"Yaşamak için yaşatmalıyız" felsefesinin savunucusu, Cumhuriyetimizin değeri kıymetli bilge şahsiyet "Toprak Dede"... "Sadece bu ülkenin nimetlerinden faydalanmayalım, sorunlarına da sahip çıkalım" feryadıyla doğaya sahiplenen TEMA VAKFI'nın kurucusu ve Türkiye'nin ilk ARBORETUM(Ağaç Müzesi) KARACA'nın sahibi sn. Hayrettin KARACA...
Bir asır'a yaklaşan ömrü ile doğa sevgisini yurt sevgisiyle birlikte harmanlayıp bunun için büyük bir inanç ve kararlılıkla mücadele eden, örnek bir kişilik... Yaşamın amacı ve doğanın kuralları... Bunun yanında iyiliğin ve gerçeğin egemen olduğu bir dünya anlayışı...
İnsanlar için en büyük mutluluk "iyilik ve gerçeğin egemen olduğu" bir dünyaya ulaşmak yönünde verilen gayrettir. Bilinçli yaşamalı, insanları ve doğayı sevmeli ve sahip olduğumuz toprağın bereketine sadece bugünün meselesi anlayışına değil, yarınların da yaşam kaynağı olduğunun bilinciyle hareket etmeli...
Gerçek budur işte...
Bu duyguları en iyi tahlil edebilecek o bilge insan...
24 Mart 2013 günü Hayrettin KARACA ile bir otelin lobisinde buluşuyoruz... Sevimli mi sevimli, ama kendisine çok güvenen ve emin bir kişilikle yüzündeki muzip çocukça, yumuşacık bilge bir ifadesiyle merhabalaşıyoruz.
Aslında bu buluşma ile yapacağımız söyleşide hedeflediğim tek şey var:
İnsanların benliğinin uzun zamandır uyuyakalan en iyi yanının aniden uyanıvereceği duygusu ve yeniden toplumsal duyarlılığa sahip sevecen, merhametli bir anlayışı hatırlamalarına neden olacağını düşünerek içimin heyecanla dolduğunu hissetmem oldu. Zira söyleşimizin başında bana hatırlatılan ilk şey; "bilenin bilmeyene borcu var" ifadesinde ki o bilgece cümle, bu röportajın ne kadar keyifli geçeceğinin habercisi olmuştu.
Zengin bir yaşamdan gelen, "Zengindik ama halkın yediğinden fazla yiyemez, giydiğinden fazla giyemezdik" anlayışıyla büyüyen, bayramdan bayrama ayağı ayakkabı gören, "komşusu açken, yediği helal değildir" diyebilen,
"Toplumsal yaşamda bireysel özgürlüğün bir sınırı vardır ve bu sınır toplum menfaatlerine dokunduğu noktada durur. Bu bağlamda, kimse bireysel özgürlük kalkanı ardına saklanarak kafasına göre iş tutamaz." felsefesiyle yanlış bulduğu her konuya bireysel tepkisini bilgece veren Toprak Dede.
Kıssadan hisseye varan ve koşar adımlarla dünyamızın sonunu getirmeye çalışan tekellere karşı mücadele kararlılığında çözüm önerisi olarak; "diline ve kültürüne sahip çık!" uyarısı ön plana çıkıyor. Ardından kararlı bir şekilde ısrarla vurguladığı; ve yaşamsal temel unsur olarak gördüğü, "dünyayı Anadolu kültürü kurtaracak" iddiasını sonuna dek koruyor. "Yalnız değilsiniz, siz bir'siniz, bunun gücünü kullanın!" ifadesine de sıkça yer veriyor.
İşte kararlılığını ve mücadelesini bilgece anlatan o söyleşimiz:
İlk uyarı bana geliyor;
Makyaj yapıyorsun...
Bunların hepsi kanserojen!
Sana bunu bilimsel olarak yapılmış, uluslararası kurumlar tarafından yayınlanmış bir bilgi vereceğim. Ama yanımda var mı yok mu bilmiyorum. Ancak yoksa bana adresini, kartını verirsin ben de sana gönderirim. Sen de başkalarıyla paylaşırsın... Tabii bunlara inanırsan. O vakit bunların hepsi kalkar, biter...
Şimdi sor bakalım sorularını. Yalnız ne soracaksın bilmiyorum, her şey sorabilirsin. ama bana yalnız kaç yaşındasın diye soramazsın, 90 yaşımı bitirdiğimi söylemem, dul musun, bekar mısın diyorsan, dulum derim. Aşkın var mı dersen, var!
