30 Kasım 2013 Cumartesi

Gözün Aydın Diyarbakır...











"Dersim Araştırmaları Merkezi (DAM), Seyid Rıza ve arkadaşlarının idam edilişinin 75’inci yılında anma etkinliği düzenledi. Anmada konuşan gazetemiz yazarı Can Dündar, 

"Ben ne yazık ki Kürtçe bilmiyorum. Az önceki şarkıları anlamadım; ancak o acıyı anlamak için Kürtçe bilmeye, Dersimli olmaya gerek yok. İnsan olmak yeterli o acıyı anlamak için" dedi."17 Kasım 2013, Cumhuriyet

Vallahi beylik laf etmiş Can DÜNDAR... Zira Irak'ta  milyonlar öldürülürken, orada yaşanan insanlık dramını ve acıları nedense bu kadar hassas duygularla anlayıp, bu şekilde cümle âleme dile getirmedi...

Neyse...

Can DÜNDAR her zamanki gibi kolları sıvayarak işe girişmiş..

"Diyarbakır Rönesansı" adlı 4 bölümlük bir yazı dizisi yayınlandı.

Okudum...



Aman efendim yazılanlara inanamazsınız... "yeni" bir millet "yaratılma"nın dayanılmaz sevinci ve coşkusu kâh söylemlerle, kâh yorumlarla her satıra ince ince yayılmış...

Mesela;

"Biz klasik değil, Kürdi bir Hamlet yaptık. Bölge kültürüne sadık kaldık. Oyun, kostümlerinden, şarkılarına kadar Kürt coğrafyasında geçiyor gibi yorumlandı"...

Vay be... Meğerse bölge insanımızın tek derdi  Hamlet'i "Kürdi" izlemek'miş...

"Rönesans"da bakın daha neler var neler...

"Bir yandan da kendisine ait ilk Kürt opera bestesi üzerinde çalışıyor." imiş.

Demek ki, Güneydoğu Anadolu bölgemizde "Kürt opera" çalışmalarının olmaması önemli bir "problem"miş, bu sayede öğrendik!


"Diyasporadaki Kürtlerden (Avrupa’daki 17 farklı Kürt filmleri festivalinden) çoğunlukla sürgün psikolojisini yansıtan filmler geliyor. Türkiye’den gelenler, ağırlıkla dil ve savaş koşulları motifli... “Belleği diri tutmak” amaçlı, “Dağ sineması”... Irak filmleri ise daha estetik... 

En hoşa gitmeyen şey, “Size film yapmaya geldik” havasında bölgeye dizi ya da film çekmeye gelenler... İstanbullu yönetmen ve oyuncuların halkı ve kültürünü tanımadan bölgeyi dekor olarak kullanmaları tepki çekiyor. "Kültürel yağmacılık" sayılıyor."


Gördünüz mü? "kültürel yağmacılık" yapılıyormuş.. Kim tarafından? "İstanbullu yönetmen ve oyuncular"ca. Üstelik de "halkı ve kültürünü tanımadan" işe girişiyorlar'mış..

İyi de o film ve dizileri hazırlayan kimler? Hiç şüpheniz olmasın Batılı emperyalistler... Hem de parasal kaynağı "Avrupa Birliği" tarafından karşılanarak, iyi mi?

Eee, o zaman?..


Irak işgaliyle birlikte her yer tarumar edildi, milyonlar öldü, on binlerce kadın fuhuşa sürüklendi, çoluk çocuk katledildi... Bölgede hal böyleyken söyler misiniz bunun neresi "özgürlük"? Hangi Irak'ın özgürlüğünden bahsediliyor?.. Yıkım ve katliamlar bir yana,  Mezopotamya medeniyetini barındıran dünyanın en büyük kütüphanesi yakılarak talan edildi... Bölgenin kültürü yerle bir edilerek "Kültürel yağmacılık"ın daniskası yaşanıyor... Pekii... bunlardan niye bahsedilmiyor? Filmleri niye yapılmaz?


"Hakikat aşktır. Aşk, özgür yaşamdır." diye yazılmış kapı üzerlerine... Can Dündar merak etmesin. Zira "özgür yaşam" şu anda bölge coğrafyamız üzerine çoktan kondu bile.. Maşaallah bölge coğrafyası kan, gözyaşı ile sulanıyor, açlık sefalet ve kölelikle demokrasi yaşanıyor... Ama şimdi bunun adı "Rönesans"mış, pes!!!

Kürtçe tango, yoga, opera, imiş Kürt halkımızın tek eksiği.. Öyle ya, geleneğimiz, adetlerimiz bunlarmış da haberimiz yokmuş!!! Hani ben zannediyordum ki, davullu zurnalı halayımız, sazlı sözlü eğlencelerimiz, ağıtlarla bezenmiş yanık türkülerimiz...












Ama görünen o ki, bunlar şimdi bir kenara itilmiş, malum ezik'lenmeye açılan kapının aralığından içeriye süzülen baş hastalık "aydın"lanmanın aracı, tangolar, baleler, operalar filan olmuş...
Gözün aydın DİYARBAKIR...

"Kıpır kıpır bir coğrafyanın yıpranmış örtüsünün altından yepyeni bir yaşam umudu doğuyor." diyor Can Dündar...

Vallahi Can Dündar'a göre yöre halkının "yepyeni yaşam umudu" bunlar'mış... Sakın yanlış anlaşılmasın, "açlık, yoksulluk, feodal sistemin altında köleleşen kadınlarımızın, insanlarımızın tek sorunu; üretimden uzak, Batılı ve Haçlı kültürünün etkisi altında yaşamak, yemek, içmek'miş, vesselam...

Yani onlar gibi düşün, onlar gibi yaşa... 

Yedirmezler efendim, yedirmezler!!! 

Ya, ne yaparlar?

Vallahi yaptıkları yapılacakların teminatıdır! Yani kardeşi kardeşe kırdırarak bölge coğrafyasının tüm yeraltı ve yerüstü zenginliklerini ele geçirmenin bir metodu ve aracı olacaktır bundan önceki gibi bundan sonraki gelişmeler...

Yani bu itibarla, "yepyeni" kukla ve itaatkâr bir toplum olmanın önü açılmaya çalışılıyor. Ki bu da sadece ve sadece, "dil" kullanılarak yapılmak isteniyor.. Dahası "zazaca", "kırmançi"... dil'leri de sırada bekliyor. Yani bir sonraki adım "Kürtçe"yi de kendi arasında ona beşe bölüp, her daim kanlı "iç savaş"ı diri tutmak olacak...

Anlayacağımız, Can DÜNDAR'ın kaleme aldığı "Diyarbakır Rönesansı" yazısının altında yatan tek gerçek:

Ortak tarih, ortak kültür, ortak yaşam, ortak inanç, ortak kader ve ortak dil'den adım adım koparılmak istenilen bir milletin, Batılı emperyalist haçlıların yüzyıllık planlarıyla desteklenen  hedeflerinin, perdelenerek ortaya atılan yutturmaca yeni adı;

"Yepyeni bir yaşam umudu" olmuş...

Rönesans mı? 

İnsanları açlıktan, kölelikten kurtaracak, üretime dönük  ekonomik bağımsızlığın kazanılmasıyla başlar asıl rönesans.. Ki bu sayede insanlar özgürce düşünebilen, özgürce iradesini ortaya koyabilecek tercihleri yapabilirler.. Dahası toplumların kendi topraklarının bereketiyle ortaya çıkan öz kültürleri ile sanata dönük çalışmalar sayesinde  ufukları açılır ve hayalleri zenginleşir. İşte o zaman sanat, özgür zihinlerle ortaya çıkar! Yoksa başkalarının kültürünü taklit ederek yaşamak, "şebek"likten öteye geçemez. "Batı hayranlığı" da bu sayede ortaya çıkıyor. Yani ezik, köle ruhlu toplumlar!...  


Bu vesileyle bizi "aydınlatan" Dündar'a teşekkür mü etsek ne yapsak vallahi bilemiyorum... Zira yazı "aydın-latan", yazar "aydın" olunca bize de; "Diyarbakır gözün-aydın" demek düşüyor...


Vah benim güzel ve yalnız ülkemin kadersiz insanları...


Sevgi ve saygılarımla!


Image"Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytandır" Hz. Muhammed (A.S.)

28 Kasım 2013 Perşembe

"Fırsatçı" PUTİN





St. Petersburg'da bir araya gelen Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip ERDOĞAN ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir PUTİN, birlikte basın mensuplarının sorularını yanıtlarken bir gazetecinin Başbakan Erdoğan'a "Grinpis eyleminde tutuklanan çevreci Gizem Akhan’ı da beraberinizde Türkiye’ye götürecek misiniz?" sorusu üzerine Putin "Sayın Başbakan eşiyle buraya geldi. Nasıl götürebilir, nasıl bir soru soruyorsunuz?" diyor ve gazeteciler de gülüyor, iyi mi?!

İnanılır gibi değil!

"Diplomatik  toplantıda"  yapılabilecek en son şey belaltı "espri" olur herhalde... Hele de söz konusu toplantı iki ülkenin başbakanları arasında ve dünya kamuoyu önünde ise...

En garibime giden de,  bu cümlelerin basında "espri" olarak geçiyor olması... 

Pes vallahi...

Allah aşkına bunun neresi "espri"? Ülkemizin Başbakanına yapılmış düpedüz küstahlık!

İki toplumun ve iki devletin bayraklarının önünde, başbakanlarının dünya kamuoyuna verdikleri mesajlar bu vakite kadar hep ciddiyetini korumuştur. O bakımdan nezaket kurallarını zorlayarak yapılan bu  küstahlığı, tartışılmayacak ve de gülünmeyecek kadar diplomasi ciddiyetinden  ve devlet terbiyesinden  uzak gayriihtiyari bir çelişki olarak görüyorum.


Tabii şunu da unutmamak lâzım;  Putin için belki bu gibi durumlar normal karşılanabilir... Ama bizim toplumumuz bunu kaldıramayacağı gibi rencide olur ve ayıplayarak karşılar, bu bir! Öte yandan Gizem AKHAN başta olmak üzere, bizim bütün genç kızlarımız ve yetişkin bütün insanlarımız onurludur... bu da iki!


Diyeceğim odur ki... 

Madem bu söylem "espri" imiş, o vakit sözde "espri" adı altında yapılan bu fütursuzluğa ve  küstahlığa, "dervişin fikri neyse zikri odur" anlayışından yola çıkarak  biz de aynı ölçüde şöyle yanıt verelim; 

"Fırsatçı" PUTİN.

:))


Sevgi ve saygılarımla!


Image"Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytandır" Hz. Muhammed (A.S.)

24 Kasım 2013 Pazar

Son Sumer Kraliçe'miz Sumerolog Muazzez İlmiye ÇIĞ ile Söyleşi'm -3- "Bizim Halkımız Yeniliğe Aç!"





*Bize Kurtuluş Savaşı yıllarından hatırlayabildiklerinizi  anlatabilir misiniz?


Sakarya Savaşı'nda biz Çorum'a kaçtık...

1. İnönü Savaşı esnasında Pazarcık(Pazaryeri, Bilecik'in kazası)daydık. Babam öğretmen, biz de çocuğuz. Türk askerlerinden kaçan Yunanlılar, Pazarcık'tan geçti. Burada 3 gün kaldı. Babam mektebin koca bayrağını almış eve getirince, annem; "öldüreceklerdi seni" diyor.  3 gün Pazarcık'da kalan Yunan askerlerinin yedikleri konserve kutularıyla kasaba doldu. Askerlerin ayaklarında çizme,üzerlerinde düzgün kıyafetler.. Bizim askerlerimiz ise zavallı gariban bir halde...  Yedikleri öyle Yunan gâvur'ununki gibi değil, Konya'dan sandıklarla  pişirilmiş gelen bulgur... O da kurtlu. Üzerlerinde başlarında bir şey yok. Ayakları çıplak, açbe aç o haldeyken Yunanlıları nasıl kovaladılar, nasıl yaptılar? Yani inanılacak gibi değil.. O zaman bir tek topumuz varmış. Onu da oradan oraya gezdirirlermiş. Dağlara soba borusu koyuyorlar. Ki çok top görüntüsü olsun diye...

Neler gördük neler...


Biz 2. İnönü Savaşı olmadan Eskişehir'e gittik. Eskişehir'de Para yok, pul yok. Rahmetli annem çok becerikli bir kadındı.  O vakit insanlar pantolon giymeye başlamışlar.. Kıyafet kanunu falan yok. Annem babamın elbiselerini sökerek pantolon dikip, eve bakıyor. Babam maaş alamıyor ki...

Ben hastalanmışım, kızamık oluyorum bana ancak o zaman süt alıyorlar. Kardeşim "ben de hastalansam da süt içsem" diyormuş..

O vakit Sakarya Savaşı başladı. Herkes Anadolu'ya kaçıyor.. Cephanelikler kaçırılıyor. Meclistekiler gidelim diyor... Atatürk "siz gidin ben kalırım" diyor.


1920'de... Trene bindik. Trenin üstü açık, altı cephanelik. Üstüne de bizleri bindirdiler. Çocuklar düşmesin diye orta yerde, büyükler kenarda tıkır tıkır gittik... Her taraf karanlık, in cin top oynuyor. Gece yarısı birkaç aile ile Yahşihan'a indik.  Son istasyon; ondan sonrası yok.
Ben hala düşünürüm, "ne olduk?" diye. Esasında biz Çorum'a gitmek istiyoruz. Çünkü babamın kardeşi orada. Halam ve eniştem var. Gidecek başka yerimiz de yok.. Babam bir eşek kervanı bulmuş. Çocukları küfelere koydular. Büyükler, eşeğe bindi. Ama  kadınlardan  bazıları eşeğe binmesini bilmiyor, düşen kalkan.. O vaziyette Ankara yakınından Çorum'a 5 gün de eşekle gece gündüz tıkır tıkır gittik. Aç susuz, sersefil, ne bulursak... köylüden ne bulabilirsek o şekilde gittik. 
Bir kısım halk daha ne olduğunu bilmiyor... Halk cahil...

Yolculuk sırasında bir bağa, girdik. Onu hiç unutmam.. Ağustos ayının sıcağı.. Daha üzümler olmamış. Ama o bağda yediğimiz  koruğun tadını hiç unutmuyorum. Hâlâ o tad aklımda. Açlığımızı, susuzluğumuzu o koruklarla giderdik.

Neticede halama gittik. Halamın durumu iyi...  O sıralarda eniştem eşyalarını arabaya yükleyip gönderiyor... Halam "n'apıyorsun?" diyor, Eniştem

"Hanım yarın düşman geldiğinde senin bu eşyanın ne değeri var, bırak gönderelim" diyor.



Bugün doymak bilmeyenlere, görgüsüzce "mal yapmanın" derdine düşenlere kapak olsun bu cümleler diyerek hayıflanıyorum.

Bu hayıflanmayla derin bir iç çekerek konuşmamıza devam ediyoruz...

Nasıl oldu bu işler? Hep merak ettim... 

Hiç unutmam İsmet İnönü'nün "bir kuruş yedirtmem" diye, bağırdığını. Bir kuruşun arkasından gittiğini hiç unutmam. Bir kuruşluk açık çıktı.. Kıyamet koptu.. Gazeteler yazdı. O zaman Eskişehir'deyim, duydum bunları... Tabii o zaman açıkgözler var. Ankara başkent oldu ama. Hiçbir şey yok. İnşaatlar var. Yapılması lazım. Hiçbir şey yok. Yol yok, ev yok...  Dış ülkelerin temsilcilerini buyur edeceğiz, bir şey yok. Zaten kimse gelmiyor. Çünkü Ankara'nın başkent olacağına inanmıyorlar, "bunlar nasılsa yapamayacak, bırakırlar" diye... Bir taraftan bunlar yapılıyor, bir taftan çocuk gönderiliyor dışarıya, tahsil için. Düşünün, 1923 yılında bunlar oluyor. Daha ortada bir şey yok.  Müzik için Avrupa'ya çocuk gönderiliyor. Ondan sonra 1925 yılında bir müzik okulu açıldı. Musiki Muallim Mektebi. Yani müzik öğretmen okulu. "Neden?" çocuklara müzik öğretilecek. O zamana kadar müzikten kimsenin haberi yok. "günah" deniyor. Bugün adam kalkmış, profesör olmuş,"müzik günah" diyor... Hele kadın ağzından çıktı mı.. Artık Kadın yok bu dünyada! Halbuki, Atatürk bir atılım yaptı... 

Sanat toplumların devrimidir! Benim kanaatim, şimdi din adamları kurtaracaktır bu memleketi, bilinçli din adamları...  

Bu 80 yıl içinde hiçbir şeyden haberi olmayan bir milletten, eserleriyle  dışarıda tanınan müzisyenlerimiz var. Bu o kadar mühim bir ilerleme.. Ben şaşkına dönüyorum.. Bakın Avrupa'nın 400 yılda Rönesans'ta yaptığı şeyleri, biz 15 yılda yaptık.

Bana gençlerden, Atatürk devrimlerini halk kabul etti mi, diye çok soran oluyor, 

Ben de diyorum ki:

Tabii ki etti.

Şayet halk kabul etmeseydi, biz bugüne gelemezdik. Bizim halkımız yeniliğe aç...



Amerikalılar son zamanda bir anket yapmışlar ve Türklerin son derece yeniliğe  merakları olduğunu öğrenmişler. O sebeple  cep telefonu dünyanın hiçbir yerinde bu kadar yok. Çocukların elinde bile var. Bu biz de teknolojiye, yeniliğe karşı büyük bir istek olduğunun göstergesidir. Atatürk bu yaptığı devrimlerin hiçbirisini zorlamadı.. Hiçbirini silah zoruyla yapmadı. O, o kadar güzel anlatıyordu ki, mecliste... Kimse bir cevap veremiyordu. Hilafet kalkarken mecliste yaptığı konuşmayı  heyecanla okudum. İnanılması zor. Yararını zararını..Kimse ağzını açıp da sen haksızsın demedi... Hiçbir şeyi meclisin dışında yapmadı..

Diğer tarafta Cahil bir millet! Okuma yok, yazma yok. Bir şey yok...

Nihayet devlet adamları..

Padişahlar o zaman devlete sadrazam, devlet adamı yetiştirecek, kendi parasıyla yetiştirmemiş, gidip yabancı çocukları alıyor, onları "islamlaştırıyor", onları yetiştiriyor. Öyle yapacağına  sen kendi çocuklarını alıp yetiştirsene! Halkını kalkındırsana! Yapmıyor... çünkü hepsinin karısı "gâvur"! Hiçbirisinin (padişahların) karısı Türk değil... 

Atatürk, kendi halkını yetiştirip, onları devlet kademesine  getirdi.. Halkına kıymet verip, onları kalkındırarak onları söz sahibi yaptı..




*Atatürk'ü gördünüz mü?

Uzaktan gördüm. Keşke yakından görebilseydim. Bir defasında Eskişehir'de, evimiz tam cadde üzerindeydi; Atatürk üstü açık bir arabada Rıza Şah Pehlevi ile  yavaş yavaş önümüzden geçtiler. Bir defasında da Ankara'da gördüm. O kadar meşgul bir insandı ki.. Onu görmek çok zordu. Onu görenleri duydukça kıskanırım. Keşke ben de görebilseydim.


*Atatürk "Sumerbank", "Etibank" adlarıyla ne amaçlamış olabilir?

Atatürk, "Sumer" kelimesini halk arasında duyulmasını, ilgi çekmesini ve araştırılmasını istediği için... Öte yandan "Eti" Hitit'dir. O sıralar "Hitit" değil, Eti diyorduk. Şimdi Almanlar ne söylüyorsa onu yaptık. Gâvurlar "Hititler" diyor biz de öyle... Atatürk o  kadar ilgilenmiş ki Hititlerle..  Hitit kazısıyla ilgilenmiş. Öyle ki, ilk defa Fransa'da Hitit mecmuası çıkacak, Atatürk onu himayesi altına alıyor...


*Atatürk'ü anlamak bugün dünden daha önemli... Bize Atatürk'ün ölümünün üzerinden yıllar geçmesine rağmen neden bu kadar sevildiğini ve anıldığını, o dönemi yaşayan birisi olarak anlatabilir misiniz?

Ne zor bir soru değil mi? Öyle bir kelimeyle birkaç cümleyle anlatılacak kadar kolay değil...  Atatürk bu kadar kısa sürede o kadar uzun işler yapmış ki.. Atatürk devrimleri bizim yaşamamızı temin eden şey. Bugün biz bu yaşamımızı Atatürk'e ve onun devrimlerine borçluyuz...


Yazıdan, okumaktan haberi olmayan bir milletten, bugün bu hale gelmemiz son derece önemli. Dünyaca tanınan bilim insanlarımızdan müzisyenlerimize.. geldiğimiz nokta budur. Ben her zaman onu diyorum. O 15 yıllık atılan adımlar, temeller o kadar güçlü ki, bugüne bu şekilde girebildik.



* Türklük nedir? Bugün iddia edildiği gibi bir ırkçılık mı, yoksa bir ulusun adı mı?

Bu soruya çok sinirleniyorum. Ne o öyle? Türk Türk'tür! Fransız, Fransız oluyor, İngiliz İngiliz oluyor da Türk'e gelince mi sorgulanıyor! Yok öyle bir şey




* Bu kadar güçlü ve dinamik olmanızı neye borçlusunuz?

Vallahi herkes bu soruyu soruyor. Özel olarak hiçbir şey yapmıyorum. Gıda konusunda hiçbir ayırım yapmadım. Her şeyden yiyorum. Alkol sigara kullanmıyorum.

Amerika'da kardeşimin bir araştırması oldu. İlaç çalışması yaptı. Psikiyatrik ilaçların gelişi güzel verildiğinde, beyni mahvettiği üzerinde araştırma yaptı... Bir de "ginkgo biloba"... onun çalışmasını yaptı. Büyük bir çalışma yaptı. Hafızaya iyi geldiğini tespit ettiler.  Onun da bana iyi geldiğini gördüm. İşte 95'inden sonra kullanmaya başlamıştım...


Amerika'da tıp profesörü bir kardeşim var. Onu çocuğum gibi severim... Eşi vefat edince çok fena oldu. Bizler buradayız diye Türkiye'ye geldi... Elinde çok büyük çalışma malzemesi var, çok istedi burada bir üniversiteye bu malzemeyi versin. Maalesef yapamadı...


"Abla burada herkes benden çok biliyor. Ağzımı açamıyorum..." Oysa kendisinde kaç tane ilacın patenti var...


Maalesef.. bu tutum cehaletin göstergesi..

Kendime göre diyorum ki; fazla bilgisi olmadığı için, başkası biraz bilgili olduğu zaman kıskançlık başlıyor..."

Bakın şimdi en basit ben. Bu kadar çalışmam var. Bizim Sumeroloji bölümü var. İnsan bir kez olsun bir aramaz mı?... İstanbul üniversitesi bana doktora verdi. Benim üniversitem bunu  yapmadı.  Adeta ben düşman gibiyim. Ben buna şaşırıyorum... Arkeoloji bölümü benimle çok ilgileniyor. Ama Sumeroloji bölümünden "tık" yok... Nitekim... 75. yılında bir araya geldik, bir tanesi yanıma gelip de bir "merhaba" bile demedi...


Hastalık halinde, insanlarda olmaması gereken  bir küçüklük duygusu var.. Hatta benim için "ilkokul diplomam bile yokmuş" diye, internette söylentiler bile geziyor. Bunlara aldırdığım falan yok. Burada kendi mesleğindeki insanların birbirini tutmaması beni üzüyor.

Ve ne yazık ki bilene saygı duymamak gibi bir durum var ortada. İşte bu tutum bizi yıpratıyor...

Bunlara ben aldırış bile etmiyorum, yoluma devam ediyorum... Allah'a şükür Atatürk'ün isteğini yaptım, huzur içindeyim...



* Söyleşimizi noktalarken bir asırlık bu bilge kişiyle yaptığım sohbetle birlikte "genç olmak nedir? " diye bir soruda kendime yönelttim... 

Öyle ya... dile kolay tam bir asır yaşındaki bu bilge insandan dinlediklerimle, yaş olarak genç bir insanı mukayese etmek kaçınılmaz oldu..  

Gördüm ki..  genç olmak sadece yaşla ilgili değilmiş.  

Anladım ki...  genç olmak  gelecek, aydınlık, bilim, ışık demekmiş... 

Genç demek, ruhun aydınlığı, bilimsel akla sahip olmak, ülke sorunlarıyla ilgilenmek, eğitmek, çağdaş olmak, çağdaş düşünmekmiş...

Kısaca yaşça genç olmakla genç olunmuyormuş... Bunu bize bu bilge insan kanıtlıyor.

Cumhuriyetimizin değeri bu bilge insan,  Sumer Kraliçe'miz Sumerolog Muazzez İlmiye ÇIĞ'ın önünde saygıyla eğiliyor, ellerinden öpüyorum...



Bitti.

Sevgi ve saygılarımla!


Image"Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytandır" Hz. Muhammed (A.S.)

20 Kasım 2013 Çarşamba

Son Sumer Kraliçemiz Muazzez İlmiye ÇIĞ ile Söyleşi'm -2- Hitlerin Katlettiği Yahudiler...







*Sumer kültürü  Mezopotamya'da mı başlar?


Fin Etimoloji profesörü (D), Ural-Altay (URAL), Japon (J) ve And (AN) dillerinden topladığı, tamamen aynı olan 1000 kelime köküne DURALJAN dili adını vermiştir. Daha sonra İranlı Etimoloji profesörü ile birlikte yazdıkları bir kitapta, Finceden, Tamilceden de eklenen yeni köklerle Sumerce kökler karşılaştırılmış ve 472 Sumer kelime kökünün bunlara uyduğu ortaya çıkarılmıştır.
Buna göre Sumercenin kökleri en az MÖ 7000'lere gitmiş oluyor. Ayrıca Sumerlilerin vatanının da Asya topraklarında olması gerekiyor. Biz Sumerceyi yazılı kaynak olarak en eski 5300 yıl önceye kadar götürebiliyoruz. bu araştırmada diğer bir ilginç sonuç da, bu kök kelimelerin arasında hayvancılığa, tarıma, tekstile, kilden kapkacağa ve madenciliğe ait kelimelerin bulunması. Yalnız astronomi ve matematikle ilgili kelime yok. Bu da Sumerlilerin Asya'dan Mezopotamya'ya gelirken bütün bu bilgilerle donanmış olduklarını gösterir. Geldikten sonra ancak astronomi ve matematik buldukları söyleniyor. Bunları Mezopotamya'da geliştiriyorlar.

*Tıp'la ilgileri var mı?

Var tabii. Bitkilerden ve madensel kaynaklardan, her şeyden yararlanmışlardır. Bir de birayı bulmuşlar. Ve bu da çok mühim. Onlar su yerine bira içiyorlardı. Ve bunları da kadınlar buldu. Eğlence olarak da içiyorlar. Sumer'de işin garibi, birahaneleri kadınlar idare ediyorlar sonunda da kızlarına miras bırakıyorlardı.
(Resimler bunu gösteriyorlar.) Bir tarafta çömlek içinde bira içiyorlar, diğer tarafta sohbet ediyorlar...



*Sumerliler ile Türklerin dili, adetleri, efsaneleri, bayramları, kültürleri ve ayinleri arasındaki bağlantıları konuşmaya kaldığımız yerden devam ediyoruz


Sumer belgelerinin ilk okunuşundan itibaren Sumerce'nin Ural-Altay dillerine benzediği sonucuna varıldığını söyleyebiliriz. Daha sonra aynı anlam ve fonetikte olan Sumerce ve Türkçe kelimeler karşılaştırılmıştır. Bu da yeterli görülmeyerek konulara göre karşılaştırmalar istenmiş ve son çalışmalarda bu da yapılarak Türk dili ile Sumerce arasında büyük bir yakınlık olduğu ortaya çıkarılmıştır. Hatta bazı kelimelerin zamanımıza kadar ulaştığı görülmüştür.

Mesela,

Sumerce  - Türkçe  - Açıklaması
me              men       ben
ze               ze          sen
mara           bana      bana
zara            sana       sana
mae            menim    benim
diri             canlı       canlı, hareketli

Bu küçük liste bize, Sumercenin bugünkü Türkçeye bile ne kadar yakın olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla bunlarda  Batı'nın Sumercenin yaşayan veya ölü dillerin hiçbirine benzemediği savını çürütmektedir. 

Bilim insanları da Türk dilinin çok sağlam, kolay kaybolmayan bir dil olduğunu kabul etmektedirler. Bu bilim insanlarının çalışmalarına dayanarak Sumer dilinin Türk dili veya Türk dilinin bir dalı olduğunu on bin yıl önceye kadar gittiğini korkusuzca söyleyebiliriz.

Son yapılan arkeolojik buluntularda, yer adlarında, efsanelerde, destanlarda da Orta Asya, özellikle Türkmenistan'daki buluntular ile Sumer kültürü arasında pek çok benzerlikler, bağlantılar bulunduğu ortaya konulmuştur.

Bazı yazarlarımız, hiçbir kanıt ortaya koymadan Sumerlilerin Türk olduklarını söylüyor ve yazıyorlar. Halbuki daha o zamanlarda, bir yabancı bilim insanı Atatürk'e "Sumerliler Türk'tür" dediğinde, O, "kanıtlayın" karşılığını vermiştir.

Öte yandan Batılılar da kendi kültürlerinin Yunanlılara dayandığını bütün kitaplarında yazmışlar. Birden Sumer kültürünün onlardan önce olduğu ortaya çıkıyor ve yapılan çalışmalarda, Yunan kültürünün Sumerliler ile köken bakımından bir bağlantısının bulamadığı görülüyor. Bunun üzerine Sumerlilerin Türkler ile bağlantılarını aramaya gerek duymuyorlar.



*Sayın Hocam belki konu dışı olacak ama, konu Türkler olunca, Arthur Koestler'in 13. Kabile kitabında, Hazar Türklerinin Yahudiliği seçtikleri yazıyordu.  Buradan yola çıkarak,  Hitlerin katlettiği yahudiler, Hazar  Türkleri olabilir mi?

Evet, hemen hemen. Bende öyle diyorum. Çünkü o Türkler Avrupa'ya yayıldı.  Hazar Türkleri Yahudiliği kabul etti. Sonra Vikingler geldi. O Türkleri dağıttı. İşte o Türkler Avrupa'ya doğru göç etti. Avrupa'nın Yahudilerinin hepsi, büyük çoğunluğu bence Türk'tü! 

Bir defasında Amerika'da bir lokantadayım. Lokantanın  adı, "BALABAN"dı... Konuştuk... Soyadının anlamını biliyor musun, dediğimde, adam şaşırarak "bilmiyorum" dedi... Anlamı "büyük" dedim. Şimdi bilmiyorum...  adam belki Hıristiyan da olabilir. Ama Türkler her yere dağılmışlar.. Kimi Budist olmuş, kimi Hıristiyan...




*Çam ağacı ve çam süslemenin Batı ve Hıristiyanlık adeti olduğunu düşünerek öteden beri bu geleneğin karşısında duruyor ve bu düşüncemi savunuyordum. Taa ki, sizin  konu üzerindeki açıklamalarınıza kadar...

"Çam Bayramı" Türklere ait diyorsunuz, bu doğru mu?


Bana gönderilen bir e-posta ile araştırmaya başladım. Ben bunu yazdığımda bizim profesörler benimle alay ettiler, vay "Türklerde çam ne gezer?" diye. Halbuki çam Türklerde çok kutsalmış. Çamın dalları yukarıya doğru ya.. Tanrıya dua ediyor sanıyor, Tanrı ağacı olarak  görüyorlarmış. Bilhassa Akçam diye bir çam varmış. O ancak Orta Asya'da yetişiyormuş. Filistin'de bu ağacı bilmezlermiş.

Şimdi, bu gece ile gündüz, geceler kısalıp, gündüz uzamaya başladığı zaman için, Güneş daha çok insanlara görünecek, daha çok ısıtacak diye  Türklerde Güneş'e büyük saygı var.  Güneş saygısı... 21 Aralık'da geceler kısalmaya başlayacak, günler uzamaya. Bundan sonra yani 21-24 Aralık günleri güneş daha çok insanlara görünecek diye, Türkler çam alıyorlar. Küçük çamları eve getirip, o sene için Tanrıya dua ediyorlar... Ertesi sene isteyecekleri şeyler için  ağaca bez bağlıyorlar ve bize güzel bir sene geçirtti diye, ağacın altına Tanrı'ya hediyeler koyuyorlar...

Ondan sonra da bütün aile, fertler toplanıyor, büyük bayram yapılıyor, eğlenceler yapıyorlar.  Halkalar halinde dönerek dans ediyorlar. Halkalar güneşi temsil ediyor.

İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşunu, Türkler büyük şenliklerle "akçam" ağacı altında kutluyorlar. Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor.

Aslında bizim namazımız bile güneşle olmuyor mu? Sabah güneş doğarken, akşam güneş batarken.. Kızılderililer, sabah güneş doğarken hepsi yere secde ederlermiş. Güneşin doğmasın beklerlermiş.

Diyeceğim, bu adet aslında Türklerle  Hunlarla Avrupa'ya gidiyor. Avrupa'da bu adet devam ediyor.  Ne zaman ki 325 yılında İzmit'de konsül toplandı. Hıristiyanlığın birçok İncil yazıldığı dönemde, dediler ki bu kadar İncil olmaz, bunu kısaltmak gerek. Çam bayramı için, "bu bayram ilkel insanların bayramı ama, biz de zaten İsa'yı bizi aydınlattı diye,  yeniden doğuyor diye düşünüyoruz", binaenalyh bunu ona  yamayalım.. derken bizim elimizden bu bayramı alıyorlar...

*O halde Çam ağacı ve altına hediye koyma çok eski bir Türk geleneği olduğu bir gerçek. Ama bunun İsa'nın doğumu ile hiçbir ilgisi yok. sadece "Doğum, güneşin yeniden doğuşu" olarak kutlanıyor ve anılıyor diyebiliriz, öyle mi?

Evet.

Çok enteresan bir bilgi aldım. Bana verilen bu bilgiye göre, Bafa Gölü'nün etrafında "bizim tarafta çam'a çok önem veriliyor" denildi. O yörede düğünlerde çam götürülüyormuş. Yani farkında bile olunmadan günümüz Anadolu'da "çam bayramı" adeti bilinçsiz  olarak devam ediyormuş. Daha sonra duydum ki bu adet, Doğu Anadolu yöresinde de devam ediyormuş.

Ancak Çam ağacı süslemenin eski bir Türk geleneği olduğu gerçeği var. İsa'nın doğumu ile hiç ilgisi yok.





* Hıdrellez Hakkında bilgi verir misiniz?


Anadolu'da yeniden doğuş Hıdrellez Bayramı

Anadolu'da halk, 6 Mayıs'ta yiyecekleriyle kırlara giderek Hıdrellez bayramını kutlar. Bu konuda çeşitli söylentiler var. Hıdrellez, Hızır ve İlyas adlarının birleşmesinden türetilmiş. Hızır-Hıdır hayat suyu içerek ebedi hayatı bulmuş bir kimse. Tanrı tarafından Müslümanlığı korumakla görevlendirilmiş. o istedi zaman, beklenmeyen bir zamanda insanlara yardım eden bir varlık. o geldiği yere bolluk ve bereket getiriyor. Etraf yeşilleniyor, ürün bol oluyor, hayvanlar çoğalıyor, cinsellik güçleniyor. İlyas onun kardeşi veya yakın arkadaşı. Her ikisi de ölümsüzlük kazanmış peygamberler. Hızır karaların, İlyas denizlerin koruyucusu.

