ve saygılarımla!

3 Mart 2010 Çarşamba

Ve 3 Mart 1924...














“Bizde Ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeliyiz. Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır, orası da mekteptir. Nasıl ki, her hususta yüksek meslek ve ihtisas sahiplerini yetiştirmek lâzım ise, dinimizin gerçek felsefesini tetkik ve bilimsel fenni telkin kudretine sahip olacak güzide ve gerçek büyük alimler yetiştirecek yüksek kurumlara da malik olmalıyız.” Söylev ve Demeçler; 2/94


Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Kurulmasının ardından kısa bir süre sonra -3 Mart 1924 tarihinde- gerçekleşen en büyük yenilikler arasında şüphesiz ki halifeliğin kaldırılması gelmektedir. Zira siyasi anlamda önemli sonuçları beraberinde taşıyan bu adım, modern Türkiye'nin kilometre taşını oluşturmaktadır.

Atatürk, 1 Mart 1924 günü Meclis'te şu söylevi verir:

"Ulus, Cumhuriyet'in bugün ve gelecekte her türlü saldırılardan korunmasını istiyor. Bu istek, Cumhuriyet'in bir an önce, denenmiş ve olumlu olan bütün ilkelere tam olarak dayanması biçiminde özetlenebilir. Anayasa'da ulusun isteğini, hareket yönünü izlemek, hepimizin görevidir.

Ulusun oyu ile belirlenen eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ilkesinin, zaman geçirilmeden uygulanmasını zorunlu görüyoruz. Bu davranış, her anlamı ile ulusal bir nitelik özelliğindedir.

Bunun gibi, bağlı olmakla mutlu olduğumuz İslâm dinini, yüzyıllardan beri gelenek durumuna getirilmiş olduğu gibi, siyasal bir araç olarak kullanmaktan kurtarmanın ve yüceltmenin gerekli olduğu gerçeğini görüyoruz. Kutsal ve tanrısal inanışımızı ve vicdanımızı karışık ve türlü renge giren ve her biçim çıkarların oluşum yeri olan ploitikadan ve politikanın bütün kötülüklerinden bir an önce ve kesinlikle korumak, ulusun mutluluğunun emrettiği bir zorunluluktur. Ancak bu şekilde, Müslümanlığın yücelikleri ortaya çıkar." Söylev "NUTUK" Baki KURTULUŞ, sf: 308

Buna bağlı olarak 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan diğer yasalar:

1- Erkân–ı Harbiye Vekaleti kaldırıldı. Yerine Genelkurmay başkanlığı oluşturuldu. Amaç, ordu-siyaset ilişkileri ortadan kalkmış oldu.

2- Şer'iye ve Evkâf Vekaleti kaldırıldı. Bunun yerine Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Böylece din-siyaset ilişkisi ortadan kalktı; ve dini inanışların siyasete karıştırılmaması amaçlandı.

3- Tevhid–i Tedrisat Kanunu çıkarıldı. Böylece eğitim ve öğretim birliği ile, ulusal eğitimin hedeflenmesine olanak tanınmış oldu.


Halifelik sembolik bir makam ya da bir dini liderlik makamı olması gerekirken devlet karşısında siyasi bir güç olmaya başlaması, Türkiye Cumhuriyeti açısından ileride doğabilecek büyük sorunların adeta habercisi gibiydi... Bu nedenle 3 Mart 1924 tarihinde halifelik ile birlikte ileride saltanat ve halifelik iddiasında bulunmamaları için hanedan üyelerinin de yurt dışına çıkarılmaları kabul edildi. Buna göre Abdülmecit Efendi ailesiyle birlikte 5 Mart 1924'te Türkiye Cumhuriyeti sınırlarından ayrıldı.

Aslında bu durumun dış güçlerin hiç hoşuna gitmediği bir gerçek... Halifeliğin kaldırılmasından çok kısa bir süre önce Abdülmecit'in hükümete yakınmalarını bildiren bir telgrafa karşılık, Büyük Atatürk'ün cevabi telgrafından kısa bir alıntıyı paylaşmak isterim:

"... Fransızlar, kral soyundan olanları ve yakınlarını Fransa'ya sokmakta, bağımsızlıkları ve egemenlikleri için yüzyıl sonra, bugün bile sakınca görüp dururken; her gün çevreden kendileri için egemenlik güneşi doğmasına duacı bir padişah soyuna ve yakınlarına karşı davranışımızda, Türkiye Cumhuriyeti'ni inceliğe ve boş şeylere kurban edemeyiz." Atatürk, 24 0cak 1924 İzmir / Tarihsel Olaylarla Söylev B. KURTULUŞ


Sevgi ve saygılarımla!