28 Şubat 2010 Pazar

18 Yıl Önce...














"Ey inananlar! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğruya iletmez." Mâide Sûresi, 51. Ayet


"Yazı-tura ile yapılan vahşi infaz
Yer: Azerbaycan, Hocalı 26 Subat 1992

Elleri bir ağaca arkadan bağlanan hamile bir kadının başına dikilmiş olan iki Ermeni yazı tura atıyordu. Bu kanlı kumarı yaklaşık 100 yıl önce Anadolu toprağında Kars’ta, Ağrı’da, Van’da, Erzurum’da da ataları oynamıştı. Onlardan duymuşlardı. Karnı burnunda çaresiz bir Azeri kadının doğumu oldukça yakın görünüyordu. Çaresiz kadın bir hazan yaprağı gibi titriyordu. Elbiseleri yırtık, ayakları çıplaktı. Ermenilerin uzun boylu olanı elindeki AK-47 model Rus yapımı otomatik tüfeğinin namlusuna monte edilen seyyar kasaturayı çıkartırken, diğeri elindeki demir parayı havaya attı.


Karnını yardılar

- Akçik, manç (Kız mı, oğlan mı?)
- Akçik (Kız).
Bu cevap üzerine ’oğlan’ diyerek bahse giren Ermeni, elindeki kasatura ile hamile kadının karnını bir hamlede yarıp çocuğu çıkarttı. Kan bürümüş gözleri bebeğın kasıklarına kilitlendi.
- Tun sahetsar, inger (Sen kazandın, yoldaş).
- Yes sahetsapayts ays bubriki inç bes bidigisdana (Ben kazandım, ama bu bebek nasıl beslenecek?).
- Mayrıgi bedge gısdatsine (Annesi besleyecek elbette).
Bunun üzerine daha kısa boylu olan Ermeni, bir hamlede kasaturaya geçirdiği bebeği annesinin göğsüne yapıştırdı:
- Mayrıg yerahayın zizdur (Çocuğa meme ver).


Kesik başla futbol

Aynı dakikalarda Hocalı’nın başka bir semtinde tek kale futbol maçı hazırlığı vardı. İki kesik Azeri kadın başını kale direği yapmışlar, top arayışına girmişlerdi. Başı tıraşlı bir çocuk bulup getirdiklerinde ise Ermeni çeteci sevinçle bağırdı:

- Asixn ma, çimi yev bizdige, aveg gındırnadabidi. Gidiresek (Bu hem saçsız, hem de küçük, iyi yuvarlanır. Kopartın). Aynı anda çocuğun gövdesi bir tarafa, başı da orta yere düşmüştü. Ermeniler zafer naraları! atarak, kanlı postalları ile kesik çocuk başına vurarak kanlı bir kaleye gol atmaya çalısıyordu.


Bu iki olay Hocalı’da bundan çok değil yalnızca 18 yıl önce yasandı. Her iki olay da Ermeni çetecilerin katliamlarına bizzat şahit olan görgü tanıklarının anlatımlarıdır. Ne yazık ki 26 Şubat 1992 günü binlerce Azeri, türlü yöntemlerle vahşice katledilmiştir. Ajanslar, katliam haberini bütün dünyaya hızla geçerken, arşı titreten ağır bir vahşet yaşanan Hocalı halkından geri kalanlar ise çaresizlik içinde kıvranıyordu." Yeniçağ Gazetesi, 25 Şubat 2010


Gözü dönmüş azgın ve şımartılmış Ermeni askerleri, 25 Şubat 1992’de kadın ve çocuk demeden yüzlerce Azerbaycanlıyı vahşice katletti!!! Dün olduğu gibi bugün de tarih sayfaları, ne yazık ki bir kez daha katliama sahne oldu! "HOCALI" insanlık adına UTANÇ ve KARA bir leke olarak vicdanları kanatmaya devam ediyor...

Sevgi ve saygılarımla!


25 Şubat 2010 Perşembe

Mevlid Kandili Hepimize Kutlu Olsun!

















Bugün Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed'in dünyaya geldiği gündür. Dolayısıyla bu mübarek gece “Mevlid Kandili” olarak anılmakta ve kutlanmaktadır.

Peygamberimizin doğduğu çağda dünyanın her tarafında cehalet, zulüm ve ahlâksızlık olağanüstü seviyedeydi. İnsanlık korkunç ve karanlık bir durumda, dünya yaşanmaz haldeydi. "O’nun doğduğu gece, insanlığın kurtuluşu için çok hayırlı ve mübarek bir başlangıçtır."

"Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler." Âl-i İmrân Sûresi, 164. Ayet

"Asırlara sığmayacak inkılapları birkaç sene içerisinde gerçekleştirdi. Evlâtlarını diri diri toprağa gömen babalar O’na ve getirdiği prensiplere iman ettikten sonra mükemmelleştiler, dünyaya insanlık, adalet ve medeniyet rehberi olacak hale geldiler. İnsanlar O’nun tek emriyle, kökü yüzlerce yıl derinde olan alışkanlıklarını bıraktı.

O, yirminci asır insanının yüzyılda yerleştiremediği hakkı, hukuku, adâleti, hürriyeti, demokrasiyi ve insan haklarını bir solukta yerleştirdi. Böylece cehâlet asrı bir saâdet asrı olup, çıktı." Alıntıdır.