İnanışa göre onlar senede yalnızca bir kez, 6 Mayıs'ta birleşiyorlar. Bu birleşme ile ortalığa büyük bolluk, bereket geliyor. Halk da bu birleşmenin sevincini, kırlarda çeşitli eğlencelerle kutluyorlar. Bazı yörelerde bu eğlenceler bir yatır, bir türbe civarında veya mezarlık yakınında yapılıyor. Bazı yörelerde o gece insanlar, gül dibine, gelecek yıl için istediklerini bildiren simgeler koyuyorlar. Evlenmek isteyen kızlar bir çömlek içine yüzüklerini koyarak gül dibine bırakıyorlar. Sevgililer de o gece, gökyüzüne bakarak iki yıldızın birleşmesini bekliyorlar. Eğer iki yıldız birleşirse, onlar da kavuşacaklarına inanıyorlar. (Yaşar Kemal'in Ağrı Dağı Efsanesi)

Bu öykü de Sumer'in yeniden canlanma, bereket kültürünün bir devamı. Şenliklerin türbe, yatır ve mezarlıkta yapılması, Dumuzi'nin yeraltından çıkmasının, Hızır ve İlyas'ın birleşmesi, Dumuzi ile İnanna'nın birleşmesinin, bu birleşmeden doğan bolluk ve yapılan eğlenceler, kutsal evlenme törenlerinin bir devamını göstermektedir.

İranlı bir yüksek mimar kendi bulunduğu şehrinde bu bayrama "Hıdır Nabi" bayramı denildiğini aktarıyor. Bu günde kadınlar gözlerine sürme çeker., süslenirlermiş. İnançlarına göre Hıdır Nabi gelip onları görürmüş. O gün Gavut denilen doğumlarda yapılan bir yemek yapılırmış. Kadınlar bu yemekte Hıdır Nabi'yle birlikte olduklarına inanırlarmış.

İranlı Mimar, Hıdır Nabi'nin yer altından çıkan Dumuzi'ye; doğum yemeğinin Dumuzi'nin yeniden doğuşunu, kadınların Hıdır Nabi ile hayalen birleşmesinin ise İnanna ile Dumuzi'nin birleşmesini simgelediğini ifade ediyor ki, çok doğru.

Bu bayram, Anglosaksonlar arasında ilkbahar tanrıçası Estor bayramı olarak kutsanmış. . Sumer bereket kültürünün burada da sürdüğünü görüyoruz. Saksonlarda bu tanrıçanın simgesi tavşan. Tavşan kutsal sayıldığı için bazı çevrelerde hâlâ eti yenmiyor. 325'te İznik'te toplanan konsülde Hıristiyan olan halklar tarafından da sürdürülen Asya'dan gelen Türklerin bu geleneğini, değiştirerek, "İsa'nın yer altından çıkması" biçimine dönüştürülmüş. Easter/Ostern Bayramıolarak adlandırılan bu gün, boyalı yumurtalarla kutlanmaya başlanmış. Dumuzi adı da takvimimize "Temmuz" olarak geçmiş.



Nevruz da bu.. Bugün Kürtler için mitoloji yazmışlar. Onu okudum bütünüyle Sumerleri yazmışlar.

*Sumerlerin Türklerle bağlantısı nelerdir?


Orta Asya halkının Tufan ve daha sonra yaşanan kuraklık yüzünden çeşitli yönlere doğru dağıldığını ve Türklerin dillerinin bu dağılmadan dolayı değiştiğini de Sumerliler yazmışlar.

Hangi dil, aynı kökten gelmiş olduğu halde çeşitli yönlere dağılmış, Türklerin dili gibi ayrılık gösteriyor?

Aynı konu Tevrat'a geçmiş (Tekvin 11:1-9) ve "bütün dünyanın sözü bir, dili birdi" denilmiştir.

Sumerliler ile Türkler arasında kültürel bağlantılar var. Ben bu bağlantıları buldum. Ki bu çok önemli. Yani kültür bağlantısı istiyorlardı. O sebeple ben, o kültür bağlantılarını buldum.

Dil bağlantısı var tabii. Yani birçok kelimeler Türkçe kelimelerle çok uyuyor.

Bazı Sumerce kelimelerin köklerini Anadolu Türkçesinde, hatta Arapçada buluyoruz. Bunun nedeni, bana Sumerce üzerine yaptığı çalışmaları gönderen İran'ın Azerbaycan kısmında oturan bir beyefendiden gelen bir yazısında;

"Batı dilcileri, her dilin 1000 yılda sözcüklerinden yüzde 20'sini yitirdiğini söylüyorlar., halbuki eklemli  diller, kurallı olduğundan, çok daha az değişiklik oluyor. Bunun için 5000 yıl sonra bile Sumer Türk dili bağlantılarını bulabiliyoruz. Kökler kolay kolay değişmiyor. Diğer dillerde ise eklemlerle birlikte kökler de değişiyor.

Bir Sumerce kelimenin Anadolu'da ne şekillerde dolaştığını görmek insana heyecan veriyor.

Size çok enteresan bir şey söyleyeyim:

Bir gün bir hanımdan bir e-posta aldım. Sümerce bir tek kelime bulmuş. "aptal" anlamına gelen. Bu kelimeyi Anadolu dışındaki Türk devletlerine ait sözlüklerden araştırmış. Ona benzer bir kelime bulamamış, buna karşılık Anadolu'ya ait sözlükten, aynı kelimenin biraz farklarla, Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde aynı anlamda yaşadığını görmüş. Bunu bana yazdı, gönderdi. Mesela,

Sag.du nu.tuku=Aklı başında olmayn, abdal, sersem, kafasız (Sumerce)

Sa.di.na= Ahmak, bunak, akılsız (Burdur)

Sa.da.na= Yaşlı (Kayseri)

Sa.da.na= Öfkeli kimse (Kozan, Adana)

Sa.da.na= İnatçı kimse (Konya)

Sa.da.na= Ölçüleri uyumsuz, çok uzun boylu (Kırşehir)

Sa.da.na= Bunak, ahmak Çorum, Elazığ)

Sa.di.ke= Bunak, ahmak, akılsız (Kastamonu çevresi),

Sa.da= Akılsız (Elaziz)

Se.de.rek= Ahmak, bunak, akılsız (Amasya)

Se.dere.me.ki= Akılsız, bunak (Balıkesir, Edremit)

Se.de.reyh= Akılsız Sarıkamış, Kars)

Bir Sumer kelimesi binlerce yıldan beri ölmemiş, Anadolu'da hâlâ yaşıyor. Bu kelime bile Türklerin Anadolu'da ne kadar uzun yıllardan beri bulunduğunun bir kanıtı sayılır!




Ben şimdi destanlarda, efsanelerde ve inançlarda birçok bağlantı buldum. Yani kültür bağlantısı istiyorlardı, ben o kültür bağlantılarını buldum. Ki bu çok önemli.

*Masallarda da var mı?

Masalları pek ele almadım. Ama bana İran'dan aldığım yardımla...  Mesela çok ilginç,
Sumer efsanesi var.

Efsane şöyle:

Sumer aşk tanrıçası İnanna, bir gün yeraltı tanrıçası kız kardeşini ziyaret etmek ister. Ancak yer altına gidenin oradan bir daha çıkarılmadığını bilmektedir. . Kendisi bir tanrıça olduğundan ona bu kuralın uygulanmayacağını düşünse de gitmeden önce yine de vezirine, "Şayet ben üç gün içinde  gelmeyecek olursam, beni kurtarmaları için tanrılara söyle" diyor. Gerçekten tanrıça yer altına gidince kardeşi "buraya gelenin bir daha çıkamayacağını bilmiyor musun?"diyerek onu cesede çeviriyor. Böylece ölüyor ve yeryüzüne çıkamıyor. Vezir tanrılara gidior yalvarsa da onu dinlemiyor, tanrılar. Ancak vezirle bilgelik tanrısı ilgileniyor. ve Kurgarra ve Kalaturra adlı iki cin görevlendiriyor. Kurgarra'ya hayat ekmeğini, Kalaturra'ya hayat suyunu vererek yer altına gönderiyor. Cinler ellerindekileri tanrıçanın üzerine koyuyor ve böylece tanrıça canlanıyor, yaşam bularak yeryüzüne çıkıyor.

Türklerde qargarra adında insanlara yaşam sağladığına inanılan bir ağaç var. Bir kişi, herhangi bir isteği yerine gelince adak olarak bu ağacı dikiyor bahçesine Ağaç büyüdüğü zaman, Muharrem ayına 10 gün kala bu ağacı kesiyor ve bir mescit veya kutsal bir yerin önüne getiriyor. İnsanlar ağacın üzerine abanıyorlar. Böylece hastalıklardan kurtulacaklarına, ömürlerinin uzayacağına inanıyorlar. Aslında bu ağacın kesilerek Hz. Ali'nin oğlu İmam Hüseyin'in yeniden hayat bulacağına inanılıyormuş. . Ağacın dallarına dilek bezleri bağlanıyor. Sonra derin bir çukur açılarak ağaç dikiliyor.. Zamanla ağaç orada kuruyor. Ayrıca hayat suyu denilen kaynaklarda varmış.

Kurgarra ve qargarra sözcükleri, neredeyse aynı fonetiğe sahipler. İki sözcük de yaşam veren anlamında. Bu çok kuvvetli bir bağlantı. Aynı kökten gelen insanların inançlarının değişerek sürdüğü, ama ana fikrin aynı kaldığı görülüyor.

*Diğer kültür bağlantıları:

*Aleviler Cem Ayini ile Gudea'nın Yeni Mabede Giriş Ayini benzerliğinden bahsediyorsunuz, bunu açabilir misiniz?

Alevilerin "Cem Ayininde"

Cem Ayini yapılacağı zaman, cem yapılacak yer iyice düzene sokulup temizleniyor. Sonra çeşitli yemekler, içecekler, tütsüler hazırlanıyor. Bu törene hizmet edecek 12 kişi seçiliyor. Sumerlerde de 12 kişinin görevli olması birbirine benziyor.
Lagaş şehrinin kralı Gudea, Tanrı için bir mabet (tanrı evi) yaptırıyor. Mabetin yapımıyla ilgili olarak gördüğü rüyaları, yapı başlamadan evvel yapılan temizliği, yapı malzemelerini, malzemelerin getirildiği yerleri ve yapı bittikten sonra yapılan törenleri bir kil üzerine yazdırtmış. Mabet'teki işler için atanan personel sayısı on iki.

Sumer töreni de cem töreninde olduğu gibi müzik eşliğinde yapılıyor ve zakir bağlama çalıyor. Sumer'de müzisyenler balag adlı bir müzik aleti çalıyorlar. Bağlama ve balag, fonetik olarak birbirine oldukça yakın.

Böylelikle iki kültür arasında binlerce yıllık zaman farkı olmasına karşın, bu kadar benzerlikleri bulunuyor.



*Sumer'de Tanrı Enki davulu ve Türklerin Şaman davulu

Sumerlerde büyü genellikle hastalıklar için yapılıyordu. Onlara göre hastalıklara vücuda giren, gözle görülmeyen yaratıklar neden oluyordu. Bunlara nam.tar deniyordu. Bu kelime aynı zamanda kader, alın yazısı demek. Sumerliler bu cinleri vücuttan atmak için çeşitli yöntemlere başvurmuşlardır. Bu yöntemlerin birinde, bir tür bitki suya konuyor. Hastanın yanında bu su yavaş yavaş akıtılırken davul çalmaya başlıyor. Böylece cinlerin vücuttan çıktığına inanılıyor. Bu Türklerin şaman davulunun işlevine benziyor.

Şaman davulu aynen Sumerde var. Şaman ruhu getiriyor, onları iyi etmeye çalışıyor... Sumerde de Tanrı insana bir ruh gelmesini sağlıyor, can veriyor, Bu işler yapılırken davul çalıyor. Ruhun canlanmasını sağlıyor davul.

Türklerde Şaman/kan davulu aracılığıyla da ruhun davul ile birleşmesi sağlanıyor. Sumerde de tanrı davul çalarak kilden yapılan insana tanrılardan ruh veriyor, hastalık cinlerini vücuttan atıyor.


Devamı var...


Sevgi ve saygılarımla!


Image"Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytandır" Hz. Muhammed (A.S.)

16 Kasım 2013 Cumartesi

Son Sumer Kraliçe'miz Muazzez İlmiye ÇIĞ ile Söyleşi'm... "Çocuklarını Yiyorlardı Açlıktan!"






Evet... en zarif, en renkli, bilge insan... Adı gibi ilim insanı Son Sumer Kraliçesi Sumerolog Muazzez İlmiye ÇIĞ Hanımefendi...

Bir asırlık çınar...

O bir Cumhuriyet kadını... O, aydın bir Türk kadını.. Tüm bunların  verdiği şevkle ve 100 yıllık bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle bugün de bilgisini, düşüncesiyle, zekasıyla bizlere  aktarmaya devam ediyor... 

Yüz yıllık birikimi bize, tarihe ışık tutuyor.

O, son Sumer Kraliçemiz ama, masal tadında gerçek bir tarihi aktarıyor... Bunu yaparken bir yandan da Atatürk'ün isteğini gerçekleştirmenin verdiği büyük gururla yüzü aydınlanıyor...

O, Meclis açıldığında 6, Cumhuriyet kurulduğunda ise henüz 9 yaşındaydı. Ama Cumhuriyet'in, Atatürk devrimlerinin temeli atılırken o harcın içerisinde yaşayarak bizzat rol alan bir bilim insanımız...

Hani Tolstoy'un dediği gibi, "emeğimizden başka hiçbir şey bize ait değil"...

Biz de onu,

Ön-Asya dilleri araştırma merkezinin arşivdeki tabletleri, bilim âlemine tanıtmasıyla, Amerika'dan, Almanya'dan, Finlandiya'dan gelen uzmanlarla birlikte, her biri Sumeroloji literatüründe birer kilometre taşı olan yayınlarıyla,

Katıldığı kongrelerde ve bilimsel toplantılarda verdiği bildirilerde, yayınladığı 15 kitap ve 100'ü aşkın bilimsel makalesiyle hep Türkiye'nin yüzünü ağartmasıyla,

İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde bulunan Sumer, Akad, Hitit dillerinde yazılmış 74 bin çivi yazılı belge üzerinde 33 yıllık çalışmalarıyla tanıyoruz.

Onun o sevimli yüzü, bilge kişiliği, tatlı mı talı sohbeti ve en önemlisi de inanılmaz birikimini koruyan, aklı ve zekasıyla buluşmanın, kabul görmenin heyecanıyla merhabalaşıyorum...

Ayy!.. O ne tatlı ve içten bir karşılama...  O nasıl bir nezaket... Hepsi bir arada...

Öyle ya... O bir kraliçe.. MASAL GİBİ...

Ben de o masal gibi ama, tarihi gerçekleri konuşmak üzere Kraliçe'mizin mütevazı evine konuk ediliyorum...

Dedim ya asırlık bir çınar gibi... o muhteşem birikimin, bilgeliğin karşısında bir o kadar da sevimli tatlı mı tatlı minyatür bir bebek gibi olağanüstü zarafetiyle bizi kapıda karşılıyor,  Kraliçemiz...

O bir Sumer kraliçesi olduğuna göre...



* Sumerliler kimdir?

Sumerliler, günümüzden 6000 yıl önce Dicle ve Fırat nehirlerinin arasında yer alan Mezopotamya'nın güneyine gelip yerleşmişler ve orada büyük bir uygarlık kurarak yaklaşık 2000 yıl varlıklarını korumuşlardır. Onların uygarlıklarının en önemli olayı, dillerine göre bir yazı icat etmeleri, okullar kurarak, kil üzerine yazarak o yazıyı geliştirip her istediklerini yazabilmeleridir. Çivi yazısı adı verilen bu yazıyı hem Sumerliler zamanında var olan, hem de daha sonra tarih sahnesine çıkan Ortadoğu milletleri de kendi dillerinde kullanmışlardır. 


* Miraç Kandilinde doğmuşsunuz, bu doğru mu?

Hakikaten Miraç Kandilinde doğmuşum ben.. belki de ondan bilmiyorum ama, diyorum ki, Tanrı'nın bana karşı bir hususi bir şeyi var diyorum. İnanırmısınız, oluyor yani hayret edersiniz..ben bir şeyi yapmak istediğim zaman yollar açılıyor. Şimdi birkaç gün önce dedim ki bir defa dedim, "nutku ele alacağım dedim. Bu defa Nutuk üzerinde konuşmak istiyorum, dedim... Ah... dökümanlarımı  karıştırıyorum, bir de baktım, bir dosya... Bir öğretmenin Nutuk üzerinde çocuklara yaptırdığı çalışmalar...   Ben Nutuk'dan bahsediyorum, Nutuk'la ilgli yazılar çıkıyor karşıma... Şimdiye kadar hayatımda hep yol açıldı.

Rüyaya inanır mısınız?.. Bir defa rüya gördüm. Yeni mezun olduğumda... rüyamda beni bir el havaya kaldırıyor. Etrafımdakiler bana diyorlar ki, Hz. Muhammed'in eli... Anneme anlattım. Annem çok bilirdi... "kızım çok güzel bir rüya, Hz. Muhammed'in eli ileride çok güzel şeylerin olacağına, yükseleceğine işaret" dedi.


*1914 yılında doğdunuz. Siz dünya savaşları ve Kurtuluş Savaşı dönemlerini bire bir yaşayan bir tarih gibisiniz. Savaşı anlatır mısınız?


Ben savaş görmedim ama, o dönemin içerisinde bulundum. 
O dönemin kıtlığını, yokluğu hatırlıyorum. Çocuktum...Sofrada ekmek kırıntılarını topladığımı hatırlıyorum... Yanımda başka çocuk da vardı, sofrada, ondan kıskandım ekmek kırıklarını... 
Benim o yüzden ödüm patlar, ekmek ziyan olacak diye...


Bugün israfın gırla gittiği fütursuzca bir dönem yaşanıyor... Hani... ekmek "nimet"tir diyerek öpüp başımıza koyduğumuz, emeğin kutsallığına duyulan saygının, Yaratan'a minnet duygularının yerlerde süründüğü bir dönemde böylesi bir anlatım, gerçekten "masal" gibi geliyor insana..  

Ekmek kırıntısına muhtaç, açlığın ve yokluğun yaşandığı savaş yıllarına tanıklık edenin ağzından bu sözleri duymak, utancın ve görgüsüzlüğün dibe vurduğu bugünü düşünürken yarın çocuklarımıza bu durumu nasıl anlatacağımızın ayıbını, iliklerime kadar hissederek dinliyorum...

"Nasıl olur?" diyemiyorum, açın bakın televizyonlara... arsızca ve görgüsüzce yapılan yemek programları, envai çeşit istrafın gösterişi kol geziyor, bu anlatılanlara inat...

Devam ediyoruz...

Hâlâ bir lokma ekmeği atamam ben. Çok da kızarım. Maalesef, benim kadın var, diyor ki;"vallahi çöpe atıyorlar yığınla ekmeği".. Çok üzülüyorum.. Bu memleket öyle bir açlık çekecek ki... Çok üzülüyorum, çok... Biz ne kadar aç kaldık, neler çektik, yollarda ziyan olduk...



-Allah savaş göstermesin! 

Savaş göstermesin. Ama ben İç savaştan çok korkuyorum... İçimiz o kadar berbat ki...kimse farkında değil... bugün üzerimize büyük saldırılar var. İçeriden dışarıdan... Diş bileyen böyle yığınla insan var...

Ben gençlere üzülüyorum... Ben artık yaşlıyım, kendimi düşünmüyorum, ama bu çocuklara çok yazık olacak.

Çocuklarını yemişler. Amerika'da bile bu olmuş biliyor musunuz? Amerika'da bile.. Açlıktan. Sümer yazılarında var.  Öyle bir kıtlık oluyor ki... Çocuklarını yemişler.  Kızını eve almadı diyor, korkusundan çocuklarını birbirine vermişler, yesinler diye. Kendi çocuğunu yiyemiyor, komşusuyla değiş tokuş yaparak yiyorlar. Sümerler yazıyor bunu. Açlıktan. O zaman dünya böyle dolu değildi.. Bir kıtlık geliyor, ondan sonra memlekette bir şey oluyor... 

İnsan şaşıyor vallahi... Sonra toprak tuzlanmış. Çok sudan verimsiz olmuş... 


Duyduğum bu sözler karşısında insanın adeta kanı donuyor.. Zira bugün bir taraftan memleketimizin o verimli toprakları hoyratça ve arsızca yok edilirken, diğer taraftan da lüksün peşinden dolu dizgin koşar adımlarla yarışa girmişcesine, her yeri yığın yığın betonlaştırırken... Tarihin derinliklerinden gelen bu sese kulak vermemek mümkün mü?

Derin derin iç çekerek, ağırlaşan yüreğimle bu bilgece söylenen tarihi uyarı'yı acıyla ve dikkatle  dinlemeye devam ediyorum.

Hani yüzde 99'umuzun müslümanız diye övünen ve her fırsatta Müslümanlık'tan dem vurmaya kalktığımız ülkemizde,  her geçen gün bir lokma ekmeğe muhtaç hale getirildiğimizi ne yazık ki göremeyenlerin kuşatması altında ezilirken, bu cümleleri işitmek insanı derinden endişelendiriyor.


* Siz Ankara Dil Tarih-Coğrafya Fakültesi Hititoloji Bölümü mezunusunuz. Atatürk, özellikle Sumerlilere özel bir önem veriyordu. Bunun nedeni, Sumerlilerin Türk olmasından mı kaynaklanıyor? 


Atatürk,  tam bilmiyor. Çünkü böyle bir şey yapılmamıştı...
Yalnız.. Sumerceyi çözenler,  o zaman diyorlardı, Sümerler Orta Asya'dan gelmiş olabilirler, dilleri Türk diline benziyor. Fransız kitaplarında, bir kitapta bunu böyle yazmış Atatürk, bunu okuyor  altını çiziyor, çok "önemli" diye.. Bu çok önemli. Fakat sonradan bundan vazgeçtiler... Hatta son zamanlarda yazılan, Batı'daki yazılarda,  Sumer dili ne ölü ne diri, hiçbir dile benzemiyor, diye yazıyorlar.  

Ama bugün Türkçe çok kelime var, 800 kadar kelime..  mesela,  Macarcada da var. Macarca Sümerce karşılaştırmaları var. Bir hayli karşılaştırma yapılıyor. Ben yapmadım yani dil karşılaştırması. Ama ben son kitabımla kültür karşılaştırması yaptım. Yani... 
Şimdi diyorlar ki, bir dilden diğer dile kelimeler geçer. Bu tabiidir. Yani aynı zamanda yaşanmış şeylerdir. Bir kök ararsanız,  kültür kökü lazım. Kültür bağlantısı... Ben son kitabımda kültür bağlantısı yaptım. Dile ek olarak, kültür bağlantısı..  

Son çalışmam olan "Sumerliler Türklerin bir koludur" Sumer-Türk Kültür Bağları kitabı ile de elde edebildiğim bütün bağları gösterdim. Bu çalışmalar, Sumerlilerin Türklerin bir kolu olduğunu dünyaya kabul ettirmek için yeterli mi? Önce kendi bilim insanlarımızın bunu kabul etmesi, el birliği ile bu konuda çalışması, bu çalışmaların üstüne yeni buluntular eklenerek kongrelere sunulması, yabancı dergilerde yazılması ve bütün karşılaştırmaların yabancı dile kitap haline getirilmesi gerek. 

Bugün hem Avrupa hem Amerika'da Sumercenin yaşayan veya ölü hiçbir dile benzemediği yazılıyor. Halbuki yüzlerce Sumerce kelimenin hem fonetik, hem de anlam bakımından Türkçeye tam uyduğu, hatta birçok kelimenin bugünkü Anadolu Türkçesinde kullanıldığı ortaya çıktı. Bütün bunlara dayanarak, ben bugün Sumerlilerin Orta Asya'dan Mezopotamya'ya göç eden Türklerin bir kolu olduğunu rahatlıkla söylüyorum. 

Ben bir yol açtım. İsteyenler o yolda yürüyerek bu tezimizin savunmasını yapar, onu daha ilerilere götürür, Batı'nın gözüne sokar. Ben elimden geleni yaptım...



* "Atatürk Sumer kültürünün halka inmesini istiyordu" diyorsunuz, bunu bize açabilir misiniz?

Atatürk o zaman dediğim gibi, Atatürk  bir Fransızca kitaptan Sümerlerin Orta Asya'dan gelmiş olabileceğini, dillerinin Türk diline benzediğini okumuş. Ve okuduğu kitabı ben gözümle gördüm. 
Altını çizmiş ve yanına eski harflerle, "mühim" diye yazmış. ben Onu da  bildiğim için, onu da okudum. "Mühim" diye yazmış.. Şimdi buna istinaden  Atatürk, Sumerlerin üzerinde çalışılmasını istedi. Ayrıca   Dil Tarih-Coğrafya Fakültesi açıldı biliyorsunuz... 

Dil Tarih-Coğrafya Fakültesinin neden açıldığını biliyor musunuz?

-Bunu ben size sorayım!

Dil Tarih-Coğrafya Fakültesi, yalnız Türk dili tarihi ve kültürünü araştıracak kaynaklardan istifade edecek ve uzman yetiştirmek üzere açıldı.

Atatürk, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin kuruluşunda, başka ülkelerde Asuroloji olan bölümün adını"bırakın şu Samileri" diyerek, Sumeroloji koydurtmuştu. Batı'daki bu ilk çalışmalara dayanarak o zamanki dil üzerinde çalışan uzmanlarımıza da Sumerce-Türkçe karşılaştırmalar yapmalarını önermişti. Batıda başlayan ırkçılık yüzünden olsa gerek, bir süre sonra Sumerce karşılaştırmalarına son verilmiş, dolayısıyla bizde de bu çalışmalar bırakılmıştır.

ATATÜRK, Sumerlilerin tarih ve kültürünün halkımıza tanıtılmasını ve onların varsa, Türklerle bağlantılarının bulunup kanıtlanmasını istiyordu. Bunu yapacak uzmanların yetişmesi için de Ankara'da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ne Sumeroloji Bölümünü açtırmıştı.  Ne yazık ki, 70 yıldan beri ne oradaki akademisyenlerden ne de onların yetiştirdiklerinden bu konularla ilgilenen oldu. Halbuki Sumer-Türk araştırmaları merkezi kurulmalıydı. Böylece bu konudaki çalışmalara yol açılır, teşvik edilir, yapılan çalışmalar biraraya getirilirdi.

Ancak... ben emekli olduktan sonra Aziz Ata'mızın istediği doğrultuda, halka dönük kitaplar yazmaya başladım Bu kitapla büyük ilgi gördü. Onlar yoluyla ülkemizde bir Sumer merak başladığını, aldığım telefonla, mektuplar, o kitaplarla ilgili yazılardan anladım.


* Bugün bu Fakülte ne durumda hocam?


Şimdi; yapanlar var... Çince mesela öğrenenler var, Rusça vardı o zaman... Rusça öğrenenler var.. Daha yeni başladı bunlar. Ondan evvel, daha önce  yani 20-30 sene önce, bunların değeri bilinmedi. Çince neden öğrenildi, pek bilinmedi. Ancak bugün artık biliniyor, çünkü Çinlilerle münasebetimiz başladı. Çin'in ekonomisi dünyaya yayıldı. Oralarda Belgeler çıkmaya başladı. Türklere ait belgeler çıkıyor.. Hintçe vardı..  ona da çalışıyorlar şimdi

yani geç başladı, geç oldu, ama Allah'tan bir hareket oldu...Kolay değil... O zaman neden? Çünkü Türklerle ilişkisi olan milletlerin, arşivlerinden istifade edilmesi lâzımdı. Türklerle ilgili Anadolu'da olan elimizde olanlar  bizim, bakıyoruz onlara.. Fakat asıl Türklerle İranlılar, Çinliler, Ruslar, Hintliler beraber olmuşlar...Hep beraber olmuşlar..Bütün bu dillerde Türklere ait belgeler var. Buralardan Türk kültürünü, Türk tarihini öğrenmek... Şimdi bakın birçok kitap görüyorum, yeni yazılar çıkıyor... mesela Sarmatlar.., eski Türk boylarına ait... o kadar güzel kitaplar var ki..Onları toplayıp,  yazmak gerekiyor... Hakikaten çok güzel şeyler var...


* Kitap yazma konusunda size yardım eden birileri var mı?

Benim ne sekreterim var, ne de bir yardımcım.. Hepsini tek başıma yazdım. Bir kere el yazısıyla yazdığım "İbrahim Peygamber" kitabım var. Onu da Amerika'da yazdım...


Devamı var...

Sevgi ve saygılarımla!

Image"Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytandır" Hz. Muhammed (A.S.)

13 Kasım 2013 Çarşamba

Gel de Açıkla...





"Kalp temiz olursa dilden güzel sözler çıkar" Hz. Ali

"Türk Dil Kurumu (TDK), internet sitesinde bazı kelimelerin sözlük anlamlarının yanı sıra argo anlamlarını da birlikte verdi. Hiçbir uyarı yapılmadan verilen argo anlamlar tartışma yarattı.
2011'de güncellenen TDK sözlüğünde güncel Türkçe sözlük bölümünde kelimelerin anlamının yanında argo karşılığı da birlikte veriliyor. Bazı kelimelerin argo karşlılığı ise tepki çekiyor. Mesela... Kaldırım süpürgesi..." 31 Temmuz 2013

Bu haberle birlikte vallahi bir eğitimci olarak ne diyeceğimi bilemiyorum.. Zira çocuklarla iç içeyim... Çocuk işte... Meraklı... bulur buluşturur, sorar soruşturur...

Kitaplardan hatta özenle sözlükten bile bulup çıkarır ve.. 

"Öğretmenim bak ne yazmış..."

"Sözlüğün içeriği hakkında bilgi veren TDK Sözlük Uzmanı Betül Eyövge Yılmaz, Türk diline girmiş yazılı eserlerde ve gündelik hayatta kullanılan kelimelerin sözlüğe eklendiğini bildirdi. Argo sözlerin de dilin bir parçası olduğuna işaret eden Yılmaz, herkesin argo bir kelimeyi ailesine ya da arkadaşına soramayacağını belirterek, bu nedenle sözlüğün aydınlatıcı bir yönü olduğuna dikkat çekti." 31 Temmuz 2013

Şimdi bu habere göre artık anlıyorum ki, insan kaba söz bile etse, ettiği o sözün anlamını bilerek edecek'miş...

Pes!!!

Öte yandan...

"Gâvur" sandığım meğerse "Gav...t"mış...

Öncelikle "ne gâvur'u?"... filan demeyin,

Bugüne kadar, "gav...t" kelimesini zihnimde yer etmemişim ki...

O yüzden olsa gerek...

Ayrıca bu ayıp ve kaba sözcüğün düne kadar anlamını da bilmiyordum... 

Demek ki, TDK'nın bu anlamdaki bize sunmuş olduğu "hizmet"e başvurmam gerekiyormuş... 

Bu da benim "ayıbım"!

Ama...  TDK'nın yine bu anlamdaki çalışmalarının hakkını da verelim valla... 
Anlaşılan o ki.. gerekli(!)ymiş  bu "hizmet" :(

Neyse...

Önce neden "gâvur" sözcüğünü yazdığımı açıklayayım izninizle; olayın haber edildiği gün, internetten gazetelerin üst başlıktan geçtiği "Gav...t" haberini aynen bu şekliyle gördüm. Ancak zihnimden "gâvur" olarak geçti. Dahası sonundaki "t"yi zihnim algılamamış olsa gerek ki, göremedim... Görsem de hemen öyle bir çırpıda aklıma geleceğini de hiç zannetmem. Ki ondan olsa gerek beynim şipşak "gâvur" diye algılamış bile..  Dedim ya... zihinsel algı böyle bir şey olsa gerek.. Bir defa "gâvur" algıladım işte...  dolayısıyla üzerinde durmadan diğer haberleri takip etmeye devam ettim.

Ancak sonradan haberin detaylarını öğrendim... Öğrendim ama küçük dilimi de yuttum.. Ayy!.. İnanılır gibi değil...

Ertesi gün benim miniciklerimden bir tanesi yanıma geldi:

"öğretmenim, "Gav...t" ne demek?" Ah... ne diyeceğimi şaşırdım.. öyle ya, bunun sonunda bir de bu sözcüğü nereden işittin veya öğrendin" faslı var... ve refleks olarak yaptığım şey, duymazlıktan gelerek, çocuğuma yüksek bir sesle, "hemen yerine geçiyorsun" demek oldu.. Çocuğum benim... ne olduğunu anlayamadan hemen yerine geçti ve oturdu...

Ehh.. büyüklerimiz çok yaşasın.. N'apalım... bu yaşımda bu kelimeyi istemeden de olsa  zihnime yerleştirmiş oldum böylece... Üstelik anlamını da öğrenerek. Öğrendim öğrenmesine de şimdi beni karalar bağladı.. Ki, bu sözcüğün anlamını tekrar bana sorularsa "ben nasıl açıklarım "

Gel de açıkla... 



Sevgi ve saygılarımla!


Image"Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytandır" Hz. Muhammed (A.S.)

11 Kasım 2013 Pazartesi

9'u 5 Geçe...
























"Türkler Atatürk'ü Tanrı'ya geri kalan herşeyi Atatürk'e borçludur"

Dünyada eşi benzeri görülmeyen bir sevgi...

Saat 9'u 5 geçe, tüm yurtta ve yurt dışında milyonlar sel oldu, Ata'sına saygısını ve bağlılığını göstermek için saygı duruşuna geçti...

Aynı gün basın aracılığıyla bir rezalet yaşandı...



Ölümünün ardından 75 yıl geçmesine rağmen bitmek bilmeyen sevgiyle ve özlemle anılan ve de dünyanın hayranlığını üzerinde taşıyan  Ata'mıza karşı yapılan bir rezalete tanıklık ettik...

O hakaretler yağdırdığınız kişi, ülkesini işgal eden ülkenin bayrağına basmayacak kadar hassas ve zarif, bu bir! Savaşını kazanan bir komutan olmasına rağmen, savaştığı bir  ulusun onurunu ayaklar altında ezmeyecek kadar da naif, bu da iki!

Nasıl oluyor da o zarif insanı bu kadar aşağılayabiliyorsunuz?

Hangi terbiyeyle, hangi inançla, hangi kültürle bu kadar cüretkâr olabiliyorsunuz?

İnsan hiç yemek yediği kaba pisleyebilir mi?!

Bir milletin değerine saldırmak, ona hakaretler yağdırmak...

İnsanları değerleri üzerinden kışkırtmak...



Hangi ülkenin kurucusuna bu kadar sevgi var acaba? Bunun benzerini başka bir ülkede duymak veya görmek mümkün mü?

Sayalım mı?

Mesela İngiltere kraliçesine...

Mesela atası bile olmayan Amerika'nın kurucusu George Washington'a...

Ya da bu ülkelerden birinde birileri çıkıp da ulusal sayılan gazetelerinde tam sayfa ilan vererek ülkelerinin kurucularına biz de olduğu gibi dil uzatıp, hakaret eder mi?

Bırakın hakareti... İngiltere'de kraliyet ailesinde, prensin doğan çocuğu için ülke ayağa kaldırıldı be...



Evet; o çocuk şu an olmasa da olabilir... Zira orası emperyalist güçlerin ülkesi...
Oralarda kimsenin kanı akmıyor, kimsenin yaşam hakkına saldıran yok!!!

Ama burası, Türkiye!!! 

Üstelik de müslüman coğrafyada...

O halde Atatürk olmasaydı bugün, belki de hiçbirimiz yoktuk!!!

Müslüman bir tek ülke yok ki, kan gözyaşı olmadan Atatürk Cumhuriyeti'nde olduğu gibi huzurlu ve mutlu yaşayabilsinler...

O vakit o reklamı verenler olmasaydı şayet, biz yine olurduk! Ama...

Atatürk olmasaydı,

İşte kanlı İslam coğrafyası ortada...

Evet...  Atatürk'ü olmayan İslâm ülkelerinin içler acısı hâli ortada....

Irak, Afganistan, Libya, Suriye, Filistin, Pakistan, Tunus, Cezayir...

Dahasına gerek var mı, bilmem ama...

Allah, bizi  çıkarları uğruna gözü dönmüş  nankör münafıklardan korusun...

Amin!


Sevgi ve saygılarımla!

Image"Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytandır" Hz. Muhammed (A.S.)