O kadar dolu, o kadar bilgi yüklü ki... Söyleşiye nereden başlayacağıma karar veremiyorum.
"Ekolojik ile ekonomik denge" diyorsunuz, bunu biraz açarak söze başlayalım isterseniz?
"Söz büyüklerin sükut küçüklerin" diyerek sorumu soruyla genişletiyor.
-Yaşamak istiyor musun?
-İstiyorum elbette...
-Ne yapıyorsun, yaşamak için?
-Yiyoruz içiyoruz...
-Başka?
-Hedeflerime ulaşmaya çalışıyorum. En önce de tabii sağlığıma dikkat etmeye çalışıyorum. Yaşamak için buna ihtiyacım var.
-Bugün reklam var, reklam... Gazetelerde reklam görüyorsun, değil mi?
-Reklam artıyor mu?
-Evet. Her geçen gün reklam dünyası inanılmaz boyutlara erişiyor...
-Bu reklamları kimler veriyorlar?
-Karteller...
-Peki niçin veriyorlar?
-Tüketmek için.
-Doğru...
İşte tam da bu noktada "çok güzel" diyerek bilgece anlatmaya başlıyor:
Bu reklam çok hızlanıyor, gittikçe de artıyor.. Nereye kadar gidecek daha bilemiyoruz ama bu reklamların parası bizden çıkıyor. Masrafına yazıyor. Benden çıkıyor. 2006 yılında dünya ulusları reklama 460 milyar dolar bütçe ayırıyor. Uuuu! Milyar dolar, milyar dolar... Bu maliyet arttı, arttı. 2011 yılında, 1 tirilyon 100 milyar dolar oldu. Yani üç misli! Al, tüket, at. Yok et! Bunu kim durduracak? Dünyada paranın esiriyiz biz! Bugün dünyayı para yönetir. Devletlerin hiçbir gücü kalmamıştır. Yani sermaye yönetimi. Bilgi vereyim, belki siz de birileriyle paylaşırsınız...
-Tabii efendim, zaten blog sayfamda paylaşmak üzere buradayım.
Şimdi efendim, 1994 yılında 42 şirketin geliri 48 ülkenin gelirine eşitti. Sonra 7 şirketin geliri 60 ülkenin gelirine eşit oldu. Gide gide 2011 yılında 3 şirketin geliri 80 ülkeye eşitlendi.
GDO'lu değişik bitkiler yapan bir şirket.. Efendim onları almak istemiyoruz... "Alırsınız, alırsınız" diyorlar.
10 sene evvel olabilir. Fransızlar GDO'lu tohumları ve GDO'lu malı Fransa'ya sokmama kararı aldılar. Amerika "bunu yapma" dedi, Fransa "yaparım" dedi... Neticede; Amerika Fransa'dan ithal ettikleri mallara %190 vergi koyuyor...
İstersen alma!
Efendim, Anadolu ve Mezopotamya buğdayın beşiğiydi.. Biz kendi buğdayımızı üretip satma imkanımız yok, yasaklandı! Bugün Ege bölgesinde daha çok, ama yayılıyor bunu şimdi satmıyorlar da paylaşıyorlar. Sen bana tohumunu verdin, ben sana verdim gibi.
Dünyada en az 10 bin çeşit bitki türü var. Anadolu da ise bin kadar. İşte biz bunları kullanamıyoruz. Sermaye öyle istiyor.
Çeşitlilik sağlıklı bir doğanın temel özelliklerinden birisidir. Ve "Belirli bir ortak yaşam alanında yer alan canlılar beraber evrimleşmişlerdir. Her biri kendi devamını sağlamak için bir diğer türe ihtiyaç duyar." O sebeple bu sağlıklı düzeni koruyamazsak, koşar adımla yok olmaya giden dünyamızın sonunu kendi ellerimizle hazırlamış olacağız.
"Nasıl mı?" sorusunun yanıtını almaya devam ediyoruz...
Bugün insanlar, doymak ve tükenmek bilmez ihtirası sayesinde pek çok yaşamsal sorunla karşı karşıyadır.
Bu sorunlar yumağı, küresel ısınmadan başlayarak, iklim değişikliği, doğal gen kaynaklarının yok olması, toprak aşımı, su kaynaklarının kuruması, ozon tabakasının tahribine...
Bunların sonucunda:
Açlık, kuraklık, yoksulluk, hastalık ve hatta savaşlar ortaya çıkabiliyor.
Bunların kökeninde günümüzün tüketim çılgınlığı var.
Hırsımız yüzünden tükenen dünyamızda ihtiyacımız kadar tüketmeyi bileceğiz.
Lobiden sonra Hayrettin Bey'in odasına çıkıyoruz. Bir ara oda telefonu çaldı. Telefona baktığımda, Hayrettin Bey'e telefon bağlantısı yapılmak isteniyor... Bu küçük detayla Hayrettin KARACA'nın cep telefonu kullanmadığını fark ettim.
Söyleşimize kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Global ekonomi denen o canavar, kendine hayat veren bütün varlıkları bitirene kadar büyümesi gerekir. O durduğu zaman kriz oluyor. O nedenle sürekli büyümesi gerekiyor.. Kendine hayat veren doğal ekosistemi bitirene kadar büyüyecek. Kısaca ülkeleri esir almış; Rusya dahil..
Sermaye kokuşmuş. Bir şeylerin artan bir hızda tüketilmesine, yakılıp bitirilmesine, yıpratılmasına, yenisiyle değiştirilmesine ve hurdaya çevrilmesine sermayenin acilen ihtiyacı var.
Çare benim, çare sensin. Sen çok şey yaparsın. Bir yoksa iki olamaz, dört yoksa beş olamaz. Bir en büyüktür! Ben en büyüğüm. Ben şimdi dünya barışını, ben sağlayacağım.
İnancın üzerinde hiçbir enerji yoktur! Bir örnek vereyim size:
Gandi'yi biliyorsun değil mi?
Gandi'yi tanıyoruz değil mi?
Gandi karar verdi; güneş batmayan imparatorluğu kovacağım dedi, kovdu!
Peki, nesi vardı bu GANDİ'nin? Çarığı, üzerine örttüğü çarşafı, sopası, iple bağladığı gözlüğü vardı.
İNANCI vardı.
Sonra Gandi'yi öldürdüler, Kenedi'yi de öldürdüler... İşine gelmeyeni bu sermaye öldürür, hiç... Bugün 6'dan fazla Amerikan cumhurbaşkanı öldürülmüştür. Daha bilmiyorum...
Şimdi ne yapacağız?
Çare var. Ben varım ben.. Biraz uzun ama, bak şimdi; Ben Bandırma doğumluyum. Bir örme işi ile uğraşan bir babanın oğluyum. 1917 yılı, KARACA örme sanayiinin kuruluşu. Babam kurmuş...Şimdi; Yunan yakmış gitmiş... Yunan zalimi Yunan yangını, 1933 yılında İstanbul'a geldim okula. Yunan zalimi, Yunan yangını ile büyüdüm o vakte kadar..
Yunan komutanı ezanı yasaklatmış. Bugünkülere ders olsun, ders! Babamla karedeş çocukları olan Osman amcam var. Osman Amcam 9 yaşında, Hafız-ı Kuran. Demişler ki bu çocuğu çıkaralım hiç olmazsa... O dönem her şey ezanla konuşulurdu. İşte öğle namazından sonra, akşam ezanı öncesi... Ezan çok önemliydi. Osman amcam ezan okurken Yunanlılar geliyorlar dövüyorlar, öldürüyorlar atıyorlar caddeye
Daha sonra öldü zannedilen Osman amcamı kucaklarına almışlar. Bakmışlar ki kalbi atıyor. Tedaviyle onu kurtarıyorlar. Osman amcam iyileşti ama ölünceye kadar özürlü kaldı...
Niçin anlatıyorum, bunları?
Çok fakirdik..Yunan yakmış, yıkmış gitmiş.. Çok fakirdik. Yani öyle şeyler var ki, bir kere fırın yok... Fakir herkes... Ama açımız yoktu! Olanın olmayana borcu vardı! Komşu aç yatarken, yediğin helal değildi!
Kültür mü bu?
Kültür...
Bak anlatayım dinleyin, derken Hayrettin KARACA'nın ağzından bal akıyordu.
Kültürün ne demek olduğunu anlatırken, Anadolu kültürü derken insanın içinden bir şeyler kopuyordu sanki bugünle kıyaslarken...
3-4 yaşına gelmişim. Anacığım beni doyurur, sonra hadi git oyna derdi. Mahalle çocuklarıyla oynardık biz. Araba bile geçmez. Geçse bile bir kağnı geçerdi. Çok rahattık, oyunda.. ama anam bana ayakkabı giydirmezdi. Çünkü bütün mahalle çocuklarının ayağında ayakkabısı yoktu...
Kültür mü bu?
Kültür...
Ben 3340 km. Türkiye doğasını gezdim. Ama Tanrı misafiri oldum, çadırlarda yattım. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir kültür yok! Ben Anadolu'nun pek çok yerini gezdim. Kimsin, nesin, ne kadar kalacaksın diye sormazlar.. O kültür hâlâ var. Tanrı misafiri. Bu kültür bir tek bizde var, bir de Orta Asya'da var..
Kültür mü bu?
Kültür...
Kadına verilen değer şöyleydi: Hunlara gelin, Hunlarda başta bir han var. Han oturuyor. Yanında karısıyla beraber . Topluma konuşuyor. Eğer karısı "doğru değil" derse karısının dediği oluyor. Şimdi biz kadına böyle değer verdik. Bugün kadını gözüne kadar kapatıyorlar. Bunların hepsi iktidar olmak için...
Daha anlatayım, size kültürü:
Babamın imalathanesi vardı. Ninem orada çalışırdı. Ninem akşam eve gelir. Her gün evde iki kazan yemek hazırlanır. Yorgun argın ama hazırlanır. Öğleye doğru 4 tane çırak gelir. Yemekler imalathaneye gider. Yerlere hasırlar serilir. Kora dediğimiz, yerden 30 santim yüksekte,. Üzerine örtü yayılır. Ortaya konulan çanaklara kepçe kepçe yemek dolar. Herkes evinden getirdiği tahta kaşıklarla, yemekler bir yerden yenir. Zaten evimizde de bir yerden yerdik. O kültür öyleydi. Şimdi, Babam yazıhanede oturuyor, hadi gelin derler işçiler gelir başlarlar yemeye... Babam yazıhanede oturuyor, hadi bana da bir tabak getirin, demez. Lider işçilerin arasında oturur orada yer. Bugün buradaysa yarın orada, öbür gün başka yerde ...
Bu bir kültür mü?
Kültür...
Mal sahibi, harpte aynıyız...
Kendini böyle göremezsin...
Anamın bir pazeni bir de basması vardı, senelerce onu giydi. Parası var, ama almaz!
Kültür mü bu?
Kültür...
Derin bir iç çekerek hayranlıkla dinliyoruz...
Hani diyoruz ya," dünyayı kim kurtaracak?"
Eğer bayramda işçilere ayakkabı alınmazsa babam da yeni ayakkabı almaz, pençe yaptırırdı.
Kültür mü bu?
Kültür..
Anacığım beni posta olarak kullanır. Git ninene söyle.. Git babana söyle iki okka dana kıyması getirsin, ama yağlı olsun. Hemen gider görevimi yapar gelirim. Git komşulara söyle, yarın fırın yanıyor; isteyen gelsin kullansın. 15 günde bir yanar o fırın... O fırında pişen ekmek kesildiği vakit; mmm.., ıh ıh ıh ıh! Öyle güzel kokar, öyle ekmek olur ki!
15 gün dayanır o ekmek.
Şimdi bir kaç bir şey daha anlatayım.. Sabaha kadar anlatırım...
Peki. Bazen, işte anacığım bana görev veriyor ya... Yine çağırır "Hayrettin" hemen gelirim; "aç avucunu" der, avucumu açarım, ne olacağını biliyorum. Üzerine bir havlu koyar, onun üzerine de "kuşhane" derdik, iki kolu, bir de kapağı var. Yemek var içinde sıcak... Bilirim onu komşu anneye götüreceğim. 10 metre 15 metre ileride... Komşu anne var yaşlı. 80'in üzerine gelmiş...
Komşu annenin odununu, gazını, tuzunu kim alır, kimse bilmez. Ben onu komşu anneye götüreceğim değil mi? Anacığım bana "Al bunu, komşu anneye götür" demez. Ne der biliyor musun? Kulağıma fısıldar gibi, "Komşu anneye götür" der. "Duydun mu?" diye sorar. "Duydum, duydum" derim ben de onun gibi yavaşça fısıldayan bir sesle.
Derin bir iç daha çekiyoruz.. Zira bugünkü gibi onursuzca kameralarla bağıra bağıra verilip, cümle aleme göstererek çekilen resimlerle ölümsüz'leştirmiyorlar yapılan yardımları o zaman...
Ben bakarım sağa sola kimse yoksa ayağımı vururum kapıya, zil çalar. Mahalleli oraya zil koymuştur.
Komşu anne; "Aaa sen mi geldin, sağ olun sağ olun..." Ben bırakırım, giderim oynamaya.. Bir zaman sonra boş kabı almaya giderim. Kapıda kilit yok öyle, elimle açarım bu defa kapıyı. Girerim içeriye...
"Aaa sen mi geldin evladım?" der komşu anne, gider kabı getirir. Kapağını açar, içinde bir tane yumurta var. "Söyle annene yedirsin sana, taze, şimdi folluktan aldım" der. Oysa herkesin evinde kümes var...
Ama kap boş gönderilmez!
Kültür mü bu?
Kültür...
Şimdi komşu anne budur!
Komşu anne yalnız. Mahalle onu yalnız bırakmaz. Her gün mutlaka 3-5 kişi gider... öğlenden sonra gidilir, komşu annede birkaç saat sohbet edilir, kahveler içilir.. Ama komşu anne yalnız bırakılmaz.
Bu bir kültür mü?
Kültür...
Komşu anne şimdi yalnız!
BUNDAN SONRA: Dünyayı kurtaracak "Anadolu Kültürü" Göz hakkı... Unutamadığı eşi Türkan Hanım'la kısa süren evliliği...
Sevgi ve saygılarımla!
"Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytandır" Hz. Muhammed (A.S.)
Merhabalar,
YanıtlaSilToprak Dede'ye ve size teşekkürlerimi sunarım. Ağzınıza ve yüreğinize sağlıklar dilerim. Gerçekten çok yararlı, hoş ve güzel bir söyleşi olmuş. Şimdi Toprak Dede'nin bilge sözlerine tekrar burada yer vermeyeceğim. Ama gerçekten herkesin ilgiyle ve dikkatle okuması gereken bir söyleşi. Ders alan alır, almayan almaz.
Kaleminize ve gönlünüze sağlıklar dilerim.
Selam ve dualarımla.
NE DİYEYİM, DİYECEK PEK FAZLA BİR ŞEY YOK.... DUAYEN VE BENCE NİRVANAYA ULAŞMIŞ BİR ADAM TOPRAK DEDE... DARISI BAŞIMIZA... SİZİN DE ELİNİZE DİLİNİZE SAĞLIK. BUNLAR ARTIK TARİHE NOT DÜŞMEK KABİLİNDEN ŞEYLER... VESİLE OLDUĞUNUZ İÇİN TEŞEKKÜRLER... BÖYLE DEĞERLİ VATAN EVLATLARI DEĞİL DE TESCİLLİ YALAKALAR MEDYADA YER BULUYOR YA İÇİM SIZIM SIZIM SIZLIYOR... SELAMLAR, SEVGİLER İKİNİZE DE...
YanıtlaSilÇok güzel, keyifli bir sohbet olmuş. Tarihe güzel bir not. Elinize sağlık.
YanıtlaSilTülay,merhaba. söyleşi yazını ilgiyle ve beğenerek okudum.profesyonelce yapılmış bir söyleşi. Seni kutluyor yanaklarından öpüyorum. Sn. KARACA'nın cep telefonu kullanmaması ilginç. Bir başka ilginç olan da sırtından çıkarmadığı o ünlü kırmızı süveteri...
YanıtlaSilKeyif alarak, kendime notlar ve dersler çıkararak okuduğum çok keyifli bir söyleşi olmuş Tülay Öğretmenim, emeğinize sağlık...
YanıtlaSilMuhteşem bir insan Toprak Dede. Yine bilgeliğini göstermiş. Ama ana fikir dil ve kültür. Anlayamadığımız ve her geçen gün yozlaştırdığımız o üstün kültür. Bu milleti uyandırmak Toprak Dedemizin dediği gibi bilen insana düşüyor. Bu söyleşi ve verdiğiniz emek için çok teşekkür ederim öğretmenim. Serkan ALPASLAN
YanıtlaSilBu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSilSeninle gurur duydum duyuyorumda Yüreğine sağlık TOPRAK DEDE ye daha nıce sağlıklı ömurler dilıyorum NURAL ABLAN
YanıtlaSilSayın GÜRDAL hanım;
YanıtlaSilAllahtan gezinirken blogunuzu buldum ve röportajınızı okudum. Sağ olun.Gerçekten temelde kültür zengin. Ammaaa...diyeyim.Sağlıkla nice paylaşımlara.
Çok teşekkürler sayın GÜRDAL.
YanıtlaSilTeşekkür ederim..İlaç gibi bir yazı..Zevkle okudum..Emeğinize sağlık..Hayrettin Karaca beye de sağlık-sevenleriyle uzun ömür dilerim..
YanıtlaSil