"Hz. Muhammed bütün insanların, tarağın dişleri gibi Tanrı huzurunda eşit olduklarını vurgulamıştır. Getirdiği mesajla toplumu, bir vücudun organları gibi, birinin rahatsızlığından ötekinin de ıstırap duyacağı ölçüde kaynaştırıp bütünleştirmiş, en soylular arasında olan halası kızını, azatlı bir köle olan Zeyd ile evlendirerek insanlık açısından köleyle efendi arasında fark olmadığını bizzat kendi ailesinde uygulayarak göstermiştir. Yüksek ahlakı tamamlamak için gönderilmiş olan o âlemlerin rahmeti herkese örnektir. İnsanlık onun getirdiği ahlak ve prensiplere uymakla huzur bulur, dost ve kardeş olur." Vatan, Süleyman ATEŞ 25.02.2010


Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed, kendisinden önceki peygamberler gibi sadece bir kavme veya millete değil, bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmiştir. O’nun diğer peygamberlerden en farklı yönlerinden birisi budur. Dolayısıyla, bu gecenin acı çeken insanlığa, kan ve gözyaşı ile yıkanan Müslüman dünyasına hayırlara vesile olmasını; güzel ülkeme ise mutluluk huzur, birliktelik ve aydınlık yarınlar getirmesini dilerim. Ve yine özellikle içinden geçtiğimiz bu sıkıntılı günlerde, Aziz Türk milletinin ezanı susmasın, bayrağı inmesin duaları ve umuduyla, tüm insanlığın MEVLİD KANDİLİ kutlu ve mutlu olsun!


Sevgi ve Saygılarımla!





22 Şubat 2010 Pazartesi

Ceza Kanunları İhtiyaçtan Doğar














"Felaketler insanları, zeki milletleri daima azimli ve yeni hamlelere sevkeder." Atatürk


"Ey inananlar! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğruya iletmez." Mâide Sûresi, 51. Ayet


"Bu da İngiliz 'Ebu Garip'i
Irak’ta Amerikan askerlerinin Ebu Garip cezaevinde uyguladığı işkencelere benzer manzaraların İngiliz askerleri tarafından da yaşatıldığı ortaya çıktı...

Son fotoğrafın, hem başında bulunduğu üste işkence yapıldığından haberi olmadığını söyleyen albayın durumunu hem de bugünlerde Afganistan’da çatışan İngiliz ordusunun imajını zora sokacağı belirtiliyor." Milliyet, 16.02.2010


Yıllardır, insan hakları, demokrasi gibi kavramları etrafına yaymayı ilke edinen necip (!) Batılı güçler, kendilerinin işkence ve ırkçılağa yönelik saldırgan tutumlarını bir tarafa bırakarak, bu türden suçlara karşı en ağır cezaların kendi ülkelerinde uygulandığını öve öve anlatmayı, büyük bir gururla ifşa etmekten geri durmuyorlar! Ancak konuya ilişkin unuttukları ya da gözden kaçırdıkları bir noktanın üzerinde duran kimse yok. İşte o gerçek; ceza kanunları mutlak suretle ihtiyaçtan doğar...


O halde, geçmişte olduğu gibi bugünde en büyük ırkçılık ve işkence suçlarını işleyenlerin emperyalist Batılı güçler olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz. Dolayısıyla ceza kanunlarını hazırlayanların da, yine aynı kesim olduğu gerçeğini öncelikle herkesin, iyi anlaması gerekiyor! Zira suç varsa kanun da var; öyle olmasa neden bu anlamda yasaları çıkartma ihtiyacı hissedilsin ki... Hâl böyle iken söz konusu kendileri olunca, sıkı bir kanun uygulayıcı oluyorlar! Ama ne çare ki, işgal ettikleri ülkelerin halklarına zalimce akıl almaz şiddet ve işkenceyi de uygulamayı yine kendilerine hak görebiliyorlar.


Gelelim günümüze ve konumuza: Bin dokuz yüz doksanlı yıllarda Avrupa'nın göbeğinde yaşanan vahşetle, Bosna'da yapılan katliamın acıları henüz unutulmadan, hemen ardından "ÖZGÜRLÜK" vaadiyle Irak'da ve Afganistan'da yüz binlerce masum insan öldürüldü; işkenceden geçirildi; tecavüzler gerçekleşti... (işgal halen sürüyor) Kimler yaptı? Şüphesiz ki necip (!) Batılılar tarafından... Peki işlenen insanlık suçlarının üzerinden kendilerine kazanç sağlamak için, politik amaçlı söylemlerle yeni yeni suçları işleyenler kimler? Tabii ki de yine necip (!) Batılılar! O vakit yukarıdaki haber bizi hiç şaşırtmıyor desem doğru olacak! Zira tarihleri, müthiş anlamda kölecilik, vahşi sömürgecilik, katliam ve soykırımların yanında haksız savaşlarla donanırken, adını "özgürlükçü", "eşitlikçi", "hümanist" gibi yüceltici söylemlerle kendilerini ifşa etme küstahlığından geri kalmıyorlar!!!


Anlayacağınız, suçu onlar yaratıyor, cezayı da hazırlayan yine onlar! Netice itibariyle dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun, aynı kaderi ve çaresizliği paylaşan ve ezilen bu insanlar sayesinde; aslında "hümanizmi" savunur gibi gözüken insanlığın kültürünü ve ayıbını, tarihin kara sayfalarına bir kez daha geçirmelerine insanlık adına, UTANÇLA tanıklık ediyoruz!!! Zira ezilen ve horlanan bu insanlarla aynı coğrafyayı paylaştığımız gibi, aynı kıbleye yöneldiğimizi de hatırlatmadan geçemeyeceğim!

