İnsan kendi ayakları üzerinde durabildiği sürece namusunu koruyabilir.
Bu dünyada yaşanılan tüm felaket ve kötülükler, kadınlar açısından ikiye katlanıyor. Savaş, doğal afet... her şey, evet her şey iki katı yük, acı, gözyaşı ve sefalet anlamına gelmektedir kadın için.
Soma'da yaşanan facianın da enkazı yine geride kalan kadınların üzerinde..
Sevgili anneciğimin ve merhum babacığımın söylediği çok önemli bir söz vardı: "Erkek çocuklardan daha çok, kız çocuklarının okuyup eğitim görmesi, bir meslek sahibi olması kesinlikle şarttır." O zamanlar her fırsatta "temcit pilavı" gibi önümüze sürülerek, üzerinden bol bol felsefe yapılan bir konu olarak gördüğüm bu cümlenin semeresini, bugün yaşanılan bunalımlarda kadının cahil kalmasının başına ne gibi bir felaket getirebildiğini gözlemleyerek yaşıyorum..
Küçücük yaşlarda eğitimden yoksun evlenen kızlarımız, hayatlarını hep birinin eline bakarak yaşamak olduğunu düşünmesi, dolayısıyla kadının sadece çocuk doğurup, kocasına hizmet etmesi anlamına geldiğini zannetmesi değil midir kadınların talihsiz yaşamlara sürüklenmesi? Onıun adına hep birileri karar verecak, onun nasıl davranması gerektiğini, nasıl giyinmesi gerektiğini, nasıl gülmesi, hatta sokağa bile çıkması bir talimatlar zincirine bağlı olması... Tüm bunlar bir paket halinde toplumun sınırladığı ve belirlediği "namus" kavramı içerisinde değil midir? O halde bilinçsiz ve cahil bırakılmış toplumların kendince "kurallar" çerçevesinde oluşturduğu ve bu durumu "din" adı altında "zorunlu" hale getirmeleri de yine çıkar çevrelerince kadın üzerinden yürütmesi değil midir?
Sonrası malum... Yaşadığımız coğrafyanın cahil bırakılan kadınları ve de bilinçsiz toplumların bitmek bilmeyen kargaşası..
"Bir erkeği eğitirseniz bir adamı eğitirsiniz. Bir kadını eğitirseniz, bir kuşağı eğitirsiniz." Brigham Young
Soma gözlemlerimi, eşini kaybeden iki dul anneyle yaptığım söyleşiyle sürdürüyorum.
Adı; F.B. 1984 yılında Kütahya'da doğmuş kendisi. Henüz 15 yaşında ilk evliliğini yapmış. "Okudun mu?" dediğimde, utanarak sessizce ve sıkılarak, "ben okumadım... evlendirildim." diyor. "Sonra şiddetli geçimsizlikten ayrıldım." Ardından İ.'le evlenmiş.. "İ. beni gördü, seni her halinle kabul ediyorum dedi" diyor, F. Ve evlenmişler.. Ne İ.'nin ne de F.'nin aileleri hiçbir şekilde katkıda bulunmamış evliliklerine. TOKİ'den aylık 500 TL. kredi ile yüz bin liraya aldıkları evlerini, kullandıkları eski eşyalarını eskiciye satarak, yepyeni mobilyalar ve sıfır beyaz aşyalarla donatmışlar. Üstelik aldıkları evin temizliğini bir gün önce kendi elleriyle yapmış İ.
Esnafa, bankaya borçlanmışlar. Üste bir de TOKİ'den aldıkları evi koyarsak.. Eh.. ömürlerinin 10 yılını ipotek etmişler.. Hazır söz açılmışken değinmeden geçemeyeceğim toplumca yaşadığımız bu ortak yaraya.. Millet olarak ayağımızı yorgana göre uzatamadık bir türlü... Ne geldiyse bundan gelmiyor mu başımıza?
