24 Kasım 2013 Pazar

Son Sumer Kraliçe'miz Sumerolog Muazzez İlmiye ÇIĞ ile Söyleşi'm -3- "Bizim Halkımız Yeniliğe Aç!"





*Bize Kurtuluş Savaşı yıllarından hatırlayabildiklerinizi  anlatabilir misiniz?


Sakarya Savaşı'nda biz Çorum'a kaçtık...

1. İnönü Savaşı esnasında Pazarcık(Pazaryeri, Bilecik'in kazası)daydık. Babam öğretmen, biz de çocuğuz. Türk askerlerinden kaçan Yunanlılar, Pazarcık'tan geçti. Burada 3 gün kaldı. Babam mektebin koca bayrağını almış eve getirince, annem; "öldüreceklerdi seni" diyor.  3 gün Pazarcık'da kalan Yunan askerlerinin yedikleri konserve kutularıyla kasaba doldu. Askerlerin ayaklarında çizme,üzerlerinde düzgün kıyafetler.. Bizim askerlerimiz ise zavallı gariban bir halde...  Yedikleri öyle Yunan gâvur'ununki gibi değil, Konya'dan sandıklarla  pişirilmiş gelen bulgur... O da kurtlu. Üzerlerinde başlarında bir şey yok. Ayakları çıplak, açbe aç o haldeyken Yunanlıları nasıl kovaladılar, nasıl yaptılar? Yani inanılacak gibi değil.. O zaman bir tek topumuz varmış. Onu da oradan oraya gezdirirlermiş. Dağlara soba borusu koyuyorlar. Ki çok top görüntüsü olsun diye...

Neler gördük neler...


Biz 2. İnönü Savaşı olmadan Eskişehir'e gittik. Eskişehir'de Para yok, pul yok. Rahmetli annem çok becerikli bir kadındı.  O vakit insanlar pantolon giymeye başlamışlar.. Kıyafet kanunu falan yok. Annem babamın elbiselerini sökerek pantolon dikip, eve bakıyor. Babam maaş alamıyor ki...

Ben hastalanmışım, kızamık oluyorum bana ancak o zaman süt alıyorlar. Kardeşim "ben de hastalansam da süt içsem" diyormuş..

O vakit Sakarya Savaşı başladı. Herkes Anadolu'ya kaçıyor.. Cephanelikler kaçırılıyor. Meclistekiler gidelim diyor... Atatürk "siz gidin ben kalırım" diyor.


1920'de... Trene bindik. Trenin üstü açık, altı cephanelik. Üstüne de bizleri bindirdiler. Çocuklar düşmesin diye orta yerde, büyükler kenarda tıkır tıkır gittik... Her taraf karanlık, in cin top oynuyor. Gece yarısı birkaç aile ile Yahşihan'a indik.  Son istasyon; ondan sonrası yok.
Ben hala düşünürüm, "ne olduk?" diye. Esasında biz Çorum'a gitmek istiyoruz. Çünkü babamın kardeşi orada. Halam ve eniştem var. Gidecek başka yerimiz de yok.. Babam bir eşek kervanı bulmuş. Çocukları küfelere koydular. Büyükler, eşeğe bindi. Ama  kadınlardan  bazıları eşeğe binmesini bilmiyor, düşen kalkan.. O vaziyette Ankara yakınından Çorum'a 5 gün de eşekle gece gündüz tıkır tıkır gittik. Aç susuz, sersefil, ne bulursak... köylüden ne bulabilirsek o şekilde gittik. 
Bir kısım halk daha ne olduğunu bilmiyor... Halk cahil...

Yolculuk sırasında bir bağa, girdik. Onu hiç unutmam.. Ağustos ayının sıcağı.. Daha üzümler olmamış. Ama o bağda yediğimiz  koruğun tadını hiç unutmuyorum. Hâlâ o tad aklımda. Açlığımızı, susuzluğumuzu o koruklarla giderdik.

Neticede halama gittik. Halamın durumu iyi...  O sıralarda eniştem eşyalarını arabaya yükleyip gönderiyor... Halam "n'apıyorsun?" diyor, Eniştem

"Hanım yarın düşman geldiğinde senin bu eşyanın ne değeri var, bırak gönderelim" diyor.



Bugün doymak bilmeyenlere, görgüsüzce "mal yapmanın" derdine düşenlere kapak olsun bu cümleler diyerek hayıflanıyorum.

Bu hayıflanmayla derin bir iç çekerek konuşmamıza devam ediyoruz...

Nasıl oldu bu işler? Hep merak ettim... 

Hiç unutmam İsmet İnönü'nün "bir kuruş yedirtmem" diye, bağırdığını. Bir kuruşun arkasından gittiğini hiç unutmam. Bir kuruşluk açık çıktı.. Kıyamet koptu.. Gazeteler yazdı. O zaman Eskişehir'deyim, duydum bunları... Tabii o zaman açıkgözler var. Ankara başkent oldu ama. Hiçbir şey yok. İnşaatlar var. Yapılması lazım. Hiçbir şey yok. Yol yok, ev yok...  Dış ülkelerin temsilcilerini buyur edeceğiz, bir şey yok. Zaten kimse gelmiyor. Çünkü Ankara'nın başkent olacağına inanmıyorlar, "bunlar nasılsa yapamayacak, bırakırlar" diye... Bir taraftan bunlar yapılıyor, bir taftan çocuk gönderiliyor dışarıya, tahsil için. Düşünün, 1923 yılında bunlar oluyor. Daha ortada bir şey yok.  Müzik için Avrupa'ya çocuk gönderiliyor. Ondan sonra 1925 yılında bir müzik okulu açıldı. Musiki Muallim Mektebi. Yani müzik öğretmen okulu. "Neden?" çocuklara müzik öğretilecek. O zamana kadar müzikten kimsenin haberi yok. "günah" deniyor. Bugün adam kalkmış, profesör olmuş,"müzik günah" diyor... Hele kadın ağzından çıktı mı.. Artık Kadın yok bu dünyada! Halbuki, Atatürk bir atılım yaptı... 

Sanat toplumların devrimidir! Benim kanaatim, şimdi din adamları kurtaracaktır bu memleketi, bilinçli din adamları...  

Bu 80 yıl içinde hiçbir şeyden haberi olmayan bir milletten, eserleriyle  dışarıda tanınan müzisyenlerimiz var. Bu o kadar mühim bir ilerleme.. Ben şaşkına dönüyorum.. Bakın Avrupa'nın 400 yılda Rönesans'ta yaptığı şeyleri, biz 15 yılda yaptık.

Bana gençlerden, Atatürk devrimlerini halk kabul etti mi, diye çok soran oluyor, 

Ben de diyorum ki:

Tabii ki etti.

Şayet halk kabul etmeseydi, biz bugüne gelemezdik. Bizim halkımız yeniliğe aç...



Amerikalılar son zamanda bir anket yapmışlar ve Türklerin son derece yeniliğe  merakları olduğunu öğrenmişler. O sebeple  cep telefonu dünyanın hiçbir yerinde bu kadar yok. Çocukların elinde bile var. Bu biz de teknolojiye, yeniliğe karşı büyük bir istek olduğunun göstergesidir. Atatürk bu yaptığı devrimlerin hiçbirisini zorlamadı.. Hiçbirini silah zoruyla yapmadı. O, o kadar güzel anlatıyordu ki, mecliste... Kimse bir cevap veremiyordu. Hilafet kalkarken mecliste yaptığı konuşmayı  heyecanla okudum. İnanılması zor. Yararını zararını..Kimse ağzını açıp da sen haksızsın demedi... Hiçbir şeyi meclisin dışında yapmadı..

Diğer tarafta Cahil bir millet! Okuma yok, yazma yok. Bir şey yok...

Nihayet devlet adamları..