Sevgi ve saygılarımla!

18 Şubat 2010 Perşembe

"Bizde Filozof Yok, Resim, Musiki Yok, Ölmeyen Tek Vasıf Askerlik"





















"Askerlerin düşmandan çok komutanlarından korkmalarını isteyen o eski ahlâk ne oldu? Şu güzelim örneğin benzeri nerde: Bir elma ağacı Roma ordusunun kamp kurduğu bir yerin ortasında kalmış da ertesi gün ordu çekilip giderken olgun, nefis elmaların bir teki eksilmeden sahibine bırakmış. İsterdim ki gençlerimiz vakitlerini pek yararlı olmayan gezintiler ve pek onurlu olmayan gezintiler ve pek onurlu olmayan uğraşlarla geçirecek yerde biraz gidip yaman bir Rodoslu kaptanın bir deniz savaşını nasıl yönettiğini, biraz da Türk ordusundaki disiplini görsünler. Çünkü bizimkinden çok ayrı ve çok üstün onlardaki disiplin. Bizim askerlerimiz seferde eskisinden daha uygunsuz, sorumsuz. Türk askeriyse tersine daha ölçülü, daha çekingen davranıyorlar. Çünkü, onlarda, barış zamanı fakir rahatsız etmek, malını çalmak birkaç kötek cezasıyla geçiştirildiği halde, savaşta en ağır cezaları görüyor. Parasını vermeden bir tek yumurta almanın cezası tam elli sopa. Onun dışında, karın doyurmayan, az ya da çok değerli herhangi bir şeyi çalanlar hemen kazığa geçiriliyor ya da başları kesiliveriyor... Selim üstüne yazılanları okurken şaştım: Mısır'ı aldığında Şam şehrini bolluk ve güzellikle saran eşsiz bahçelere askerlerinden hiçbirinin eli değmemiş; hem de kapalı değil açık oldukları halde." Montaigne


Türklerde askerî ve siyasî düzen iç içedir ve tarihten bu yana böyle gelişmiştir. Selçuklu İmparatorluğu'nun kuruluşuna neden olan Dandanakan Savaşı (1040), Türklerin Anadolu'nun kapısını araladığı Malazgirt Savaşı (1071), çağ atlatan İstanbul'un Fethi (1453), Kurtuluş Savaşı'nın öncüsü sayılan Çanakkale Savaşları (1915), çöken bir imparatorluğun küllerinden meydana gelen Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve kurulmasını sağlayan Kurtuluş Savaşı (1919) ve Kıbrıs Barış Harekâtı (1974); dünya tarihinde Türk askerinin önemli dönüm noktalarıdır!


"Türkler Defolsun!"

Yıl 1918... Savaş bitti. Osmanlı yenik düşmüştü. İngiliz Agamemnon zırhlısı Yunanistan'ın Mondros Limanı'na demirliydi. Rauf Orbay başkanlığındaki Osmanlı heyeti bu zırhlıda imzaladığı Mondros Mütarekesi'yle silahlarını teslim etti, galip devletlere istedikleri yeri işgal etme hakkı tanındı. Yunan ordusu İzmir'e çıktı ve Ege bölgesini işgale başladı.

5 Şubat 1919 günü Fransız Journal des Debats gazetesi birinci sayfadan şunları yazıyordu:

"Hemen hemen beş yüz yıl boyunca Güney Avrupa'yı yıkan ve Doğu Akdeniz bölgesindeki bütün uygarlığı çökerten bu uğursuz Türk ırkını Asya'ya sürmeli." Banu AVAR, Hangi Dünya Düzeni sf: 76


Yıl 2010, yaşadığımız coğrafya topraklarında savaş, bütün hızıyla sürüyor... Ancak, topraklarımız üzerinde emelleri olanlar ve bölgede hakimiyetlerini sağlamlaştırmak isteyenler, 1919 yılında ne düşünüyorlarsa bugün de aynı düşüncede oldukları, yaptıklarıyla ortada değil mi?..



"Bizde filozof yok, resim, musiki yok, ölmeyen tek vasıf askerlik" diyen, Topkapı Müzesi Müdürü tarihçi Prof. Dr. İlber ORTAYLI, "Batı toplumlarında büyük heyecanlar yaratan buluşların Türk toplumunda sıradan kabul edildiğini ifade ederek, bunun “Türklerdeki tarih şuurunun noksanlığından” kaynaklandığını öne sürdü. Her milletin kendine göre vasıfları bulunduğunu, Türklerin de birinci vasfının asker millet olması ve tarih yapması olduğunu anlatan Ortaylı, “Türkleri sevmek için dünyanın en mükemmel vasfına sahi olmamız gerekmiyor. Bizim en önemli vasfımız da tarih yapmamız, teşkilatçı bir yapıya sahip olmamız” diye konuştu. 07.02.2010, Vatan


İşte Peygamber ocağı olarak gördüğümüz ve herbirimizin bir parçasının içinde yer aldığı varlık kaynağımız olan ordumuz; Türk milletinin vazgeçilmez teminatıdır! Zira başka türlü hayatta kalmamız söz konusu olamaz! Bizi ayakta tutan tek unsur asker gücümüzdür! Başka ülkeler, başka milletler asker gücü olmadan yaşayabilirler!!! Ama söz konusu Türkler ise, askerimiz olmadan ASLA!..


O yüzdendir ki "her Türk asker doğar" düşüncesi bizim genlerimize işlemiştir. Bakınız çocuklarımızı severken bile, doğal bir seslenişle onlara nasıl hitap ederiz? "PAŞA"...


Sevgi ve saygılarımla!

14 Şubat 2010 Pazar

Soylu ve Çıkar Gözetmeyen Bir Duygudur...













Mutluluk için; ne kadar az şey gerekli mutluluk için. Azdan doğar en iyi mutluluk. Nietzsche



"Sevgililer günü" adıyla; kapitalizmin ağındaki insanlar, "sevgi"yi maddiyatla özdeşleştirerek, anlam kaymasını büyük bir çılgınlıkla yaşıyorlar! Öte yandan kültür emperyalizminin bir ayağı olarak, kendi kimliğine yabancılaşmayı sağlayan 14 Şubat Sevgililer Günü; aynı zamanda dini misyonerliğe de hizmet amaçlı, Hıristiyanlığa sempatiyle bakmaya bir adımdır! Ne güzel (!) değil mi?!.. Bir taşla bir kaç kuş vurmak gibi...


Basın eliyle körüklenerek hücrelerimize kadar nüfuz eden, "sevginizi maddi anlamda kim, ne kadar gösterecek!" mealindeki gösterişe dayalı yarış üzerinde biraz durmak isterim. Zira sevginin anlamı yeryüzündeki bütün canlıları kapsayan bir duygu olduğunu düşünerek konuya değinmenin isabetli olacağını da hatırlatmadan geçemeyeceğim. Sevgi, gösterilmeden öteye geçerek, hissedilir... Soylu ve çıkar gözetmeyen bir duygudur sevgi...

Bugünün koşullarından her şeyin görsellik üzerine kurulduğu düzende, öyle anlaşılıyor ki sevgi kavramı da, görselliğe bağlanıyor. Peki o vakit doğuştan gözleri görmeyen insan, nasıl aşık oluyor?.. Bu duyguyu, gözleri görmediği halde nasıl yaşıyor acaba, hiç düşündük mü?!..

Konu sevgi olunca; hayatı hissederek yaşamayı farkettiren, kısa bir öyküyü sizlerle paylaşacağım. Zira hissetmenin yüceliğini, sıcaklığını ve güzelliğini yeri gelmişken, izninizle vurgulamak isterim:

Kimin gözü açık?

Adamın biri ilk defa gittiği küçük bir kasabada, duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa, “Buranın yabancısıyım” demiş, “Parkın hemen yanı başındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler.”
Çocuk arabanın penceresini açtıktan sonra, “Ben de buraya ilk defa geliyorum” demiş, “Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde.”

Adam çocuğun yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez.

“Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duyuyor musunuz?” diye gülümsemiş çocuk, “Kuş cıvıltıları oradan geliyor zaten.”

“İyi ama” demiş adam, “Bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne mâlum?”

“Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez” diye atılmış çocuk, “Üstelik manolyalar da katılıyor onlara... Hem biraz nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu da duyacaksınız.”

Adam gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, teşekkür etmek için döndüğünde fark etmiş çocuğun kör olduğunu..

Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış adamın kendisini fark ettiğini..

Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken, “Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim” demiş, “Görmeyi o kadar çok özledim ki!.. Sizinkiler sağlam, öyle değil mi?..”

Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına doğru yönelirken, “Artık emin değilim” demiş, “Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğündür.”
Hulki CEVİZOĞLU, Yeniçağ Gazetesi 10. 01. 2010


Sevginin ve aşkın ucuzlamasına katkı sağlayanlar (sıradan, incelikten yoksun); tumturaklı sözlerinin ("aşkım" gibi), uluorta ucuzca ifşa etmekle bayağılığa, zemin hazırladıklarını bilmelerini isterim. Zira sarfedilen cümleler, anlam itibariyle içi boşalmış, şekilsel olarak ucuz, niteliği zayıf, hafif bir ifadeyi karşılamaktadır.

Sevgi ve saygılarımla!

12 Şubat 2010 Cuma

Diri Diri Gömdüler!















"Diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman.." Tekvîr Sûresi, 8-9. Ayet

"Adıyaman'da Cahiliye Devri! 16 yaşındaki Medine'nin diri diri toprağa gömme yöntemiyle öldüğü kesinleşti. Havasızlıktan akciğeri patlamış...
Adıyaman´ın Kahta ilçesinde erkekler ile telefonla görüştüğü iddiasıyla babası ve dedesi tarafından öldürülen 16 yaşındaki Medine Memi´nin, İslam öncesi Arap yarımadasında kız çocukların diri diri toprağa gömülme yöntemi ile töre vahşetine kurban gittiği kesinleşti." 05.02.2010

"Onlar hâlâ cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kesin olarak inanacak bir toplum için, kimin hükmü Allah’ınkinden daha güzeldir?" Mâide Sûresi, 50. Ayet

Bu inanılması güç olay, "din adına" kadına reva görülen bir vahşetin hiç şüphesiz kapalı toplumlarda görülüyor olmasıdır. Zira feodal zihniyetin "töre cinayeti" adıyla sürdürmeye çalıştığı bu tutumu aslında, olayı dinle ilişkilendirip, cehaletin İslam üzerinden yaşatılmasına acı bir örnek olmuştur! İslâmiyet öncesi Arap toplumunun kız çocuklarını diri diri toprağa gömme vahşeti ne yazık ki günümüz koşullarında ve bilhassa ülkemizde hâlen sürüyor olması bizler için utanç verici olsa gerek. Yazıklar olsun!..


"İslam öncesi Arap toplumu, kadınları insan tanımı içerisinde görmüyordu. İslam bu ilkel ve klanik bakışı kökünden değiştirdi. Hz. Ömer'in bu konuda ne kadar açık yüreklilikle itirafta bulunduğunu; kadınların insandan bile saymadıkları günleri hatırladığını hemen belirtelim." Doç. Dr. Şahin FİLİZ, Siyaset- Tarikat Gölgesinde Din ve Kadın sf: 19


Kahta'da yaşanılan bu ağır olayda olduğu gibi, din kisvesi altında kadını insan olarak görmeyen belli bir kesim ne yazık ki hâlen hüküm sürmekte... Dolayısıyladır ki, bu yörelerde cehalet hat safhada... Oysa ki kadın üzerinde aranan namus anlayışının salt kadınlar için geçerli olmadığını, Kur'an ayetiyle bakınız nasıl açıklık getirmiştir:

"Şüphesiz müslüman erkeklerle müslüman kadınlar, mü’min erkeklerle mü’min kadınlar, itaatkar erkeklerle itaatkar kadınlar, doğru erkeklerle doğru kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, Allah’a derinden saygı duyan erkekler, Allah’a derinden saygı duyan kadınlar, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, namuslarını koruyan erkeklerle namuslarını koruyan kadınlar, Allah’ı çokça anan erkeklerle çokça anan kadınlar var ya, işte onlar için Allah bağışlanma ve büyük bir mükafat hazırlamıştır." Ahzâb Suresi, 35. Ayet

"Ayet, İslam'ın köklü devrimiyle yıktığı Cahiliye dönemine ait kadını aşağılayıcı ontolojik ayrımı, İslam Rönesansı'ndan sonra yeniden hortlatan çağdaş entegrismis'in işlevsel ayrımını da temelden reddetmektedir. Yani kadın, sadece varlık tarzı bakımından "insan"lığa katılmıyor, aynı zamanda, başta inanç ve ibadetleri olmak üzere, tüm yapıp-etmelerinde kısacası işlevselliğinde de "insan"lığa erkek kadar katılmaktadır. Ahzab 35. ayet bu gerçeğe işaret etmektedir." Doç. Dr. Şahin FİLİZ, Siyaset- Tarikat Gölgesinde Din ve Kadın sf:20

Netice itibariyle eğitimden yoksun insanlarımız, bugün dünyanın gözleri önünde Cahiliye dönemini aratmayacak boyuttaki vahşeti sergilemekten çekinmiyorlar! 16 yaşındaki Medine'nin canlı canlı toprağa gömülmesini bugün kim, nasıl izah edebilir? Bunun gerekçesi din olamaz!!! İnsanlarımızın beynini yıkayanlar, geçmişte olduğu gibi bugün de dini kullanmayı kendilerine hak görmekten geri durmuyorlar! Oysa Atatürk'ün hedeflediği modern, çağdaş ülkemde, gelinen nokta burası mı olmalıydı?!


Sevgi ve saygılarımla!

7 Şubat 2010 Pazar

Avrupa'da "Aydınlanma" Süreci, Faşist Eylemlerle Devam Ediyor!














"Benim gibi yaşlı bir devrimciye böyle bir ödül vermek, kapitalizmin öç alma girişiminden başka bir şey değildir." (1964, Nobel Ödülünü reddederken) Jean Paul SARTRE


Kendileriyle ve yasalarıyla çok övünen Batılı emperyalist güçler, dünyaya hükmetme çalışmalarını çeşitli vasıtalarla sürdürmeye hızla devam ediyorlar. Bir yandan da söyledikleri her sözün tersini uygulamaları münasebetiyle ikiyüzlülüklerini ortaya koymaktan geri durmuyorlar. Zira bu durumu kanıtlayan küstah eylemlerinden birisini daha sahneye koydular...


"Norveç gazeteleri, İslam dininin Peygamberi Hz. Muhammed (sas)'e yönelik hakaret içerikli "karikatür provokasyonuna" devam ediyor. Ülkenin en büyük gazetelerinden Aftenposten'dan sonra bu sefer de ülkenin diğer önde gelen gazetesi Dagbladet, manşetten verdiği çirkin karikatür ile Norveç ve tüm dünyadaki Müslümanların tepkisine yol açtı.
İstihbarat amaçlı çalışan Norveç Polis Güvenlik Servisi (PST)'nin Facebook'daki fan kulübü sayfasında Hz. Muhammed'e hakaret içeren bir karikatür (Kuran yazılı bir kitabı okuyan domuz resminin içine 'Muhammed' yazılmış şekilde) paylaşıldı. Dagbladet, PST'nin fan kulübünde yayınlanan bu karikatürü manşetten vererek Müslümanların Peygamberleriyle adeta dalga geçti." Vatan, 04.02.2010

Şimdi kendilerinin kutsal kitabı İncil ne diyormuş bir bakalım:
Luka 6, Düşmanlarınızı sevin (Mat.5:38-48, 7:12) 27-28 "Ne var ki, beni dinleyen sizlere şunu söylüyorum: düşmanlarınızı sevin, sizden nefret edenlere iyilik yapın, size lanet edenler için iyilik dileyin, size hakaret edenler için dua edin. 29 Bir yanağınıza tokat atana öbürünü de çevirin. Abanızı alandan mintanınızı da esirgemeyin. 30 Sizden bir şey dileyen herkese verin, malınızı alandan onu geri istemeyin. 31İnsanların size nasıl davranmasını istiyorsanız, siz de onlara öyle davranın." Müjde İncil

Görüldüğü gibi burada yazılanların tam aksini kutsal kitaplarına rağmen yapan yine kendileri!!!


Kendilerini "efendi", bizleri ise "köleleri" gibi gören bu zihniyet, geçmişte olduğu gibi bugün de sömürge anlayışının özlemi içindeler. Bu durumun altında yatan gizli neden ise "üstün ırk" anlayışı... Hâl böyle oluncada ziyadesiyle bu durum şımarıklık ve görgüsüzlükten öteye geçemiyor... Şüphesiz ki, geçmişteki anlayışı yaşatmak için günümüze uygun bir gerekçe yaratılmalıydı. İşte bugün onlar için geçerli olan "insan hakları", "demokrasi" gibi söylemlerin anlamı sıra kendilerinden olmayanlara gelince durum aniden tersine dönüyor!

Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi başta olmak üzere var olan bütün sözleşmeler ve Norveç Anayasası din ve inanç özgürlüğünü teminat altına almıştır. İnançlara yönelik konuların kamuoyuna sunulması konusunda özellikle basının çok dikkatli ve ihtiyatlı olması gerekmez mi? Bunu denetleyen mekanizmaların ardında da muhakkak ki siyasi otoriteler vardır.

O halde, bitmek tükenmek bilmeyen bu Türk, İslam karşıtlığı ve Müslümanlara yönelik kışkırtıcı davranışların ardında yatan, bu kin ve öfkenin nedenleri nasıl izah edilecek? Bütün bu rezaletler, gazetelerde boy boy ifşa edilirken, inançlı insanlarımızla alay edilip onların gururlarını kırmak ve değerleriyle dalga geçmek olsa olsa hastalıklı ruhların kendilerini bir şekilde tatmin etmesi anlamı taşımaz mı! Öte yandan, efendiler (!) bizlere inanç hürriyeti adıyla ülkemizde yasalarımızı değiştirmek için üzerimizde baskılar kurarken, kendileri milyonlarca Müslüman'ı barındıran topraklarında, minareyi görmeye dahi tahammül edemediklerini, yaptıkları bu ayıplarla görüyoruz!


En son minare yasağı; ardından yine Norveç'te bir TÜRK kadınının ihmal sonucu ölümüne sebebiyet vermesiyle başlayan, "ambulans krizi"nde yaşanan çirkin davranışlar; Fransa'da cami kapılarına gamalı haçların çizilmesi ve dahaları... Bütün bunlar bir yana, belirli aralıklarla kutsal kitabımıza ve Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed'e yönelik iğrenç ve çirkince her türlü saldırıları gazeteler aracılığyla boy boy ifşa etmekten geri duramıyorlar! Demek ki Batılıların anlayışında "aydın", "çağdaş" ve "saygılı" olmak böyle bir şey olsa gerek!..

Ülkemizde çan sesleri altında gayri müslüm vatandaşlarımız, rencide edilmeden ibadetlerini özgürce yaşayabiliyorlar. Oysa bizi eleştiren Batılılar, Müslüman vatandaşlarınıza ezan sesini duyurmaktan mahrum bırakmaya çalıştıkları gibi, değerlerine ve inançlarına de inanılmaz cüretle saldırıda bulunup, karşılarına geçerek alay etmeyi de kendilerinde bir hak görüyorlar...

İşte bu tavırları ile de bizi, geri (!), ilkel (!); çağdışı bir toplum gibi gördükleri saygısız davranışlarıyla çok net ortaya çıkıyor!

Özgürlüğün savunucusu olduğunu iddia edenlere duyurulur:

Varoluşculuğun savunucusu Jean Paul Sartre, bakınız kendi felsefesi çerçevesinde ahlâk anlayışında neleri ortaya koyuyor:

"Sartre'ın gözünde özgürlük ancak sorumluluk yüklenmekle mümkün hale gelir (Burada Norveç basınının sorumuzluğunu, nereye oturtmak gerekir acaba?!). Tüm eylemlerinin sorumluluğunu üzerine alabilmiş olan insan özgür olup, sadece böyle biri gerçek varoluşa sahip olabilir. Bu nedenle tek mutlak değer özgürlük olsa bile, sorumluluğa bağlanan bu özgürlük, katı bir ahlâkı gerektirir. Onun gözünde doğru eylem, sorumluluğu özgürce yüklenilmiş olan eylemdir. Bununla birlikte, genel geçer ve mutlak bir doğruluğun da olmadığı unutulmamalıdır. Her çağ kendi doğrusunu yaratırken, ahlâklılık da her çağda kendi doğrusunu kuran insanın özgür eyleminde ortaya çıkar."

Sartre'ın ahlâk alanındaki ince değerlendirmesini Norveç gibi ülkelerin sözde özgürlüğü temsil etmelerine karşın, eylemleriyle gösterdikleri faşizan küstahlıklarına ithaf olunur! Üstelik kendi düşünürleriyle; pervasızca girişimlerini sorgulamaya davet ederken, yaptıkları iğrençliği şiddetle ve NEFRETLE bir kez daha kınadığımı belirtmek isterim. Zira Dagbladet gazetesine bizzat e-posta yoluyla bireysel kınama ve tepkimi gösterdiğimi de sizlerle paylaşmaktan gurur duyarım.

Sevgi ve saygılarımla!

4 Şubat 2010 Perşembe

Affet Beni, Arkadaş!















"Zorunlu olmadıkça savaş bir cinayettir." ATATÜRK


Savaş, ülkelerin silahlı güçleriyle gerçekleşen ve karşılıklı vuruşan silahlı mücadele anlamına gelmektedir. Savaşlar genellikle toplumsal ve kültürel alanda dini, milli, siyasi ve ekonomik amaçlara ulaşmak için gerçekleştirilir. Savaş insanların kendi elleriyle yine kendilerine -insanlığa- tahribatı yüksek felaketleri yaşatmaktır. Sonucunda ise insanlık büyük acılara sahne oluyor...


Şimdi bu bağlamda özellikle günümüz koşullarında görmekte ve yaşamakta olduğumuz savaşlara; "savaş kışkırtıcılarının, çıkar gruplarının, silah satıcılarının daha bol kazanmaları için insanların kıyasıya öldürülmelerine" karşı çıkan edebiyatçılardan kalemleriyle insanlıktan yana olan bir eserden; masumane bir duyguyu buradan sizlerle paylaşmak isterim:

Savaş anında çukurda sığınan bir asker, yanına düşen bir başka askeri can havliyle elindeki bıçakla öldürür. Ardından duygu dolu bir sorgulama süreci başlar.

"Sessizlik yayıldıkça yayıldı. Konuşmak, durmadan konuşmak ihtiyacını duyuyorum. Bu kez ölüyle konuşuyorum:

"Arkadaş, ben seni öldürmek istememiştim, diyorum. Şimdi gene buraya atlasan ve mantıklı davranacağını bilsem seni vurmazdım. Ama şimdiye kadar sen benim için yalnızca bir fikirdin. Ben de bu fikre göre davrandım. Hançerimi bir fikre sapladım ben."

"Ama şimdi, ilk olarak görüyorum ki sen de benim gibi bir adamsın. Önceden hep senin el bombalarını, süngünü, tüfeğini düşünürdüm. Şimdi ise aileni düşünüyorum. Senin yüzünü görüyor, kardeş olduğumuzu anlıyorum."

"Affet beni, arkadaş! İnsan her şeyi iş işten geçtikten sonra anlıyor. Sizin de bizler gibi zavallı yaratıklar olduğunuzdan bize niçin hiç söz etmezler sanki? Sizin analarınız da bizimkiler gibi üzüntüde. Hepimiz ölümden aynı şekilde korkuyoruz. Aynı ölümle ölüyoruz, aynı acıları çekiyoruz."

"Bağışla beni arkadaş! Kim demiş sen benim düşmanımsın diye? Şu tüfekleri, şu asker giysilerini çıkarıp atsak sen de Kat gibi, Albert gibi benim kardeşim olurdun. Benim ömrümün yirmi yılını al da ayağa kalk, arkadaş! Daha fazlasını al, çünkü bundan sonra ömrümün geriye kalan yanını nasıl geçirebileceğimi düşünemiyorum bile."

....

Ölüyle konuşuyorum. Çabuk çabuk, "Karına yazacağım," diyorum. "Ona ben yazacağım. Senin ölümünü benden duymalı. Sana söylediğim her şeyi ona da söyleyeceğim. Çok acı çekmeyecek. Ona yardım edeceğim. Annene, babana, varsa çocuğuna da yardım edeceğim."

Ceketinin önü yarı açık duruyor. Cüzdanını kolayca buldum. Ama bir süre elim varıp açamadım. Cüzdanın içindeki kimlik karnesinde ölünün adı yazılıdır herhalde. İsmini öğrenemezsem onu belki unutabilirim. Zaman belki bu anıyı, bu sahneyi silebilir zihnimden. Adamın adı ise beynime çivi gibi çakılacak, bir daha hiç çıkmayacak. Bu olayı sonsuza değin hatırlatacak bana. Her zaman gelip karşımda duracak.

....

Resimlerde bir kadınla bir kız çocuğu görünüyor. Sarmaşık kaplı bir duvar önünde çekilmiş ufak, amatör resimler. Başka mektuplar da
var. Açıp okumaya çalışıyorum. Okuduklarımın çoğunu anlayamıyorum. Fransızcam yok gibi bir şey. Ama çevirebilidğim her sözcük bir kurşun gibi bağrımı deliyor. Hayır, kurşun değil, hançer!

......

"Arkadaş." diyorum ama şimdi sakinim. "Arkadaş, bugün sen, yarın ben! Ama sağ çıkarsam bu belaya karşı çarpışacağım, arkadaş. İkimizi de yıktı bu afet. Senin hayatına maloldu. Ya benim? Benim de hayatım! Sana söz veriyorum, arkadaş. Bu iş bir daha olmayacak."...

Erich Maria REMARQUE / Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, sf: 175-176-177


Savaş pek çok asker ve sivilin öldüğü, ülkenin kaynaklarının tüketildiği, bütün canlıları bünyesinde barındıran doğayı tahrip ederek kirleten ve etkisi yüzyıllara yayılan bir olaydır.
Dünyaya yön veren liderlerin, izledikleri politikalarının neticesinde kaçınılmaz savaşlarla karşı karşıya kalan insanlık, ne yazık ki her zaman bedeli ağır sonuçlarla ödetilmeye mahkum edilmektedir!

Sevgi ve saygılarımla!


1 Şubat 2010 Pazartesi

İşte Bu!..












"Siz hiç bir sarrafın bağırdığını duydunuz mu? Kıymetli malı olanlar bağırmaz. Domatesci, biberci bağırır da, kuyumcu bağırmaz. Eskici bağırır ama antikacı bağırmaz. İnsan bağırırken hiç düşünemez. Düşünemeyenler ise hep kavga içindedir. Popcular, folkcular boğazlarını patlatana kadar bağırıp duruyor. Ama Dede Efendi'yi okuyanlar bağırmıyor. İnsanın kazandığı paradan değil, paranın kazandığı insandan korkulur. Necip Fazıl'dan" Prof. Dr. Ergün ÇİL www.erguncil.blogspot.com


Ve Adnan bey ihaneti öğrenir!..
Evet, güzel ve yalnız ülkem; gözlerin aydın! Elimiz yüreğimizde merakla (!), hatta hayati olarak gördüğümüz (!) bir ihanetin nihayet ortaya çıkmasıyla birlikte, beraberce rahatlayacağız!!! Artık bundan sonra daha ne isteriz ki...

Bu "şok" haber (!) saygın ve ciddi sayılacak -internet üzerindeki- gazetelerin üst haberlerinden geçiyor... Sanırsınız 72 milyon, bu haberle yatıp kalkıyor...


Gelelim habere: Ahâk sınırlarını aşan seviyesiz davranış ve görüntüleri büyük bir erdemmiş gibi milletin gözünün içine sokmak, beyinlerine kazımak, sanıyorum ki toplumu, kalitesizliğe ve bu türden davranışlara yönlendirmenin, heveslendirmenin bir yöntemi olsa gerek. Zira toplum olarak "bunalımlı günler"den geçiyoruz. Türlü tedirginlik ve endişe içerisinde, neredeyse hayati önem taşıyan olaylarla insanlarımız, boğuşa dursun; öte yandan basından toplumumuzu bilgilendirmek, birlik ve beraberliğimize yönelik haberlerin verilmesi beklenirken, bu türden hayasızca görüntüleri, sündüre sündüre, allandıra pullandıra topluma sunulması da neyin nesi diye sorgulamak, herhalde aklı başında olan herkesin, beklentisi olsa gerek.

Aşk-ı Memnu, Türk edebiyatının önemli eserlerinde birisidir. Verilmek istenen mesaj ise; insanların, hayatını sürdüreceği insanı iyi seçmeli ve sadece maddi yönünü düşünüp bir insanla evlenmemesidir. Şimdi ise eser, "Dallas" dizisini geride bırakacak mahiyette seviyesizleştirildi!!! Halit Ziya Uşaklıgil, eserinin bu denli rezilliği çıkana kadar topluma sunulmaya çalışıldığını görseydi, acaba ne hissederdi?..

Gazetelere üst başlık atacak başka bir haber kalmadı da, affedersiniz Bihter'le Behlül'ün, nasıl birlikte olduklarının ifşası mı insanları ilgilendiriyor? İnanılmaz yozlaşmayı insanlara sunmak, olsa olsa dikkatleri bir yönde toplamak olarak görülür. Ha, bu arada bir insanın beyni boş ise, doğal olarak bu türden ucuz konular, insanın günlük meşguliyeti olur!..

Yeri gelmişken, hicap duyarak buradan sormak istiyorum: Hergün televizyon kanallarında boy boy ortaya dökülen ve hayadan yoksun, kimlerin kimlerle neler çevirdiğini; kavga dövüşle büyük bir maharetmiş gibi, yediden yetmişe izletilmeye mahkum bırakılan bu rezaletleri, neden ve niçin halkımıza sunmak ihtiyacı duyuluyor?! Bu programlar; bilgilendirmeden, görgüden, saygıdan, ahlâk anlayışından, onurlu olmadan çok uzak... O vakit bütün bu rezaletlerle ne kazanıyoruz?!

Kıssadan hisse; en son Beyaz Şov'da görülen küçük sınıf başkanı kız öğrencinin, bırakınız valilik makamına hakareti, büyüğüne karşı saldırganca ve ağız dolusu hakarette bulunması, ibretlik bir olay değil midir?! Üzerinde yapılacak yorumlar ayrıca bir yazı konusu olduğu için, sadece ve sadece şunu bellirtmek isterim: Birilerine karşı yüreği nefret, dili hakaretlerle dolu bu öğrencimizin, ayrıca da duygu sömürüsünü bir kazanç kapısı olarak görmesini nereden öğrendi dersiniz?! Üstelik bu çocuğumuza alkışla destek vermek, onun yanlışlarına "Helal olsun!.." zorlamaları bizi, nereye sürüklüyor, hiç düşündünüz mü?

Sevgi ve saygılarımla!