"Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadını kadar emek verdim, diyemez. Erkeklerden kurduğumuz ordumuzun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Çift süren, tarlayı eken, kağnısı ve kucağındaki yavrusu ile yağmur demeyip, kış demeyip cephenin ihtiyaçlarını taşıyan hep onlar, hep o yüce, o fedakar, o ilahi Anadolu kadını olmuştur. Bundan ötürü hepimiz bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı, şükranla ve minnetle sonsuza kadar aziz ve kutsal bilelim." Atatürk, 1923 / Konya
Milletlerin çağdaşlaşmasında kadına verilen değerle bellirlendiği tartışılmaz bir gerçektir. Buradan yola çıkarak Türklerin tarihinde, kadının yerine değinerek, geldiğimiz noktayı değerlendirmek isterim. Zira bugün Türk ve dünya tarihi üzerinde gururla ifade edeceğimiz bir tarihi ele almak istiyorum: "5 Aralık 1934" günü Türk kadını -milletvekili- seçme ve seçilme hakkına kavuştu. (Anayasa'nın 10. ve 11. maddelerinde yapılan düzenleme ile...)
Şimdi bu doğrultuda kısaca tarihimize bir bakalım:
"Türklerin Orta Asya’daki varlığından itibaren İslâm dininin kabul edildiği 8. yüzyılın ortalarına kadar olan dönemde, Türk kadını, toplumsal konum bakımından büyük ölçüde erkekle eşitti. Hun hakimiyetinin sürdüğü devirlerde devletin başı hakan, eşi hatun ile birlikte devleti temsil ederlerdi. Türklerin ilk yazılı belgeleri olan Orhun Kitabelerinde Türk kadınından saygı ile bahsedilir. Devlet ve milletle ilgili önemli kararların alındığı kurultaylara hatunlar da katılır ve etkili olurdu. Kadın erkekler gibi çok iyi ata biner ve kılıç kullanırdı. Yine bu dönemde evli kadın kutsal sayılır, ona hakaret edenler şiddetle cezalandırılırdı. Bilinen gelenek ve görenekler her yönüyle erkeklere denk olduklarını ispatlamaktadır."
Türkler, 8. yüzyıldan itibaren önceleri peyder pey sonraları topluca İslâm dinini kabul ettikten sonra Arap kültürü etkisi altına girmeye başladı. Zira Arap Yarımadası üzerinde İslâmiyet doğdu. Oradaki koşulların gelenek ve görenekleri ile birlikte cahiliye döneminin kadına verdiği değer oratadaydı. Bilindiği gibi kız çocukları, diri diri gömülüyor, kadınlara ise, bir "eşya" muamelesi yapılıyordu. "İslâm öncesi Arap toplumu; kadınları insan tanımı içinde görmüyordu. İslâm bu ilkel ve klanik bakışı kökünden değiştirdi. Hz. Ömer'in bu konuda ne kadar açık yüreklilikle itirafta bulunduğunu; kadınları insandan bile saymadıkları günleri hatırladığını" belirten Doç. Dr. Şahin FİLİZ / Siyaset-Tarikat Gölgesinde KADIN sf:19
İşte bu koşullar altındaki Arap topluluklarının yaşantısında, İslamiyetin gelişiyle birlikte, erkeğin birden çok kadınla yaptığı evliliklere kısıtlama getirildi. Keza boşanmada da nafaka gibi koşullarla evlilik müessesesi düzenlenmeye çalışıldı. Ancak dini kurallar doğru yorumlanmamış ve bu yorumlar, İslâmiyetin ruhuna ve amacına uygun olarak değil de, Arap kültürü etkisi altında yorumlanarak şekillendirilmiştir. Bu nedenle de kadın "ikinci sınıf insan" olarak görülmüş, çarşafa sokulup eve kapatılarak sosyal hayattan men edilmiştir. Bu durumun islâm topluluklarına büyük zarar verdiği kesin. Nitekim içinde bulunduğumuz çağda İslâm topluluklarının durumunu ve yaşadığı halleri görüyoruz... Durum içler acısı!..