Padişahlar o zaman devlete sadrazam, devlet adamı yetiştirecek, kendi parasıyla yetiştirmemiş, gidip yabancı çocukları alıyor, onları "islamlaştırıyor", onları yetiştiriyor. Öyle yapacağına  sen kendi çocuklarını alıp yetiştirsene! Halkını kalkındırsana! Yapmıyor... çünkü hepsinin karısı "gâvur"! Hiçbirisinin (padişahların) karısı Türk değil... 

Atatürk, kendi halkını yetiştirip, onları devlet kademesine  getirdi.. Halkına kıymet verip, onları kalkındırarak onları söz sahibi yaptı..




*Atatürk'ü gördünüz mü?

Uzaktan gördüm. Keşke yakından görebilseydim. Bir defasında Eskişehir'de, evimiz tam cadde üzerindeydi; Atatürk üstü açık bir arabada Rıza Şah Pehlevi ile  yavaş yavaş önümüzden geçtiler. Bir defasında da Ankara'da gördüm. O kadar meşgul bir insandı ki.. Onu görmek çok zordu. Onu görenleri duydukça kıskanırım. Keşke ben de görebilseydim.


*Atatürk "Sumerbank", "Etibank" adlarıyla ne amaçlamış olabilir?

Atatürk, "Sumer" kelimesini halk arasında duyulmasını, ilgi çekmesini ve araştırılmasını istediği için... Öte yandan "Eti" Hitit'dir. O sıralar "Hitit" değil, Eti diyorduk. Şimdi Almanlar ne söylüyorsa onu yaptık. Gâvurlar "Hititler" diyor biz de öyle... Atatürk o  kadar ilgilenmiş ki Hititlerle..  Hitit kazısıyla ilgilenmiş. Öyle ki, ilk defa Fransa'da Hitit mecmuası çıkacak, Atatürk onu himayesi altına alıyor...


*Atatürk'ü anlamak bugün dünden daha önemli... Bize Atatürk'ün ölümünün üzerinden yıllar geçmesine rağmen neden bu kadar sevildiğini ve anıldığını, o dönemi yaşayan birisi olarak anlatabilir misiniz?

Ne zor bir soru değil mi? Öyle bir kelimeyle birkaç cümleyle anlatılacak kadar kolay değil...  Atatürk bu kadar kısa sürede o kadar uzun işler yapmış ki.. Atatürk devrimleri bizim yaşamamızı temin eden şey. Bugün biz bu yaşamımızı Atatürk'e ve onun devrimlerine borçluyuz...


Yazıdan, okumaktan haberi olmayan bir milletten, bugün bu hale gelmemiz son derece önemli. Dünyaca tanınan bilim insanlarımızdan müzisyenlerimize.. geldiğimiz nokta budur. Ben her zaman onu diyorum. O 15 yıllık atılan adımlar, temeller o kadar güçlü ki, bugüne bu şekilde girebildik.



* Türklük nedir? Bugün iddia edildiği gibi bir ırkçılık mı, yoksa bir ulusun adı mı?

Bu soruya çok sinirleniyorum. Ne o öyle? Türk Türk'tür! Fransız, Fransız oluyor, İngiliz İngiliz oluyor da Türk'e gelince mi sorgulanıyor! Yok öyle bir şey




* Bu kadar güçlü ve dinamik olmanızı neye borçlusunuz?

Vallahi herkes bu soruyu soruyor. Özel olarak hiçbir şey yapmıyorum. Gıda konusunda hiçbir ayırım yapmadım. Her şeyden yiyorum. Alkol sigara kullanmıyorum.

Amerika'da kardeşimin bir araştırması oldu. İlaç çalışması yaptı. Psikiyatrik ilaçların gelişi güzel verildiğinde, beyni mahvettiği üzerinde araştırma yaptı... Bir de "ginkgo biloba"... onun çalışmasını yaptı. Büyük bir çalışma yaptı. Hafızaya iyi geldiğini tespit ettiler.  Onun da bana iyi geldiğini gördüm. İşte 95'inden sonra kullanmaya başlamıştım...


Amerika'da tıp profesörü bir kardeşim var. Onu çocuğum gibi severim... Eşi vefat edince çok fena oldu. Bizler buradayız diye Türkiye'ye geldi... Elinde çok büyük çalışma malzemesi var, çok istedi burada bir üniversiteye bu malzemeyi versin. Maalesef yapamadı...


"Abla burada herkes benden çok biliyor. Ağzımı açamıyorum..." Oysa kendisinde kaç tane ilacın patenti var...


Maalesef.. bu tutum cehaletin göstergesi..

Kendime göre diyorum ki; fazla bilgisi olmadığı için, başkası biraz bilgili olduğu zaman kıskançlık başlıyor..."

Bakın şimdi en basit ben. Bu kadar çalışmam var. Bizim Sumeroloji bölümü var. İnsan bir kez olsun bir aramaz mı?... İstanbul üniversitesi bana doktora verdi. Benim üniversitem bunu  yapmadı.  Adeta ben düşman gibiyim. Ben buna şaşırıyorum... Arkeoloji bölümü benimle çok ilgileniyor. Ama Sumeroloji bölümünden "tık" yok... Nitekim... 75. yılında bir araya geldik, bir tanesi yanıma gelip de bir "merhaba" bile demedi...


Hastalık halinde, insanlarda olmaması gereken  bir küçüklük duygusu var.. Hatta benim için "ilkokul diplomam bile yokmuş" diye, internette söylentiler bile geziyor. Bunlara aldırdığım falan yok. Burada kendi mesleğindeki insanların birbirini tutmaması beni üzüyor.

Ve ne yazık ki bilene saygı duymamak gibi bir durum var ortada. İşte bu tutum bizi yıpratıyor...

Bunlara ben aldırış bile etmiyorum, yoluma devam ediyorum... Allah'a şükür Atatürk'ün isteğini yaptım, huzur içindeyim...



* Söyleşimizi noktalarken bir asırlık bu bilge kişiyle yaptığım sohbetle birlikte "genç olmak nedir? " diye bir soruda kendime yönelttim... 

Öyle ya... dile kolay tam bir asır yaşındaki bu bilge insandan dinlediklerimle, yaş olarak genç bir insanı mukayese etmek kaçınılmaz oldu..  

Gördüm ki..  genç olmak sadece yaşla ilgili değilmiş.  

Anladım ki...  genç olmak  gelecek, aydınlık, bilim, ışık demekmiş... 

Genç demek, ruhun aydınlığı, bilimsel akla sahip olmak, ülke sorunlarıyla ilgilenmek, eğitmek, çağdaş olmak, çağdaş düşünmekmiş...

Kısaca yaşça genç olmakla genç olunmuyormuş... Bunu bize bu bilge insan kanıtlıyor.

Cumhuriyetimizin değeri bu bilge insan,  Sumer Kraliçe'miz Sumerolog Muazzez İlmiye ÇIĞ'ın önünde saygıyla eğiliyor, ellerinden öpüyorum...



Bitti.

Sevgi ve saygılarımla!


Image"Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytandır" Hz. Muhammed (A.S.)

2 yorum:

  1. Çok güzel bir söyleşi .Canım öğretmenler günün kutlu olsun öpüyorum sevgilerimle.

    YanıtlaSil
  2. Merhabalar Tülay Öğretmenim.

    Bu güzel söyleşi için hem size, hem de Son Sumer Kraliçemiz Sumerolog Muazzez İlmıye Çığ Hanımefendiye teşekkür ederim.

    Bu ülkenin kadrini ve kıymetini bilmeyenlerin; Türkiye Cumhuriyeti'nin nasıl ve ne şartlarda kurulduğunu ve Anadolu'yu işgal eden düşmanlarımıza karşı nasıl ve ne şartlarda mücadele verildiğini okusunlar da anlasınlar.

    Selam ve dualarımla.

    YanıtlaSil