31 Aralık 2009 Perşembe

2010 Yılı Yüce Milletimize...

















"Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır." Rûm Sûresi, 21. Ayet


Yeni bir yıla girmeye saatler kala her şeye rağmen iyimserliğimi koruyarak GÜZEL GÜNLERİN bizimle beraber olacağına yürekten inanıyorum!!! Bu bağlamda yüce ulusumuzun o engin sağduyusuyla her bir güçlüğü aşacağımız konusunda hiç şüphe duymaksızın, birlik ve beraberliğimize göz dikenlere inat olsun ki; 2010 yılı Aziz Türk milletinin aydınlık yarınlarının habercisi olacaktır!.. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bölünmez bütünlüğü ile nice mutlu yıllara!..

Sevgi ve saygılarımla!

27 Aralık 2009 Pazar

Sakın Ha, Ağzına Biber Sürerim!..












"Bir milletin ahlâk değeri, o milletin yükselmesini sağlar." ATATÜRK


Sonunda bu da oldu!.. Kanımızı donduracak boyuta varan cümleleri, millet olarak ekranların karşısında ibretle izledik, duyduk... Biz çocuklarımıza düzgün davranışlar kazandırmak için uğraşa duralım; diğer yandan bize örnek olacak muhteşem (!) büyüğümüz milyonlara seslendiğinin bilinciyle, döktürdüğü incilerle hepimizi şok etti!.. İnanılır gibi değil!!! Devletimize yapılan "hakaret" düz ara ağır sözlerle ifşa ediliyor!.. Doğal olarak biz de bu sözlerden, millet olarak nasibimizi almış oluyoruz! Öyle ya; ortada olan bu ağır ve rezalet derecedeki ifadeler, devletimize karşı yapılıyorsa, biz de o devletin vatandaşları olarak hakarete uğramaktan geri kalmıyoruz demektir!


Eğitimci kimliğimla olayı izninizle ele almak isterim. Zira insanın nezaketi eğitimden geçer. Eğitimin içinde, kişinin ruh halini kontrol etmesi de vardır. Eğitimde kazancımız daha iyi ve daha güzel davranışlara sahip olmaktır. Düzgün üslûp içerisinde nezaket kurallarıyla iletişim kurmak, insana özgü bir davranış olsa gerek. İnsanın kişiliğini yansıtan ve basit davranışlar içerisinde yer alan kaba sözler, belleğe basmakalıp yapıştırılırlar. Doğal olarak da bu türden kaba sözler, anlatılan şeyin kendisi haline gelir. O bakımdan; "Ezber bilme bilmek değildir; belleğimize emanet edilen her şeyi saklamaktır."


Herkesin huzurunda muhteşem (!) büyüğümüz, birikmiş öfkesine ve kinine engel olamayarak kendisini utandırmakla kalmayıp bizi de, cümle aleme rezil etmiştir. Zira bu zat, söylediklerinin arkasında olduğunu beyan edecek kadar da küstahlaşmıştır. Nitekim insanın edebine ters düşen ifadelerle, büsbütün artmış ve hırsının bir anda aklına getirdiği -gerçek kişiliğinin yansıması- sözlerini hep birlikte utançla izledik! Yazıklar olsun!.. Bitmedi yanında bulunan avaneleri de bu dökülen inciler karşısında, büyük bir maharetmiş gibi gülüşerek kendilerinin de ortak olduklarını bizlere gösterdiler! Özellikle hanım milletvekillerinin orada müthiş bir keyif alırcasına karakterlerini, "yok aslında birbirimizden farkımız" dercesine ortaya koymuş olmaları ayrıca bir utanç konusudur!

Saldırgan ve kaba biri olmayı, "güçlü bir kişiliğe" sahip olmakla eşanlamlı olduğuna inanmanın neticesi; işte bu talihsiz olayı yaşamamıza neden olmuştur. Aynı zamanda bu kişi ve olaya alkış tutan avanelerinin de ne kadar kontrolsüz ve acz içerisinde bulunduklarına, böylelikle hep birlikte şahit olduk. Zira burada yaşanan utanç verici olayı Montaigne'den bir düşünce ile açmak isterim:

"Ayrı ayrı bakınca değer vermediğimiz kimselere, bir araya geldikleri zaman değer vermekten daha büyük budalalık olur mu?
... Halk öyle şaşkın, öyle başıboş bir kılavuzdur ki, ne kadar zeki, ne kadar becerikli olsak adımlarımızı ona uyduramayız. Her kafadan çıkan bütün o karmakarışık sesler, bizi dört bir yana sürükleyen o kaba sözler, düşünceler arasında doğru yolu bulmak olacak iş değildir. Bu kadar kararsız, serseri bir varlığı kendimize kılavuz saymayalım: Her zaman aklımızın ardısıra gidelim, halkın takdiri de canı isterse ardımızdan gelsin. Bu takdir zaten talihe bağlı olduğu için onu kendi yolumuzda giderken de bulabiliriz. Doğru yolu yalnız doğru olduğu için tutmak istemesek bile, bu yolun eninde sonunda halk için de en yararlı yol olduğunu göreceğiz ve yine ona döneceğiz."


Netice itibariyle, bu türden küfürlü sözlerle ulaşılabilecek nokta; ancak ve ancak toplumun infialine sebep olabilir. Bunun dışında toplumun ahlâk seviyesinin de her geçen gün çökmesine neden olur ki, özellikle çocuk ve gençlerimize bu durumu nasıl ifade edeceğimiz konusunda sıkıntılar yaşayacağız!.. Çocuklarımız "ayıp" sayılacak sözler sarfedince, biz büyükler önce parmak sallar, ardından, "ağzına biber sürerim" tehdidi ile yapılanın yanlış olduğunu öğretmeye çalışırız. Peki şimdi çocuklarımız bize, ne desin?!

Sevgi ve saygılarımla!

24 Aralık 2009 Perşembe

Mustafa Fehmi KUBİLAY













"Toplumu gerçek amacına, gerçek mutluluğuna ulaştırmak için iki orduya gerek vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri ulusun geleceğini yoğuran bilim ordusudur." ATATÜRK


23 Aralık 1930; Genç Türkiye Cumhuriyeti'nin müfreze komutanı Genç asteğmen Mustafa Fehmi KUBİLAY, hilafet yanlısı gerici akımların bir uzantısı olan ve kendisini mehdi sanan tarikat mensubu Derviş Merhmet'in korkunç katliamı neticesinde şehit edilmiştir. Devrim şehidimiz Kubilay'la birlikte Hasan ve Şevki isminde iki mahalle bekçimiz de şehit edilmiştir.


Olay, elebaşısı “mehdi” olduğunu iddia eden Giritli Mehmet (Derviş Mehmet) ve müridleri, 23 Aralık sabahı, gün doğarken Menemen’e girdi. Belediye Meydanında çevresine topladığı yaklaşık yüz kişiyle zikrederek şeriat ilan etmeye kalkıştı. Meydandaki kalabalığın bir bölümü çağrısına uymuş, bir bölümü ise seyirci kalmıştır.


Olayların ilçedeki askeri birlikte duyulması neticesinde asteğmen Kubilay, bu hareketi bastırmak için bir manga askerle olay yerine geldi. Askerlerin yanından ayrılarak tek başına onların arasına girip teslim olmalarını istedi. Onlardan biri ateş ederek Kubilay’ı yaraladı. Karşıdan bunu gören askerler ateş açtılar. Fakat tüfeklerinde öldürücü etkisi olmayan manevra fişekleri vardır. Gözü dönmüş caniler, tekbirlerle "bize kurşun işlemiyor” diyerek halkı kandırmaya ve galeyana getirmeye çalıştılar.

Kubilay, yaralı halde cami avlusuna sığındıysa da, Derviş Mehmet ve arkadaşları peşisıra geldiler. Derviş Mehmet, yaralı Asteğmen Kubilay'ın başını canlı canlı kesti. Bu arada kendinden geçerek kanını içmeye başladı...
Kesik başı sopaya dikerek, Menemen sokaklarında gezinmeye başlar. Olay yerine yetişen Bekçi Hasan ateş edip gruptan birini yaraladı. Ancak o ve arkadaşının yardımına koşan Bekçi Şevki de açılan ateşle şehit edildiler.


Bu olay, 1925 yılında meydana gelen Şeyh Sait isyanından sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde meydana gelen ikinci önemli irtica olayı, “Menemen Olayı veya Kubilay Olayı” olarak tarihe geçmiştir. Aynı zamanda her zaman olduğu üzere emperyalist düzeninin bir parçasıdır. Eylemcilerin arkasındaki "İngiliz Muhipler Cemiyeti" üyeleridir. Güçlerini emperyalistlerden alan gerici akımın isyanı, 79 yıl önce Cumhuriyet'e karşı giriştikleri ayaklanma neticesinde Menemen'de üç şehitle bastırılmıştır!


Olayın akabinde Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK'ün değerlendirmesi şöyle olmuştur:


“Menemen’de ahiren vukua gelen irtica teşebbüsü esnasında zabit vekili Kubilay Bey’in vazife ifa ederken duçar olduğu akıbetten Cumhuriyet ordusunu taziyet ederim. Kubilay bey’in şehadetinde mürtecilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen’deki ahaliden bazılarının alkışla tasvipkar bulunmaları, bütün Cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hadisedir. Vatanı müdafaa için yetiştirilen, dahili her politika ve ihtilafın haricinde ve fevkinde muhterem bir vaziyette bulunan Türk zabitinin mürteciler karşısındaki yüksek vazifesi vatandaşlar tarafından yalnız hürmetle karşılandığına şüphe yoktur.
Menemen’de ahaliden bazılarının hataları bütün milleti müteellim etmiştir. İstilanın acılığını tatmış bir muhitte genç ve kahraman bir zabit vekilinin uğradığı tecavüzü milletin bizzat Cumhuriyete karşı bir suikast telakki ettiği ve müteceasirlerle, müşevvikleri ona göre takip edeceği muhakkaktır. Hepimizin dikkatimiz bu meseledeki vazifelerimizin icabatını hassasiyetle ve hakkı ile yerine getirmeye matuftur.
Büyük ordunun kahraman genç zabiti ve Cumhuriyetin mefkureci muallim heyetinin kuvvetli uzvu Kubilay’ın temiz kanı ile Cumhuriyet hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır."


Sevgi ve saygılarımla!

21 Aralık 2009 Pazartesi

"İstanbul'un Silüeti Minarelerle Donatılıyor"muş!
















Fener papazı Bartholomeos, Türkiye aleyhine kışkırtıcı açıklamalarıyla bir anda dikkatleri üzerine çekti. Amerikan CBS televizyonuna verdiği röportajda, bir dizi küstah açıklamalarda bulundu. İşte bu söylemlerin üzerinde biraz durmak istiyorum. Zira gerek inancım ve Peygamberimiz Hz. Muhammed'e, gerekse devlet anlayışıyla birlikte asırlarca sürdürürülen hoşgörümüze yapılan saldırılar karşısında vatandaş olarak rencide edildiğimizi belirtmek isterim.

Öncelikle, patriğin ülkemizdeki hukuki boyutuna değinelim: "Lozan antlaşmasında, Ortodoksluğun merkezi İstanbul’dadır. Ortodoksların en yüksek düzeyde temsil edildiği yer, İstanbul Patrikhanesidir diye bir hüküm yoktur. Lozan da böyle bir statü, Fener Rum Patrikhanesine verilmediğine göre, yani anlaşmanın hukuki metninde böyle bir sıfat verilmediğine göre, Fener Rum Patriğinin hukuki dayanağı olmayan bir unvanı kendi kendine yakıştırması ortamı müsait görüp, fırsatı ganimet bilerek dayatmadan başka bir şey değildir.

İstanbul Fener Rum Patrikhanesi; aslında Lozan’a göre, statü olarak, İstanbul’da yaşayan Ortodoks Rum topluluğunun patriğidir." Dr. Aydın Z. TUĞ, 2009 TÜRK Parlementerler Birliği

Şimdi de konumuza dönelim; demek oluyor ki şu anda yapılmakta olan "ekümenlik" için zemin hazırlanması plânları... Hâl böyle olunca da bizim İstanbul’daki Fatih Camii hocası ne ise sıfat olarak ondan farklı olmayan papaz efendi orada burada ülkemizi rencide edecek pek çok söylemlerde bulunma cüretini gösteriyor. Hatta daha da ileriye giderek karşılıklı kışkırtıcı beyanatlarda bulunulabiliyorlar.


Mesela, "Bir zamanlar Hıristiyan olan İstanbul'un gökyüzünün şimdi minareler ile donatıldığı ve cuma namazında camilerin dolup taştığı anlatılarak, en önemli kiliseler arasında gösterilen Ayasofya'nın müze olduğu" ifade ediliyor.

Nasıl yani? İstanbul 1453 yılından bu yana Müslüman Türk hakimiyeti altında! Üstelik buraları büyük bedel ödeyerek yurt edinenen bizler, İstanbul semalarını minarelerle donatmıyacağız da neyle donatacakmışız? Kışkırtmalar bununla da kalmıyor ve devam ediliyor; "Aslında Hıristiyanlığın sistemli bir inanç olarak Anadolu'da başladığı ve bunun birçok Hıristiyan tarafından bilinmediğinin altı çiziliyor." yani denilmek isteniyor ki, bizler sonradan geldiğimiz için asıl Anadolu, Hıristiyanların toprakları imiş!!! Vallahi çok etkili, yani bizlere "buralarda ne işiniz var?" gibi, bir serzeniş hissettim.

Şimdi hemen bu düşünce sahiplerine sormak isterim; Sizden önce kimler vardı? Yani "mal sahibi, mülk sahibi hani bunun ilk sahibi" desek diyorum!!! Bunun sonu var mı? Diğer taraftan, şimdi diyelim ki bir bedel karşılığı mülk alındı(ki dünyanın her yerinde geçerli olan bir kuraldan bahsediyorum); ardından eski sahibi bu mülk üzerinde hak iddia edebilir mi? İşte öyle; bizde asırlar öncesinden kanla bedel ödeyerek yurt edindiğimiz vatan topraklarımızı, şimdi birileri " buralar bir zamanlar bizimdi, o halde şimdi sizden geri alacağız!" üstelik uluslararası antlaşmalarla kabul gören tapuyu geri vereceğiz öyle mi?!.. İşte işin özü bundan kaynaklanıyor!!! Evirip çevirip sonucu bu noktaya taşımak!

Araştırmacı yazar Aytunç Altındal’ın ifadeleriyle, “özel ve özerk statüde bir Hıristiyan Ruhban Yüksek Okulu kurmak istemektedirler. Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarını karıştırmayın demektedirler Biz bu okulu liseden sonra bir yıl eğitim verecek, uluslararası statüye tabi olarak kurmak istiyoruz demektedirler. Böyle dayanıksız bir noktadan başlattıkları hareket, bir sonuç vermeyince de, bizi insan haklarını ihlal etmekle suçlamaktadırlar. Bunun bir sonraki aşaması, Ayasofya’yı Ortodoksların ibadetine açma talebi olacaktır.

Nitekim 1998 yılının Aralık ayında, Vakıflar Genel Müdürlüğü “Türk devleti aleyhinde propaganda ve yolsuzluklar yaptığı” gerekçesiyle Heybeliada Ruhban Okulu Yönetim Kurulu’nu feshetmiştir." 2009 Türk Parlementerler Birliği.

Peki; olayı bir de bize dayatmada bulunanlar açısından ele alalım ve kendileri nasıl davranıyorlarmış? Mesela, İsrail diye bir devlet mi vardı? Oralara nasıl yerleşmişler? Şimdi Arap yarımadası ve Asya kıtasına nasıl gelip oturdular? Oralarda yaşanan zulüm ve vahşet arasında Müslümanlar nasıl ibadet edebiliyorlarmış acaba? Şu anda Avrupa'da medeni dedikleri ülkeler, minarelere yasak getirirken Bartholomeos ve kışırtıcıları ne düşünüyorlar? Daha yeni Fransa'da cami üzerine bir yığını faşistce saldırılar yapılmadı mı? Bulgaristan'da Müslümanlara yapılan işkenceler neyin nesiydi? Oysa Türkiye'de asırlarca dünyanın hiç bir milletinde görülmeyen hoşgörü anlayışıyla azınlıktaki vatandaşlarımız mutlu ve huzurlu ibadetlerini yaşamıyorlar mı? Üstelik hiç bir baskı görmeksizin!

Yine hayretle ve merakla izlediğimiz gibi Bartholomeos, siyasetin içerisinde ne arıyor? Kendisi bir din adamı sıfatıyla maaşallah dünya siyaset liderleriyle kapalı kapılar arkasında hangi sıfat ve yetkiyle ne konuşuyor? Üstelik Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bizleri onlara mı şikayet ediyor? Gerçekten kendisini bizden birisi olarak gören bir kişi, sorunları varsa bile bunu kendi içinde halletmeye bakmaz mı? Üstelik sorun olarak gördükleri şeyler ülke bütünlüğümüze zarar verici faaliyetlerin başlatılması isteği. Zira Atatürk Kurtuluş Savaşı esnasında ve öncesinde buraları "fitne fecir" yuvası olarak faaliyet göstermeleri münasebetiyle kapatılması yönünde uğraş vermiştir. Nitekim de öyle oldu.

Kısaca kendisini Türk vatandaşı olarak gören insan, kendi ülkesine zarar verici faaliyetlere kalkışmaz! Zira arkasında "güç" olarak gördüğü kışkırtıcılarla işbirliği ve gönül birliği içerisinde yer almaz! Bunu nereden anlıyoruz, Bartholomeo'un sözleri arasında bizleri ve devletini küçük düşürücü söylemlerinden... Aslında Amerikan CBS televizyonuyla yapmış olduğu röportajın her cümlesi sorgulanmaya açık ve bir o kadar da düşündürücü ifadelerle dolu!

Netice itibariyle, ülkemizi ve milletimizi bölme gayretiyle, vatan topraklarımıza göz dikenlere buradan duyurulur: Bu sevdadan vazgeçin!!! Bunu ne yaparsanız yapın, BA-ŞA-RA-MA-YA-CAK-SI-NIZ!!! Bartholomeos'a gelince bulunduğu mevkinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na göre yasal durumunu tekrar bir gözden geçirmesini ve ona göre hareket etmesini tavsiye ederiz...

Sevgi ve saygılarımla!

18 Aralık 2009 Cuma

Gönüllere Şifa












"Her gün kuruntu ve hayâllerle, kâr ve zarar düşüncesiyle meşgul oluruz. Bundan dolayı ruhun ne temizliği kalır, ne neşesi; ne letâfeti ve ne nûru, ne de göklere çıkacak yolu!" Mevlânâ


Gel! Ne olursan ol, yine gel...
İster kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta...
İster yüz kere tövbe etmiş ol, ister yüz kere bozmuş ol tövbeni...
Bizim kapımız umutsuzluk kapısı değil, nasılsan öyle gel.


İşte böyle diyor Hz. Mevlânâ. Evet, biz de bu çağrıyı yapan o yüce insanın soyundan geliyoruz; bununla da gurur duyuyoruz. Mevlânâ için en özetle söyleyebileceğimiz "Mutlaka gönülden gönüle yol vardır."ifadesinden anlaşıldığı üzere, büyük bir hoşgörü sahibi olması ile başlayan ve bir çok insani özelliği taşıyan üstün vasıfların simgesi olmasıdır.

O, bir gönül insanıdır. Yani sevginin, hoşgörünün, barışın, huzurun ta kendisidir; ve bu kavramların sembolü olarak doğudan batıya bütün insanlığın düşünce ve edebiyatına derin izler bırakmıştır...

İşte bu muhteşem değerin sahibi olarak geldiğimiz noktada mutlaka sıkıntılarımızı aşabilecek çözümlerin başında, Mevlânâ'nın düşüncesi etrafında hayatı paylaşmak geliyor. Zira barışı, huzuru ve hoşgörüyü temsil eden Hz. Mevlânâ, "Haçlı seferleri ve Moğol istilalarına maruz kalan Anadolu'da, siyasî ve sosyal hayattaki kargaşa, moral değerlerdeki çözülme karşısında insanı, İslâm'ı ve aşkı ayakta tutabilmiş bir mânevî mimardır. Sadece Müslüman ve Anadolu insanı için değil, her din ve mezhepten insanın gönül aynası, göz bebeği olmuştur." Mevlânâ, Ruhsal Yolculuğun Kılavuzu / Şaban KARAKÖSE sf:23

Yine bize manevi güç olan Mevlânâ'yı bugün iyi anlayabilmek ve yaşatabilmek için onun en büyük eseri olan Mesnevi'yi derinden takip etmemiz gerekiyor. Zira "Mesnevî, bir gönül eğitimcisi olan Mevlânâ'nın ilâhi aşkı, insan sevgisini, örnek insan olmayı öğreten ve güzel ahlâk, dürüstlük, cömertlik, çalışmak, alçakgönüllülük, sabır, iyillik etmek, başkalarının iyiliğini istemek, doğru sözlü olmak, helal lokma yemek, Allah'a şükretmek ve ibadet gibi konuları açıklayan bir eserdir. Mesnevî, "Kur'ân'ın tasavvufî yorumu", "Ruhların cilası", "Allah aşıklarının kitabı" olarak nitelendirilmiştir" Mevlânâ, Ruhsal Yolculuğun Kılavuzu / Şaban KARAKÖSE sf:25

Bugün Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Anadolu toprağının bir harcıdır. Biz de onun mayasını taşıyoruz. O zaman şimdilerde muhtaç olduğumuz hoşgörüyü yeniden keşfetmeye gerek yok! Zira genlerimizede olan bu güzel unsurları yaşatmak ve harekete geçirmek zor değil! Onu başka kapılarda aramak, kendi tarihimizi ve değerlerimizi yok saymak demektir.

O halde, yıllardır ihmal ettiğimiz bu değerlerimizi tanımak, bilmek ve yeniden şahlandırıp, nesilden nesile yaşayarak aktarmak, gönüllerimize yerleştirmek, boynumuzun borcu olması gerek! Ondan da öte, yaşamsal bir zorunluluktur!

Sevgi ve saygılarımla!

13 Aralık 2009 Pazar

Megali İdea - "Yunanistan Uyan"














Bugünlere geldiğimiz noktayı, sükunetle takip etmemiz açısından önemli bir konunun üzerinde durmak istiyorum. Zira "Yunanistan Uyan" başlığıyla 1984 yılında yayınlanan bir belgeden bahsetmeyi bir sorumluluk sayıyorum. Bu çok önemli belgeyi Aziz Türk milletinin
dikkatlerine sunmak isterim. Zira bin yıllık kardeşliğimize, birlikteliğimize göz dikenlerin yüz yıllık planları bakınız adım adım işletilmek istenmektedir!

"Yunanistan'ın; psikolojik harp ve propaganda alanında, Türkiye konularında uzmanlaşmış, bilim adamı, asker, sosyolog, psikolog, tarihçi ve
diplomatların görev aldığı bir Psikolojik Harp Teşkilatı olduğu ve etkin çalışmalar yaptığı bilinmektedir. Başbakan Andreas Papandreu tarafından Yunanistan'ın Milli Güvenlik Kurulu sayılan "Yunanistan Dış Politika ve Savunma Yüksek Kurulu (KSEA)' ya getirilmiş ve kitapta Türkiye'ye karşı uygulanması tavsiye edilen psikolojik harp operasyonları için tam yetki alınmıştır. Yazar kitabında Türkiye'ye karşı Yunan askeri ve siyasi karar organlarına, Megali İdea'nın tahakkuku için stratejiler belirlemekte ve Türkiye'yi zayıflatıp, parçalamanın pratik yollarını göstermektedir.

Ellada Sipna kitabının önsözünde, "Yunanistan'ın en büyük ve en temel düşmanı Türkiye'dir" demektedir. Hiç bir ittifak ve hiç bir faaliyet bizim Türkiye üzerindeki idealimizi "Megali İdea'yı" engelleyemez. Türkiye'yi zayıflatmadıkça ve parçalamadıkça Elen ırkına kurtuluş yoktur demektedir.

Yazar kitabında Türkiye'yi zayıf düşürmenin ve parçalamanın da yollarını göstermektedir. Ellada Sipna (Yunanistan Uyan) Kitabındaki konular özet olarak:


a.Yunanistan, Türkiye ile asla sıcak bir savaşa girmemelidir. Türkiye nüfus potansiyeli ve kaynaklar yönünden Yunanistan'dan beş misli
büyüktür. Ordusu daha güçlüdür. Sıcak bir savaşta Türkiye üzerinde Megali İdea'nın gerçekleşmesi mümkün olmadığı gibi bu Yunanistan'a pahalıya mal olur.
O halde ne yapılmalıdır? Türkiye'nin zayıflıkları yani psikolojik hassasiyetleri vardır. Bunlar ele alınmalı ve kullanılmalıdır.

b. En önemli hassasiyet Kürt sorunudur. Kürtlerin isyan etmesi Tanrının Yunanistan'a bir lütfü olacaktır. Bunun için her vasıta kullanılmalı,
Kürtçülük hareketi desteklenmeli ve bir Kürt isyanının çıkartılması sağlanmalıdır.
— Bunun için müttefikler aranmalıdır. Ortadoğu'da bu iş için en uygun müttefik Suriye'dir. Hatay'ın acısı ve Türkiye ile su sorunu devam
etmektedir. Avrupa'da en iyi müttefik ise İngiltere'dir. Türkler İngiliz İmparatorluğunu yıkmışlardır. Ortadoğu'da en iyi istihbaratı olan ve en eski, en varyasyonlu (değişken) politikayı uygulayan İngilizlerdir, ABD politikasına da Ortadoğu'da yön verme imkânına sahiptirler. İngiltere'yi Türkiye'ye karşı Yunanistan'ın yanında yer aldırmak Yunan diplomatlarının görevidir.

c. Türkiye'deki sol sendika ve öğrenci hareketleri desteklenmeli, Türkiye siyasi ve ekonomik istikrarsızlığa sürüklenmelidir. Ermeni meselesi hakkında ise;

d. "Türkiye'nin yanı başındaki bir Ermeni Cumhuriyeti'nin varlığı istismar edilecek önemli bir konudur." Zira 65 yıl sonra, Ermeni milliyetçiliğinin atağa kalkmış olması, elbette ki bir tesadüf değildir. Yunanistan üzerine düşeni yapmalı ve Ermeni Meselesini desteklemelidir" demektedir.

e. Türkiye'nin en güçlü yanı, Atatürk'ün kurduğu Modern Türkiye'nin laik görüntüsüdür. Bu imaj silinmelidir. On üç asırdan sonra islamın yeniden dirilişe geçtiği bir gerçektir. Türkiye'de islamın kopmaz bir parçasıdır.

(...)

— Türkiye'nin bu psikolojik hassasiyetleri kullanılmalı ve Türkiye güçsüz bırakılmalıdır. Yunanistan'ın aleyhine sonuçlanacak Türk-Yunan
savaşından kaçınılmalı ve Türkiye'nin bu zafiyetleri Yunanistan ve bulacağı müttefikler tarafından ne pahasına olursa olsun istismar edilerek Türkiye parçalanmalıdır. 1984 yılının ilk aylarında Yunanistan'da yayınlanan Ellada Sipna (Yunanistan Uyan) kitabının Türkiye'nin hassasiyetlerinin kullanılması konusundaki verdiği taktikler O günkü Yunanistan Hükümeti tarafından büyük ilgi ile karşılanmış ve Türkiye'ye karşı düşmanlık hislerini daima canlı tutan Başbakan Andreas Papandreu tarafından uygulanmaya konmuştur."

Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi sf: 41, Mayıs 2008, sf: 105-123 Türk-Yunan İlişkileri ve Megali İdea / Dr. Oğuz KALELİOĞLU


İzninizle çok kısa olarak Megali İdea'nın ne demek olduğunu bahsetmek isterim:

"Yunanca: "Megali Idea", "Büyük Fikir", Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u alarak, Bizans İmparatorluğu’na son verdiği günden beri yürürlükte olan bir Yunan ülküsüdür. Bizans İmparatorluğu’nu bir Helen İmparatorluğu olarak kabul eden Yunan milliyetçileri, Megali İdea adını verdikleri büyük ülküleri ile eskiden Bizansa ait olan tüm toprakları yeniden elde ederek, İstanbul (Konstantinopolis) başkent olmak üzere, büyük Helen İmparatorluğu'nu yeniden kurmayı hayal etmektedirler.
1919-1922 yıllarındaki Türk Kurtuluş Savaşı'nın Yunanların yenilgisiyle sonuçlanması bu fikre büyük darbe vurmuştur.

Bu ülkü çerçevesinde; önce Yunanistan'ın bağımsızlığı elde edilecek, ardından Ege adaları, Batı Anadolu, Karadeniz bölgesi, Rodos, Girit, Bozcaada, Kıbrıs, Epir, Makedonya, Batı ve Doğu Trakya ele geçirilecek ve nihayet Konstantinopolis diye adlandırılan İstanbul, Helen İmparatorluğu'nun başkenti olacaktır." Alıntıdır

Megali İdea'nın hedefleri şöyle sıralanabilir:

"1-Yunan Milletinin tam bağımsız oluşunun sağlanması (Başardılar)
2-Batı Trakya ve Selanik’in Yunanistan’a bağlanması (Başardılar)
3-Ege adalarının Yunanistan’a bağlanması (Başardılar)
4-Oniki Adanın Yunanistan’a bağlanması (Başardılar)
5-Girit adasının Yunanistan’a bağlanması (Başardılar)
6-Batı Anadolu’nun Yunanistan’a bağlanması (Denediler -1919-)
7-Pontus Rum Devletinin tekrar kurulması (Çabalıyorlar)
8-Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması (Çabalıyorlar)
9-Gökçeada ve Bozcaada’nın Yunanistan’a bağlanması (Çabalıyorlar)
10-İstanbul’un geri alınması ve Bizansın tekrar kurulması (Çabalıyorlar)"


O halde aziz milletimiz, tahriklere kapılmadan bu durumu ve dahalarını çok iyi tahlil etmelidir! Zira dışarının işletmeye çalıştığı ve elini ovuşturarak beklediği; "kardeşi kardeşe düşürecek ve boğazlatacak" planlarını çok iyi görmek zorunda! Düşmana fırsat vermemelidir! Türk-Kürt; biz kardeşiz! Alevi-Sünni; biz kardeşiz! Kısaca bizim etnik kökenimiz ve mezhebimiz ne olursa olsun, bizim, hepimizin başının üstünde yeri var! Hepsi kendisiyle övünç duysun! Hepsi onur ve gururla buna sahip çıksın! Ancak ayrılmaz bütünlüğümüzü sağlayan Türklüğümüze de sahip çıkmak zorundayız! Ulus bütünlüğümüzü ancak bu şekilde koruyacağımız da kaçınılmaz bir gerçektir! Hele yukarıda bahsedilen plânlar hazırda beklerken, tarafımızca atılacak her yanlış adım bizim felaketimiz demektir! Zira şu anda yaratılmak istenen manzaralar, yukarıdaki plânla örtüşmüyor mu dersiniz? Sağduyu, hoşgörü ve birliktelikle aşamayacağımız hiç bir sorun OLAMAZ!

Sevgi ve saygılarımla!

12 Aralık 2009 Cumartesi

Refahın Değil, Hayatın Ortağı...

















"Bir insanın hayatının ikinci yarısı, ilk yarıda kazanılan alışkanlıkların sürdürülmesinden ibarettir." Lev Tolstoy


Hayatın Ortağı Olmak… Günümüzün ''ergen dünyası'' nı, bu dünyada geçerli olan ''ergen kültürü'' nü anlamaya çalışıyoruz. Çünkü bu yeni oluşumu anlayamazsak ''günümüz ergenleri” ile erişkinler arasındaki uzaklık daha da artacaktır.

Yeni ''ergen kültürü'' nün özellikleri içindeki; '' hedef seçememe'',

*''Geleceğini planlayamama"
*''Sorumluluk almak istememe'',
*''Kendini hiçbir şeye zorunlu saymadan çevresini her şeye zorunlu sayma'',
*''Çaba harcamadan elde etmek isteme'' gibi özellikleri nasıl açıklamalıyız?

En önemli etkenler arasında ''sahip olma, elde etme ve kullanma'' ile bunları yapabilmek için''çalışmak ve kazanmak gereği" arasındaki bağı kopartan ''tüketim toplumu ideolojisi'' dir.

Bu ideoloji, henüz çalışmayan ve kazanmayan gençlere:
* ''Kredi kartı'' vermekte,
* ''Cep telefonları” olmasının normal olduğunu söylemekte,
* ''Otomobil kullanarak özgürleşme''yi önermektedir.

Gençler de bütün bunlar için yıllarca beklemek yerine, bütün bunları sağlamanın anne babalarının görevi olduğunu düşünmekte, bunların ''Kendi hakları olduğunu" öne sürmektedirler.

Bizim yaşam kültürümüzün iki özelliği de ''tüketim toplumunun ideolojisi'' ile buluşmaktadır.
''Çocukların aşırı korunmasının, ailenin görevi olduğu''na ilişkin yaygın tutum ile çocuklarla gurur duyma isteği.
Bu iki özellik de çocukların ''yaşam standartları”na ailelerin- kimi zaman- ekonomilerinin üstüne de çıksa destek vermelerini sağlayan bir tutum yaratmaktadır.

Anne babaların şu sözlerini çok sık duyuyoruz:
* Biz (ya da ben) çocuklarımız için yaşıyoruz.
* Ne yapıyorsak onlar için yapıyoruz.
* Biz çok sıkıntı çektik, onlar bu sıkıntıları çekmesin istiyoruz.
* İlerde hayatın birçok haliyle karşılaşacaklar, bari şimdi mutlu olsunlar.
* Mutlu bir çocukluk dönemleri olsun.
* Biz gençliğimizi yaşamadık, onlar doya doya yaşasınlar.

* Bizim yapamadıklarımızı onların yapması bizi memnun ediyor.
* Her şeyleri var, neden çalışmadıklarını anlayamıyorum.
* Hiç sıkıntıya gelemiyorlar, istedikleri hemen olsun istiyorlar.
* Her istediğini yapıyoruz ama o bizim ne istediğimize aldırmıyor bile.
* Çok iyi çocuktur, ama arkadaşlarına uyuyor.
* Aklına hiç kötülük getirmez, ne söylense inanır.
* Böyle giderse nasıl yapacak bilmiyorum.


Bu sözlerin hepsi de birbiriyle bağlantılıdır. Bu sözlerin oluşturduğu merdiven basamak basamak çıkılmaktadır. Sonuçta erişilen yer de hiç kimsenin düşünmediği,hiç kimsenin istemediği bir yer olmaktadır.

*Çocuklarımızı hayatımızın ortağı değil, refahımızın ortağı yapıyoruz da ondan.

* Neden ''hayatlarınızı çocuklarınıza adıyorsunuz?”
* Neden ''çocuklarınız için yaşıyorsunuz?”
* Neden çocuklarınıza ''istemedikleri şeyleri vermek için bunca çaba harcıyorsunuz? "
* Neden çocuklarınıza ''hak etmedikleri şeyleri elde etmeleri'' için yükümlülük duyuyorsunuz?
* Neden çocuklarınıza ''sorumluluk vermiyorsunuz?

''Şimdi almıyorlar," çünkü sorumluluk vermekte çok geç kaldınız.
Neden çocuklarınızı, “yaptıkları yanlışlıkların sonuçlarıyla karşılaştırmıyorsunuz? ''

Bu durumda, çocuklar ve gençler ''ailelerin onları her koşulda koruyacağını'' biliyor.
Çocuklar ve gençler, kendileri hiçbir şey yapmasa da, ailelerin onlar için her şeyi yapacaklarını öğreniyor.

Çocuklar ve gençler, geleceklerinin aileleri tarafından hazırlanacağına güveniyor.
Onun için de kendine güvenmiyor, sorumluluk almıyor, kendisini hiçbir şey için zorlama gereğini duymuyor.

Yapılması gerekenler yapılmaz, yapılmaması gerekenler yapılırsa sonuçlara neden şaşmalı? Lütfen, biraz düşünür müsünüz?

Çocuklarımızı, refahımızın ortağı değil,
HAYATIMIZIN ORTAĞI YAPALIM.

Erdal ATABEK

Sevgi ve saygılarımla!

10 Aralık 2009 Perşembe

"Anne Ben Yıldız Oldum"













Türkiye kan ağlıyor... Millet olarak yedi vatan evladımızı daha ŞEHİT verdik... İçimiz yanıyor... Bu acı dayanılacak gibi hiç değil... Alçak saldırılar, hayasız akın durmak bilmeksizin üzerimize üzerimize geliyor! Hepsinin tek hedefi var; Anadolu topraklarını paylaşmak... Bin yıllık kardeşliğimize göz dikenler, bizi birbirimize kırdırmak istiyorlar... Bizi birbirimize kırdırmaya çalışan güçler belli de, asıl sorgulanması gereken, bu güçler, daha sonra kullandıkları vatandaşlarımızı rahat bırakacaklar mı?! Kullanılan kardeşlerimizin başlarına neler gelecek bunu düşündüler mi acaba? Hemen yanıbaşımızda -Irak'ta- olanlar bir ders değil mi? Daha dün Irak'ta 118 kişi öldürüldü!..


Türk milletinin başı sağolsun! Vatan sağolsun! Yiğitlerimize Allah'tan rahmet diliyoruz! Onlar hepimizin canı... Mehmetçiklerimizi sevgi ve saygıyla anıyoruz!


ŞEHİT


Yeşil bir yağmurdur, yağar geceleri ekinlere,
Sabah güneşi gibi vurur pencerelere,
Ona hiç ölü diyebilir miyiz?
Kolayca girer evden içeriye,
Oturur eski yerine:
Anne ben geldim!
Anne mutfakta dalmış işine,
Oğlunun sevdiği yemekleri yapıyor.
Anne ben geldim!
Kalkıp geçiyor bir odadan ötekine.
Dağı tırmanıp geçiyor
Bir tepeden ötekine.
Ona hiç ölü diyebilir miyiz?
Severiz bütün ölüleri biz,
Onu sevdiğimiz için.
Anne oğluna sevdiği yemekleri yapıyor:
Ana sütü, ana dili, ana yüreği,
Ana toprak...
Anne yemekleri bolca yapıyor, bütün şehitleri ağırlayacak.
Kuruluyor kutsal sofra:
Mataralar şerbet dolu.
Mayınlıyor yolu,
Uzaktan kumandalı hayın.
Sakın ağlamayın, gülmesin şeytan!
Anne gizlice ağlıyor içeride: Memeet, Memoo!
Bebek emekleyerek geçiyor
Yerdeki kilimi.
Anne övünüyor oğluyla:
Evimin direği, evimin çiçeği o.
Mehmetçik dirsekleri üstünde geçiyor yedi iklimi.
Açılıyor sekiz kapının kanatları
Ardına kadar.
Geldim anne, diyor. İşte geldim.
Ben ırmak oldum bak:
Su gibi içsin beni halkım.
Anne ben buğday oldum,
Un oldum, ekmek oldum:
Halkımın karnı tok olsun.
Anne ben yıldız oldum:
Halkımın başı dik olsun!

Hüseyin HAYDAR


Sevgi ve saygılarımla!





6 Aralık 2009 Pazar

Nereden Nereye Türk Kadını













"Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadını kadar emek verdim, diyemez. Erkeklerden kurduğumuz ordumuzun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Çift süren, tarlayı eken, kağnısı ve kucağındaki yavrusu ile yağmur demeyip, kış demeyip cephenin ihtiyaçlarını taşıyan hep onlar, hep o yüce, o fedakar, o ilahi Anadolu kadını olmuştur. Bundan ötürü hepimiz bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı, şükranla ve minnetle sonsuza kadar aziz ve kutsal bilelim." Atatürk, 1923 / Konya



Milletlerin çağdaşlaşmasında kadına verilen değerle bellirlendiği tartışılmaz bir gerçektir. Buradan yola çıkarak Türklerin tarihinde, kadının yerine değinerek, geldiğimiz noktayı değerlendirmek isterim. Zira bugün Türk ve dünya tarihi üzerinde gururla ifade edeceğimiz bir tarihi ele almak istiyorum: "5 Aralık 1934" günü Türk kadını -milletvekili- seçme ve seçilme hakkına kavuştu. (Anayasa'nın 10. ve 11. maddelerinde yapılan düzenleme ile...)

Şimdi bu doğrultuda kısaca tarihimize bir bakalım:

"Türklerin Orta Asya’daki varlığından itibaren İslâm dininin kabul edildiği 8. yüzyılın ortalarına kadar olan dönemde, Türk kadını, toplumsal konum bakımından büyük ölçüde erkekle eşitti. Hun hakimiyetinin sürdüğü devirlerde devletin başı hakan, eşi hatun ile birlikte devleti temsil ederlerdi. Türklerin ilk yazılı belgeleri olan Orhun Kitabelerinde Türk kadınından saygı ile bahsedilir. Devlet ve milletle ilgili önemli kararların alındığı kurultaylara hatunlar da katılır ve etkili olurdu. Kadın erkekler gibi çok iyi ata biner ve kılıç kullanırdı. Yine bu dönemde evli kadın kutsal sayılır, ona hakaret edenler şiddetle cezalandırılırdı. Bilinen gelenek ve görenekler her yönüyle erkeklere denk olduklarını ispatlamaktadır."

Türkler, 8. yüzyıldan itibaren önceleri peyder pey sonraları topluca İslâm dinini kabul ettikten sonra Arap kültürü etkisi altına girmeye başladı. Zira Arap Yarımadası üzerinde İslâmiyet doğdu. Oradaki koşulların gelenek ve görenekleri ile birlikte cahiliye döneminin kadına verdiği değer oratadaydı. Bilindiği gibi kız çocukları, diri diri gömülüyor, kadınlara ise, bir "eşya" muamelesi yapılıyordu. "İslâm öncesi Arap toplumu; kadınları insan tanımı içinde görmüyordu. İslâm bu ilkel ve klanik bakışı kökünden değiştirdi. Hz. Ömer'in bu konuda ne kadar açık yüreklilikle itirafta bulunduğunu; kadınları insandan bile saymadıkları günleri hatırladığını" belirten Doç. Dr. Şahin FİLİZ / Siyaset-Tarikat Gölgesinde KADIN sf:19

İşte bu koşullar altındaki Arap topluluklarının yaşantısında, İslamiyetin gelişiyle birlikte, erkeğin birden çok kadınla yaptığı evliliklere kısıtlama getirildi. Keza boşanmada da nafaka gibi koşullarla evlilik müessesesi düzenlenmeye çalışıldı. Ancak dini kurallar doğru yorumlanmamış ve bu yorumlar, İslâmiyetin ruhuna ve amacına uygun olarak değil de, Arap kültürü etkisi altında yorumlanarak şekillendirilmiştir. Bu nedenle de kadın "ikinci sınıf insan" olarak görülmüş, çarşafa sokulup eve kapatılarak sosyal hayattan men edilmiştir. Bu durumun islâm topluluklarına büyük zarar verdiği kesin. Nitekim içinde bulunduğumuz çağda İslâm topluluklarının durumunu ve yaşadığı halleri görüyoruz... Durum içler acısı!..

Arap kültürünün etkisi altındaki İslâm kültürü ile bütünleşen Türk geleneğinde Osmanlı Devleti'nin yükselişine kadar Türk kadının yeri saygınlığını korudu. Ancak daha sonraları Osmanlı Devleti'nin zayıflamasıyla birlikte Türk gelenekleri de giderek etkisini yitirdi. Zira Bizans ve Arap kültüründen gelen harem yaşamının Osmanlı sarayına girmesi ile yeni bir kültür oluşmaya başladı. Ancak Anadolu'nun iç kesimlerinde saray yaşamından uzak, Türk kültürüne uygun yaşama biçimi halen sürmekteydi. Mesela köylerdeki kadının, tarlalarda çalışması bu yaşamın bir parçasına örnektir. Bu aynı zamanda üreten, paylaşan bir Türk kadının kimliğidir. İşte bu ruh; Anadolu topraklarının işgaline karşı direnen Türk kadınının, erkeğinin yanında yer alarak, birtakım faaliyetlerde bulunmasına vesile olan ruhtur! O asil ruha hemen bir örnek verelim:


"Halide Edip anılarında, Milli Mücadele yıllarında halkı bilinçlendirmek, vatan meselelerini anlatmak için yaptığı toplantılardan birinde karşılaştığı bir olayı şöyle anlatır: “Salonda İstanbul ve Ankara kadınları ile birlikte köylü kadınlar da vardı. Onlara Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu açıkça anlattım. Konuşma bitince yanıma yaklaşan bir köylü kadını: Senin ne dediğini anladığımı söylemek istiyorum. Benim Darülmalumatta bir kızım var. O da hizmet edecek. Ben fukara çamaşırcı kadınım. Ona tahsil verebilmek için her gün çalışıyorum. O da bir gün öğretmen olacak, senin konuştuğun gibi konuşacak. Benim oğlum Çanakkale’de öldü. Ağlamıyorum, işimi bırakmıyorum, çünkü kızıma tahsil veremem. Sonra koynundan çıkardığı parayı Hilal-i Ahmer’in yaralarına diye uzattı. Birbirimizin gözünün içine bakıyorduk. O ana kadar Türkiye’nin geleceğine bu kadar kuvvetle iman ettiğimi hatırlamıyorum. Böyle bir unsur mevcut oldukça memleketimiz için her türlü cefa ve fedakarlık azdır bile..”


Türk kadını, Atatürk sayesinde çoğu batı ülkesinden de daha önce siyasal haklarını elde etmiştir. Almanya kadın hakları konusunda çalışmaları 1848’de başlatmış ve ancak 1918’de seçme hakkını sağlamıştı. Fransa’da 1944, İtalya’da 1945, Yunanistan'da 1952, Japonya’da kadınlar bu hakkı 1950’de, Belçika'da 1960, İsviçre’de ise ancak 1971’de elde ettiler.

Evet, bugün elimizde bulundurduğumuz bu hakkımızı Büyük Atatürk bizlere, adeta altın tepsi içerisinde sunmuştur. Yani hiçbir çaba sarfetmeksizin!.. Osmanlı döneminde teokratik yapı içerisinde yer alan Türk kadını, 1000 yıl önceki kaybetmiş olduğu haklarını yeniden Atatürk Cumhuriyetiyle birlikye kazanmış oldu! İşte bu anlamda kadının toplum içerisindeki hayati değerinin ne denli önemli olduğunun altını bir kez daha çizerek hatırlatmak istedim. Zira Atatürk 30 Mart 1923' de Vakit Gazetesi' nde yayınlanan bir beyanatında;

"İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan oluşur. Kabil midir bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki bir cismin yarısı toprağa bağlı kaldıkça, öteki yarısı göklere yükselebilsin?"


O halde kadınların dışlanmadığı, çağdaş ruhun hakim olduğu zeminlerde ancak sağlıklı ve uygar toplumların olacağı kesin!

Sevgi ve saygılarımla!

2 Aralık 2009 Çarşamba

Aç, aç, aç!..












"Ben yaşayabilmek için, kesin olarak bağımsız bir ulusun evladı kalmalıyım. Bu yüzden ulusal bağımsızlık bence bir hayat sorunudur." Atatürk



Sözün dönüp dolaşıp dayandığı yer olan Batılı devletlerin Müslümanlara çatması olunca, doğal olarak emperyalist haçlı güçler karşısında yüreğimizin kabardığını hissediyoruz. Zira onların, amaçları da bu olsa gerek... Başka türlü nasıl yorum yapacağımı düşünmek istemiyorum. Aslında bu konunun uzmanları da yine sözde "Demokles'in kılıcı" gibi görünmeye çalışan bu güçler... Tıpkı Mehmet Akif'in dile getirdiği üzere tam bir "Tek dişi kalmış canavar!" misali toplum mühendisliği yaparak, bir milleti nasıl çökertebileceklerinin ince ince planlarını akıl almaz bir şekilde hayata geçirebiliyorlar. İşte son yaptıkları FAŞİST eylemlerinde görüldüğü gibi...


Sözde demokrasi havarileri kesilen Batılı devletler, zemin yarattıkları her şartta Müslümanlara, kinlerini kusmaya devam etmekteler. Nitekim, Danimarka'da yaratılan karikatür krizi, ardından Hollanda'da çevrilen film, derken Hz. Peygamberimizi karalayan kitaplar falan falan. Görüldüğü üzere saymakla bitiremeyeceğimiz kadar senaryolar... Hepsinin altında kin, nefret ve düşmanlık yatıyor. Oysa bakınız bu anlı şanlı demokrasi hamileri; "Avrupa Birliğinin “tüm dinlere özgürlük ilkesini benimsedikleri" yönünde durmadan ahkâm kesiyorlar!..


İsviçre; evet bu ülke sözde medeniyetin, demokrasinin, kişi hak ve özgürlüklerinin tam manasıyla işletildiği (!) yer!!! Vay be!.. İnsan kendini birden bir garip hissediyor, bu büyülü sözler karşısında!.. Ama kazın ayağı hiç de öyle değil işte! Bakınız bir vatandaşımız, nasıl bir haykırışla seslenmiş;


"Ben İsviçre'den, demokrasinin beşiği dedikleri bir ülkeden sesleniyorum.
29 Kasım tarih yazdı.
Artık din özgürlüğü yok burada, eğer bir Ermeni'yi aşağılarsanız hapis ve para cezasına çarptırılıyorsunuz. Aynı zamanda Müslüman'ım dediğinizde de artık para cezası alabilirsiniz.
Manşet atınız "kara gün" diye. Devrim ACAR" Hürriyet, Yalçın BAYER / 01 Aralık 2009

Tabii bir düşüncenin, özgürce ifade edilemediği ve ifade edilirse kesin hapis ya da para cezasına çarptırılması gibi faşizanca baskının uygulandığı yer de İSVİÇRE!!! Nedir o düşünce derseniz; Türklerin, Ermenilere karşı "soykırım" yapmadığını ifade etmek, kanıtlamak ve bu bir yalan demek; SUÇ!!! Üstelik bu düşünceyi bilim adamları da yapamazmış!.. Peki o zaman; nerede kaldı bunların, düşünce, inanç ve fikir özgürlüğünü savunmaları?..Ha, bu arada Yunanistan'da müftülerimizin seçimine kadar müdahale edenler, adı TÜRK olan her şeye yasak getiren zihniyet; kendilerini "insan hakları" savunucuları (!) sayıyorlar, öyle mi?.. Yok öyle bir şey; aslında yapmaya çalıştıkları tek şey, bu sözleri kullanarak, Türk kimliğini yok edip, bizi birbirimize kırdırmaktır! Asıl kinleri de, atalarından devraldıkları Haçlı savaşlarının devam ettirilmesi!.. Anadolu topraklarını ele geçirmek... İstanbul'un fethinden bu yana travma yaşayan bu haçlı zihniyet; bir şekilde bizleri, Anadolu'dan sürme hâyâlini üzerlerinden atamadılar. Zira her fırsatta Anadolu'nun her bir köşesinde kiliseleri yeniletmek ve ayine açmak gibi isteklerini "AB kriterleri" altında dayatmada bulunuyorlar!..


Peki şimdi, 300 binin üzerinde Müslüman'ın yaşadığı İsviçre'de, minareyi yasaklama gibi bir zihniyeti, hangi kefeye koymak gerekiyor? O vakit sormazlar mı adama; "Sen hangi yüzle Türkiye'de hiç bitmeksizin, durmadan kilise açmaya kalkıyorsun" diye? Yok Sümela'yı ibadete aç!.. Yok Akdamar'ı yenile, ibadete aç!.. Yok Ayasofya'yı iste!.. Yok Ruhban Okulu'nu aç!.. Aç, aç, aç!.. Başka bir emriniz?..


Kısaca, faşistce yaklaşımlarını sözde "referandum"a bağlayarak, gerçek emellerini ortaya döken bu "Tek dişi kalmış canavar"lara, buradan hatırlatmakta fayda gördüğüm bir kaç cümlem olacak; 1. Biz, şimdi bu zihniyetin içerisine mi girmeye çalışıyoruz? Yani kiliselere, çan seslerine; "EVET", minarelere, ezan seslerine; "HAYIR" öyle mi? 2. Bu yaptığınız eylem "Nazi Almanyası"nın aynısıdır! O dönemde de halk oylaması bahane gösterilerek faşizmin, soykırımın en âlâsı yaşandı!!! 3. Çok yakın bir tarihte; "Belene Kampı" denilen yerde, Müslümanlara karşı bir insanlık suçu işlenmişti. İşte o uygulama içerisinde de aynı şeyler mevcuttu!!!


Netice itibariyle varmak istediğiniz bizlerin; "yok" edilmesi ve Anadolu üzerinde bir "kıyım"ın yaşatılmasıdır. Evet bu büyük hâyâlinizi gerçekleştirmek için elinizden geleni ardınıza koymadığınız da kesin! Ancak; 1919'da dersinizi aldınız!!! Bunu bir daha denemeye kalkmayınız!!! Zira "Bedir Savaşı" ile başlayıp, "Kurtuluş Savaşı"yla şimdilik noktalanan bu emperyalist akımlara, asla geçit vermeyeceğiz!!! Hz. Muhammed'in ÜMMETİYİZ!.. Büyük Atatürk'ün de ASKERLERİYİZ!.. Bilmem hatırlatmamda bir sakınca var mı?!

Sevgi ve saygılarımla!


30 Kasım 2009 Pazartesi

Yöntemler Değişse de...

















"Kadınlarımız eğer milletin gerçek anası olmak istiyorlarsa, erkeklerimizden çok daha aydın ve faziletli olmaya çalışmalıdırlar." ATATÜRK


25 Kasım Uluslararası -Kadına Karşı Şiddete Yönelik- Dayanışma Günü; dünyada kadına yönelik şiddetin günümüzde de sürüyor olması, ne yazık ki geçmişten bugüne insanlığın gelişmesi anlamında çok fazla ilerlemediğinin göstergesi olarak kabul etmek zorundayız. Zira istatistiki anlamda gelişmiş ülkelerde dahi kadının şiddete maruz kalması; birçok kadının etnik kökeni, sınıfı, kültürü ya da konumu nedeniyle de hedef seçildiği anlamı taşımaktadır.

"Tarih öncesinin ilk dönemlerinde, erkek, kara ve deniz avcılığıyla uğraşırken, kadın çocuklarını beslemek, onları vahşi hayvanlara, soğuğa, iklim değişikliklerine karşı koruyan daha bir çok aile içi olayları üstlenirken, erkek kadının yaptıklarının değerini bilir; sosyal ve entellektüel bakımdan, kadın erkeğe en azından eşittir.

Ortaçağ'a gelindiği zaman, kadın erkeğin malı olarak görülmekteydi. Rönesans kadının hukuki durumunu değiştirmemesine karşın törelerde önemli değişiklikler getirmiştir... İcatlar ve keşifler, ferdiyetçi itiş ve hümanizm, feodal alışkanlıklara ve skolastiğe karşı ateş açarlar. Kadın bir takım bağımsızlığa kavuşur, düşünce hayatına girer. Toplumsal ilerleme ve çağ değişimleri, kadınların özgürlüğe doğru ilerleyişi ile orantılıdır, toplum alanında gerilemeler ise kadınların özgürlüğünün azalmasıyla meydana gelirler." Alıntıdır


Ülkemizde ve az gelişmiş toplumlarda yer yer halen sürmekte olan "feodalizm" esasına dayalı sistemlerde kadının yeri ezilmenin ötesine geçmemektedir. O vakit şiddetin gölgesinde yaşayan kadınlar, toplumda kendilerine yer edinemedikleri gibi toplumsal ilerlemenin sağlanmasına da olanak tanımadığı kesindir. Zira kadın, kendini geliştirdikçe kendi hak ve özgürlüklerinin farkına varıp kendisini feodal sistemden kurtaracaktır. Aynı zamanda da haklarını koruyacak ve bu oranda da toplumların ilerlemesi kaydedilecektir. Kadın, ezildiği sürece toplumun da her türlü şiddete maruz kalacağı kesindir. O halde bir toplumda kadın ne kadar özgür ve eşit haklara sahipse, o toplum bir o kadar da yüksek medeniyete erişmiş demektir.


Kadının ezilmesinin yanında her alanda sömürüldüğü de bir o kadar gereçektir. Özellikle gelişmiş ülkelerde kadının cinselliği kullanılarak tüketim toplumu oluşturulmuştur. Zira kapitalizmin asıl hedefi olan tüketimin hızlı bir şekilde yaygınlaşarak sürdürülmesi, çoğunlukla kadının fiziksel görüntüsü kullanılarak gerçekleştirilmektedir. Oysa düşünce anlamında kadının toplumda yer alması üzerinde durulması gerekliliğinin hedef belirtilmesi ve çareler aranması gerekirken, bunun tam tersi yönde gelişmeler yaşanmaktadır.Yani düşünceleri boşaltılmış ve tek noktaya kitlendirilen kadınların, görsel anlamda kitlelere reklam edilerek zihinlere yer etmesi; aslında insanlık adına utanç verici bir noktaya sürüklendiği gerçeği nedense sorgulanmamaktadır. Kadın imtiyazlarının genişlemesi derken; olayı bu yönde geliştirmek ve beyinlere kadını görsel anlamda bir "obje" olarak sunmak toplumların ilerlemesi anlamı taşımadığının altını önemle çizmek istiyorum. İşte gelişmiş ülkelerde kadının toplumdaki yeri ne yazık ki bu noktalara taşındığı bir dönemi yaşıyoruz. Zira tüm veriler bu yönde işaret veriyor...


Bir başka deyişle, sınıfların ortaya çıktığı andan itibaren, egemen güçlerin sömürülenlere, ezilenlere reva gördüğü bütün toplumsal roller, her zaman kadına ağır bedeller ödetmiştir. Kadına sadece bir "serf" olarak bakılmamış; aynı zamanda cinsiyeti bakımından da boyun eğdirilmesine zemin hazırlanmıştır. Çok canlı bir örnekle anlatımımı izninizle pekiştirmek istiyorum; Halis TOPRAK'ın 17 yaşında bir kadınla yapmış olduğu evlilik... Peki hemen sonra ne oldu derseniz, bakınız basından edindiğimiz haberler bu düşüncelerimizi kanıtlar biçimde; "Ya paramı ver ya kızımı... Kayınpederi, Halis Toprak kendisine 5 bin TL vermeyince nikahın iptali için dava açıyor."...

Demek oluyor ki kadın her şartta, kadın, olmasından gelen özelliği ile zora maruz bırakılmış boyun eğdirilmiştir. Bunun yöntemleri farklı olabiliyor; ama netice itibariyle sonuç hiç DEĞİŞMİYOR!!!

Kısaca toplum ve millet olarak medeniyete ve çağdaşlığa erişmek istiyorsak; kadının ilerlemesine yani beyninin gelişmesine olanak tanımalıyız! Bunun zemininin her şartta EĞİTİM sayesinde olacağının, altını kalınca çizerek hatırlatmak isterim. Tabii insanlığın en önemli değerlerinden olan fazileti de kaybetmemeyi unutmadan!


Sevgi ve saygılarımla!