Hani atalarımız okka gibi sözler etmişler etmesine de.. Dinleyen kim? Tabii, bir tüketimdir almış başını gidiyor.. Var mı elinde kredi kartı? Var! Ver elini alış-verişe... Ee, zaten her yanımız AVM kaynamıyor mu? Kaynıyor.. Dolayısıyla tek maaş ya da asgari ücret.. Herkes hesap kitap demeden araba, ev alıyor.. Yetmiyor son model cep telefonları... Üstelik çalışmadan, "hak etmeden" uzunca bir süre geleceklerini ipotek altına alan alana.. F. ve İ. de düzenin, sistemin kurbanı. Önlerinde bir engel yok!.. Tabii ki de teşvik gırla gidiyor.. E o zaman... F.'nin suçu ne burada?
Hani İ. vefat etmeseydi ne olurdu? Ne olacağı hemen her gün gazetelerde çarşaf çarşaf yazılan çizilenlerle ortada değil mi?... Dolayısıyla yaşadığımız aile facialarından belli değil mi? İnsanlarımızın aldıkları parayla, ödedikleri borç ortada!
Hâl böyle olunca... Bir süre sonra bunalım, facia.. Hepsi bir arada..
F. anlatıyor, "şu kadar şuraya, bu kadar buraya.. elde kalan sadece 100 TL." diyor.. Üzerine bir de çocuk.. Dahası altını çiziyor, "sigarayı bıraktı... paramız yetişsin diye"...
Şüphesiz ki bütün herkesin en iyi şekilde yaşamak hakkı... Ancak bu "iyi" koşullarda oluşabilecek yaşamın dikkatli bir şekilde şekillenmesi ancak kontrollü ve istikrarlı adımlarla gerçekleşmelidir. Bir tarafta özenti, bir tarafta özendirme, teşvik... Bu dar alana sıkıştırılarak güdümlü hayat insanları çökerttiği gibi, toplumların da felaketine yol açacağı ortada.. Zira toplum ahlâkını ve değer yargılarını ayakta tutan bireylerin yaşamındaki eğitim düzeyi ve refah seviyesiyle ilgilidir. Refah seviyesi düştükçe ve eğitim kalitesi azaldıkça, o toplumda ahlâki tutarlılık ve değer yargılarına verilen önem bir bir yok olur...
İnsanca yaşayışın doğal, ruhsal tüm koşulların oluşması herkesin hakkı! Ancak bu anlamda insanları bilinçsizce tüketime sevk etmek, özendirmek, özellikle maddi anlamda özgürlüğü elinden alınmış yoksul, zayıf insanlara bu hesapsız kitapsız alış-verişin yapılmasını güzel bir düşünceymiş gibi aşılanmasının yanlışlığı görülmeli. Zira bu durum toplumsal ahlâkı yok ettiği gibi kendi felaketini de hazırlıyor. Dolayısıyla bu anlamdaki tüketimin yarattığı "ahlaksızlığı" halk arasında yaygınlaştırmak belirli güç odaklarının tezgahından başka bir şey değil. Üstelik dinin dolayısıyla vicdanın öğrettiği insana saygı, insana acıma yasalarının bir bir yok edilmesi demektir.
O halde F. eğitimini tamamlasaydı, bugün bu halde olur muydu? Bile bile lades diyen toplumların yaşadıkları o olmsuzluklar "kader" olarak nitelendirilebilir miydi? Dahası F. 15 yaşında okulda olması gerekirken, evlendiriliyor.. O yaştaki çocuğun yapacağı evliliğin başarısız olacağı bilinmez mi?
Borç borç.. Cümleten topyekûn borçluyuz...
Biz tekrar kaldığımız yerden söyleşimize dönelim:
F.'nin eşinin ailesi kendilerini bu vakte kadar aramadığını, ancak eşinin vefatıyla birlikte (ki burada alınacak tazminatlar düşünülerek) daha cenaze sırasında kendisini çok üzdüklerini, çocuğunu bile neredeyse alıp götüreceklerini söyleyerek, yaşadığı olumsuzlukları gözyaşları içerisinde aktarıyor. Daha önce hiç aramayan kayınbiraderi vs. bu olaydan sonra kendisini sık sık telefonla arayarak, sadece F'nin üzerine ev verilip verilmediğini ve para alıp almadığını kontrol amacıyla arandığına dikkat çekiyor.
Dünya tatlısı çocukları...
Bana, "Abla bak babamla benim bebeklik fotoğrafım bu.." diyen tatlı şey, inanılmaz şeker bir çocuk. Hani hiç yabancılık çekmeden o güzel yüzüyle hep gülümsüyor. Onunla konuşuyorum. Bana anlatıyor. Kim bilir, öğretmen olmamın avantajını kullandım belki de.. Ama gerçek olan, bu tatlı çocuğun babasını artık bir daha görmeyeceği kesin.
İ. 8 yaşındaki küçük oğluyla kazadan hemen önce pazar günü bilye oynayıp, salı günü tekrar oynamak üzere , ona söz verir.
"Bekleyin beni, sizi cuma günü pizza yemeye götüreceğim..." diyen İ, ne yazık ki kendisi (7 yaşında o da babasız kalmış) gibi oğlunu da yetim bırakacağından habersiz...
F. "S. artık asla pizza yemez" sözleriyle ilave ediyor, 30 yıllık ömrünü kısaca özetleyerek;
"Hayat bu işte..."
"İki kızan çaresiz bir evde kaldık ve acıdan başka hiçbir şey yok.."
22 yaşında kucağında bir çocuğu ile S.'nin eşi S, 23 yaşında vefat etmiş. Eşinin madencilikten korkmasına rağmen mecburiyet karşısında çalıştığını söyleyen genç anne, ailesindeki üç -22-24-26 yaşlarında- kız kardeşinde madenciyle evli olduğunu söylüyor. Ve bu acılı kazada kendi eşiyle birlikte ablasının da eşi vefat etmiş, S.'nin. Yani aynı aileden 2 cenaze...
Çaresizce gözleri yaşlı kolları kanatları kırık vaziyette, "elimize gelen erzağı kime yapacağım" diye feryat ediyorlar. Onların da hayâlleri vardı, yuvaları vardı.. Ama artık yok! Anneleri babaları da çaresiz.. "Onlar da bir yere kadar yanımızda" diyorlar... Onlarında maddi manevi imkanları oldukça kısıtlı...
Henüz 22 yaşında olan S.:
"Eşim ölmeden 15 gün önce araba aldı" diyor. "Daha 2 defa binmedi." Senet yaparak borçlanıyorken, diğer taraftan öldüğünde cebindeki 5 lira parasıyla minik kızına topitop aldığını gözyaşlarına boğularak hem gösteriyor, hem anlatıyor.
"Aslında eşim çok korkuyordu madenden, ama yapacak başka bir şey yok... Keşke buraya hiç gelmeseydik.. "
Ortaokul mezunu S.:
"Normalde eşim çalışır ben de evde... Ben daha çarşıya gitmemiş bir insanım." derken isteğinin ve tek endişesinin başlarını sokabilecek bir evleri olması yönünde...
Türk insanı inanılmaz yardımlarla Somalıların kalbine çoktan taht kurmuş. Olağanüstü yapılan yardımlardan kıvançla bahsediliyor. Aşırı derecede yardım yapılmış. İlave ediyorlar hayırsever insanlarımız, koli yapıp postalıyorlar bizzat bizlere. Allah bin kere razı olsun..
Duyarlı vatandaşlarımızın varlığını hissetmek, yüreğimizi ferahlatıyor..
S. devam ediyor anlatımına:
"Ablamla aynı eve gelin gittik. Eşim aynı madendeydi. Onlar o gün geri dönmüşler. Anlayacağınız biz de mağduruz. Kredi çektik ev aldık... Köye gitmeye karar verdik. Her şeyi satacağız..."
"Ablamla aynı eve gelin gittik. Eşim aynı madendeydi. Onlar o gün geri dönmüşler. Anlayacağınız biz de mağduruz. Kredi çektik ev aldık... Köye gitmeye karar verdik. Her şeyi satacağız..."
Her insan bir ölçüde kendi düşüncelerine, bir ölçüde de başkalarının düşüncelerine göre davranır. Bir insanın ne ölçüde kendi düşüncelerine, ne ölçüde başkalarının düşüncelerine göre davrandığı insanlar arasındaki en önemli nitelikleri belirler. Dolayısıyla bu insanlar kah akıllarıyla (ki bunu içgüdüsel yapıyorlar), kah başkalarının düşünceleri-gelenek görenekler- doğrultusunda hareket ediyorlar.
Evet Soma'ya gitmek benim için her şeye değer bir ziyretti. Dolayısıyla toplumda belirli yerleri olan bizlerin, bu yerin bizlere yüklediği sorumlulukları taşımamız gerektiği inancındayım. Somalı madenci ailelerinin acılı yaşamlarını birebir dinleyerek onları anlamak, onların acılarını hissetmek, onları dinlemek yaralarını saramasamda dertlerini dinleyerek ortak olmak, beni derinden mutlu etti.. Yüreğim büyük bir huzur ve sevinç duydu...
Ve uzaklarda bir yerde birtakım insanların acı çektiklerini bilmekle onlara tanık olmanın aynı şey olmadığını gördüm. Dolayısıyla kendi kendime soruyorum:
"Başkalarının göremediğini gördüğüm için ben mi, yoksa benim gördüğümü görmeyenler mi, vicdanen huzurlu yaşarlar?
Ve biliyorum ki uzaktan davulun sesi hoş gelirmiş insana.. Ama o sesi yakından duymak, onların duyduğu huzursuzluğa ortak olabilmek, onlar ağlarken beraber ağlamak...
Bu ziyarette bana sonsuz destek sağlayan en yakın sevgili arkadaşım Baran DAYAN'a ve Somalı vatandaşlarımıza kucak açan Büyük Türk milletine gönül ve kucak dolusu sevgilerimle...
Diyeceğim.. "Komşusu açken tok yatan bizden değildir" hadisi ve felsefesi böyle bir şey olsa gerek..
Sadece 2 gün, yaşadığım bu iki gün bir ömre bedel...
-BİTTİ-
-BİTTİ-
Sevgili Tülay Öğretmenim,
YanıtlaSilÖncelikle bu talihsiz kaza da ölenlere Allah'tan rahmet, yakınlarına baş sağlığı diliyorum.
Soma'da yaşananlara duyarsız kalmayıp bizzat ziyaretlerine gitmeniz ve bölge halkının sorunlarını dinleyip kaleme aldığınız için sizi de yürekten tebrik ediyorum. Soma ile ilgili yazdığınız tüm yazılar ders alınası...
Allah kimseyi kimseye muhtaç, birinin eline bakmaya mahkum etmesin.
Baran Hocam'a da kendi adıma teşekkür ederim, keşke hepimiz böylesine duyarlı olabilsek.
Soma ile ilgili yerinde yaptığınız bu duyarlı söyleşi ve araştırmaların altına hadsiz yorumlar yapan o şahıs da herkimse çıkıp özür dilemeli...Böylesine emek verilmiş yazıların altında bu tarz yorumlar yapmak insan olana yakışmaz!
Sevgi ve saygılarımla...
Somalı kardeşlerimiz hakkında yazılmış çok değerli bir yazı dizisi olmuş..emeğinize sağlık,Tülay hocam..:)
YanıtlaSil