Arap kültürünün etkisi altındaki İslâm kültürü ile bütünleşen Türk geleneğinde Osmanlı Devleti'nin yükselişine kadar Türk kadının yeri saygınlığını korudu. Ancak daha sonraları Osmanlı Devleti'nin zayıflamasıyla birlikte Türk gelenekleri de giderek etkisini yitirdi. Zira Bizans ve Arap kültüründen gelen harem yaşamının Osmanlı sarayına girmesi ile yeni bir kültür oluşmaya başladı. Ancak Anadolu'nun iç kesimlerinde saray yaşamından uzak, Türk kültürüne uygun yaşama biçimi halen sürmekteydi. Mesela köylerdeki kadının, tarlalarda çalışması bu yaşamın bir parçasına örnektir. Bu aynı zamanda üreten, paylaşan bir Türk kadının kimliğidir. İşte bu ruh; Anadolu topraklarının işgaline karşı direnen Türk kadınının, erkeğinin yanında yer alarak, birtakım faaliyetlerde bulunmasına vesile olan ruhtur! O asil ruha hemen bir örnek verelim:
"Halide Edip anılarında, Milli Mücadele yıllarında halkı bilinçlendirmek, vatan meselelerini anlatmak için yaptığı toplantılardan birinde karşılaştığı bir olayı şöyle anlatır: “Salonda İstanbul ve Ankara kadınları ile birlikte köylü kadınlar da vardı. Onlara Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu açıkça anlattım. Konuşma bitince yanıma yaklaşan bir köylü kadını: Senin ne dediğini anladığımı söylemek istiyorum. Benim Darülmalumatta bir kızım var. O da hizmet edecek. Ben fukara çamaşırcı kadınım. Ona tahsil verebilmek için her gün çalışıyorum. O da bir gün öğretmen olacak, senin konuştuğun gibi konuşacak. Benim oğlum Çanakkale’de öldü. Ağlamıyorum, işimi bırakmıyorum, çünkü kızıma tahsil veremem. Sonra koynundan çıkardığı parayı Hilal-i Ahmer’in yaralarına diye uzattı. Birbirimizin gözünün içine bakıyorduk. O ana kadar Türkiye’nin geleceğine bu kadar kuvvetle iman ettiğimi hatırlamıyorum. Böyle bir unsur mevcut oldukça memleketimiz için her türlü cefa ve fedakarlık azdır bile..”
Türk kadını, Atatürk sayesinde çoğu batı ülkesinden de daha önce siyasal haklarını elde etmiştir. Almanya kadın hakları konusunda çalışmaları 1848’de başlatmış ve ancak 1918’de seçme hakkını sağlamıştı. Fransa’da 1944, İtalya’da 1945, Yunanistan'da 1952, Japonya’da kadınlar bu hakkı 1950’de, Belçika'da 1960, İsviçre’de ise ancak 1971’de elde ettiler.
Evet, bugün elimizde bulundurduğumuz bu hakkımızı Büyük Atatürk bizlere, adeta altın tepsi içerisinde sunmuştur. Yani hiçbir çaba sarfetmeksizin!.. Osmanlı döneminde teokratik yapı içerisinde yer alan Türk kadını, 1000 yıl önceki kaybetmiş olduğu haklarını yeniden Atatürk Cumhuriyetiyle birlikye kazanmış oldu! İşte bu anlamda kadının toplum içerisindeki hayati değerinin ne denli önemli olduğunun altını bir kez daha çizerek hatırlatmak istedim. Zira Atatürk 30 Mart 1923' de Vakit Gazetesi' nde yayınlanan bir beyanatında;
"İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan oluşur. Kabil midir bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki bir cismin yarısı toprağa bağlı kaldıkça, öteki yarısı göklere yükselebilsin?"
O halde kadınların dışlanmadığı, çağdaş ruhun hakim olduğu zeminlerde ancak sağlıklı ve uygar toplumların olacağı kesin!
Sevgi ve saygılarımla!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder