29 Ağustos 2009 Cumartesi

"Ben Size Taarruzu Emretmiyorum, Ölmeyi Emrediyorum!"

















"Türk orduları, tarihte benzeri görülmemiş kahramanlıklar, fedakarlıklar göstermiştir." Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK


Türkiye Cumhuriyeti’nin eşsiz önderi Mustafa Kemal Atatürk’e bir gün Mısır devlet başkanı sorar:
-" Ekselans benim milletimin de sizin milletiniz gibi hürriyete ve istiklâle ihtiyacı var. Bunu nasıl temin edebiliriz? Tıpkı sizin Çanakkale Boğaz Savaşında Düvel-i Muazzama Ordusuna karşı kazandığınız zafer gibi bizim de böyle bir ordu ve stratejiye ihtiyacımız var. Bize bu konuda yardım edebilir misiniz?"
Mustafa Kemal:
-" Vatanı için şehit olacak bir buçuk milyon Mısırlı genciniz varsa bu işi yapabiliriz. Bunun haricinde olmaz! "
-" Maalesef bizim öyle ölecek bir buçuk milyon Mısırlı gencimiz yok." der Mısır Devlet Başkanı. Mustafa Kemal de şöyle tamamlar konuşmayı:
-" O zaman sizin de hürriyet ve istiklâle hakkınız olamaz."


Evet, sözün özü budur. Bu millet, sınırlarını vatan evlatlarının kanlarıyla çizmiştir! Bu kan şehit kanıdır! Anadolu'nun dört bir tarafından gelerek, omuz omuza, o gencecik mübarek bedenlerini Allah'a teslim eden yiğitlerimizin canlarıyla bedel ödedikleri vatan toprakları; bizler için kutsal bir emanettir! Kimsenin topraklarında gözü olmayan bu millet, kendi topraklarına göz dikilmesine de asla müsaade etmeyecektir! Bu kapsamda Büyük Önder Atatürk'ün işaret ettiği üzere; "Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır!"


Türk miletinin onurlu mücadelesinin kazanıldığı gündür 30 Ağustos. Ülkemizin bu şerefli bayramını ulusca coşkuyla kutlamanın ne denli önemli olduğunun altını çizerek, gururla ifede etmek isterim ki; 30 Ağustos Zafer Bayramı Yüce Türk milletine kutlu olsun!

Sevgi ve saygılarımla!

26 Ağustos 2009 Çarşamba

"Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz'dir, İleri!"
















"Ordu, Türk ordusu... Bütün milletin göğsünü itimat, gurur duygularıyla kabartan şanlı ad... " ATATÜRK


Tarih boyunca Türk milleti, hiç bir topluma boyun eğmemiş, özgürlüğünden taviz vermemiş, inancına halel getirmemiş onuru ve şerefini her daim korumasını kendine görev saymıştır. Bu bağlamda yıllar içerisinde kendine yapılanları zaman zaman unutsa da, söylenilenlere aldansa da aldatıldığını anladığı an, yek vücut olarak yedi düveli karşısına alacak kadar da cesur olmasını hep bilmiştir.


Dünya tarihinin belli bir geleneği ve güçleri vardır. Bu güçlerin başında Türkler gelmektedir. Evet, zaman içerisinde Türkler, zayıf ve zor durumlara düştüğü durumlarla hep karşılaşmıştır. Ancak bu durum çok fazla sürmemiştir. Yani emperyal ve haçlı güçlerin arzuları doğrultusunda yeryüzünden silinmek istense de bu başarılamamıştır. Zira Türk milleti, gerek inancı, gerekse kavminden gelen alışkanlığı münasebetiyle tüm zorlukları saf dışı bırakmasını bilerek yeryüzünde adını ve varlığını, yeteneğini sürdürmesini bugüne kadar başarmıştır. Bunu da ordu millet bütünlüğüne borçludur. Tarihten gelen bir geleneğimiz var ki, o da her Türk, bir asker olarak doğar ve o anlayışla büyür. Tarihten buyana Türklerde halk ile ordu düzeni aynıdır. Özellikle barış zamanında sivil ve askerî diye bir ayırım yapılmamaktadır. Bu sebepten ünlü kültür tarihçimiz Bahaeddin ÖGEL Türklerde "halk ordu, ordu da halktır" demiştir. Bütün Türk devletlerinde ordu, halk ile iç içe girmiştir. Bir bölgeye sefer yapılacağı zaman sadece eli silâh tutan kişiler değil, onların aileleri de sefere iştirak etmişlerdir.


Yine cihat, İslam dininde yer almaktadır. Zira "cihat" amaçsız bir savaş değildir. Hakkı, adaleti, huzuru, sükuneti ve mutluluğu sağlamak için yapılan savaştır. Sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed’in “vatan sevgisi imandandır”, hadisi de bu duruma işarettir. Milletimizin en önemli bir özelliği de vatan saydığı topraklardaki bağımsızlığına, kutsal bildiklerine, değerlerine yani milli ve manevi unsurlarına saldırıldığında, hayatla bağı olan her türlü çekici unsurları anında bir kenara itip, maddi manevi herşeyini ortaya koyma iradesine sahip olmasıdır. Çanakkale'de ve Kurtuluş Savaşı sırasında olduğu gibi; bu milletin elinden tüm silahı alınmış, dört bir yanı kuşatılmış duruma düşürüldüğünde dahi teslim olmayarak, namus, şeref ve vatan uğruna sonuna kadar mücadele vermiştir.


Evet; bugün 26 Ağutos Büyük Taarruz'un 87. yıldönümü. Mustafa Kemal Paşa önderliğinde gerçekleştirilen bağımsızlık mücadelesinin son halkası.
Dandanakan Savaşı, Malazgirt Meydan Muharebesi, Miryakefalon, Mohaç ve oradan Başkomutanlık Meydan Muharebesi, Türk devletlerinin kuruluşu ya da kurtuluşunda bu savaşların bir dönüm noktası olduğunu hatırlatarak bu günün anlam ve önemini daha iyi anlamalıyız.

"Başkumandan Meydan Muharebesi, Kütahya'ya bağlı Dumlupınar yakınında 30 Ağustos 1922'de Türk ve Yunan orduları arasında meydana gelen savaştır. Bir başka deyişle Dumlupınar Meydan Muharebesi'dir. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa tarafından şahsen yönetildiği için Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak anılır. Kurtuluş Savaşı'nın kesin bir Türk zaferiyle sonuçlanmasını sağlayan bu çarpışmanın yıldönümü Türkiye'de ulusal bayram olarak kutlanmaktadır. Kurtuluş Savaşı'nın son evresi 26 Ağustos 1922'de Afyonkarahisar Kocatepe'de başlayan Büyük Taarruz ile açılmış ve 9 Eylül 1922'de İzmir'in Yunan işgalinden kurtarılmasıyla sonuçlanmıştır.


Büyük Taarruz, yaklaşık 200 yıldan beri Türk ordusunun galibiyetiyle sonuçlanan ilk taarruz savaşıdır. Çanakkale ve Sakarya'da Türk zaferi, hücum eden düşmanı durdurmakla sınırlı kalmıştır. Oysa Başkumandan Meydan Muharebesi'nde düşman ordusu topyekûn yokedilmiş, yaklaşık 150.000 kilometrekare alan 14 gün gibi kısa bir sürede ele geçirilmiştir.
Zafer, Yunan işgaline son vererek Kurtuluş Savaşının kesin bir askeri sonuca ulaşmasını sağlamıştır." Alıntı


26 Ağustos, aynı zamanda Selçuklu Türkleri ile Romen Diyojen önderliğindeki Bizans İmparatorluğu arasında, Malazgirt Savaşı ile Türklerin Anadolu'ya yerleştiği tarihtir. 26 Ağustos 1071 Cuma günü, 40.000 kişilik Selçuklu ordusu, sayıca üstün Bizanslıları yendi. Sultan Alparslan, savaş sonrası esir düşen Romen Diyojen’i daha fazla küçük düşürmek istememiş ve serbest bırakmıştır. İşte bu insani duyguyu savaş anında dahi gösterme büyüklüğü bizim inancımızdan ve geleneğimizden gelmektedir. Zira Başkomutanlık Meydan savaşı'ndan sonra, çevreyi dolaşan Mustafa Kemal Paşa, düşmanın ağır yenilgisini, savaş alanında ki cesetleri, esirlerin kafilelerle geriye götürülmesini gördükten sonra çok duygulanmış ve yanındakilere, "Bu manzara insanlık için utanç vericidir. Ama biz burada vatanımızı savunuyoruz. Sorumluluk bize ait değildir" demiştir.

Türk milleti, dün olduğu gibi bugün de bu büyük coşkuyu onur ve gurula yaşıyor!

Sevgi ve saygılarımla!

24 Ağustos 2009 Pazartesi

İntihar Ediyoruz!..


















"İnsanın bilgisi arttıkça, huzursuzluğu da artar." Johann Wolfgang Von Goethe


"17 Ağustos 1999" son yüzyıl için, Türkiye'nin felaket tarihiydi... Zira o gün, yaşadığımız büyük depremin ardından on binlerce insanımızı yitirdik, binlercesi sakat kaldı; maddi anlamda kaybımız azımsanmayacak ölçüde oldu. İşte bilanço bundan ibaret... Aradan tam on yıl geçti... Bizler ise o faciayı çoktan unuttuk gözüküyor. Zira gelişmeler o yönde. Yani doğayı çok fazla hesaba katmıyoruz gibi. İşte emareleri; güzelim koylarımız dolduruluyor, ormanlarımız tüm hızıyla bir şekilde tükeniyor, verimli arazilerimiz imara açılıyor. Kısaca her yer talan ediliyor... Gün geçmiyor ki güzelim tabiat üzerinde kıyım haberleri duymayalım! Demek oluyor ki bu gidişattan çıkaracağımız sonuç, doğanın sesine kulak vermiyor oluşumuzdur. Ona, biz uyum sağlayacağımıza, onu, kendimize uydurmaya çalışarak üzerinde tahakküm etmeye kalkışıyoruz. Aferin bize!.. Gerçekten büyük oynayarak, kumara kendimizi teslim ettik desek doğru olacak.


Bilimin işaret ettiği ve bilim adamlarının, bizlere söylediği üzere depremlerin varlığı aslında dünyanın canlılığına işaret olduğu, gerçeğidir. Depremler bittiği an, dünyanın canlılığı da biter diyorlar. Bu açıklamalar bilim adamlarınca söyleniliyor. Nitekim insan eliyle yapılan yanlışlıkların, yani doğa üzerindeki oluşturduğumuz hasarların tekrar eski haline dönmesi depremler vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Bence de öyle. İstersek itiraz edelim; ve doğayla inatlaşarak, bugün yaptığımız gibi dünü unutarak tekrar doğanın gücünü yok sayıp kendi kontrolümüze almaya çalışalım. Zira ülkemizde olan depremler, bizim için hep yıkıcı ve ardında büyük acılarla birlikte gözyaşları bırakmıştır. Niçin derseniz, hani şu bilinçsiz ve cahilce davranışlarımız sayesinde. Cahil cesareti ile atılan adımların sonunda düştüğümüz felaketleri ancak bu şekilde tanımlayabiliriz. Yaşadığımız her felaketin ardından akıllanmamız gerekir, diye düşünüyoruz; ancak olay, hiç de öyle düşündüğümüz gibi olmuyor! Zira yaşadığımız felaketleri bir yerde kadere havale edip, gönül rahatlığıyla çarpık ve bilinçsizce yapılanmaya, sessiz sedasız göz yummayı seve seve kabullenerek bir şekilde suça ortak oluyoruz.


İşte şimdi böyle bir ortamda olası büyük depremleri "kadercilik" anlayışıyla bekliyoruz. Bilinçli olanlar, eli yüreğinde felaketi bekleye dursun; bilim adamları bangır bangır feryat ediyorlar. Kimilerince "depremle yaşamasını öğrenmek zorundayız!" diyerek, bizleri bireysel anlamda çaresizliğe ittikleri de gerçeğin ta kendisi. Hâl böyle olunca, bizler de kafa karmaşası ile seyir halindeyiz. Bu arada, kısa bir süre öncesine kadar o felaketin ardından kafalarımızda kalan (güya bilinçlendirilmiş oluyoruz; oysa komiklikten başka bir şey değil!) sadece ve sadece "deprem çantası" oldu. Vallahi, olası dehşet anında kimin aklına "deprem çantası" gelir, orasını sorgulayan yok! Zira kendinizi seyehate çıkar gibi düşünürseniz ve öyle bir hava içerisinde olursanız, neden olmasın?!.. Hatta şöyle bir konuşma bile yapabiliriz bakarsınız: "Çantaya biskiütleri de koydun mu?" İşte tüm bilinçliliğimiz, hâlâ bu düzeyde...


İnsanların, depremle yaşamasına alışması için, bilinçlerinin olması gerekir. Tıpkı Japonya'da olduğu gibi. Bu bilinçlilik bilimsel düzeyde ve doğanın şartlarına uyarak. O vakit hiç bir sorun olmayacağı gibi, olan depremlerin de sonuçları büyük bir keyifle bilimsel açıdan değerlendirilir. Tabiatın bu güzellikleri karşısında canlılığın sürmesini gözlemlemek elbette ki bu konunun uzmanlarınca son derece keyifli olacaktır.


Doğanın dokusunu bozmak, ona karşı gelmek, tamamen bir "intihar" teşebbüsüdür. Bunun mutlak suretle bir karşılığı olacaktır. Nitekim de doğa bize cevabını bu türden olaylarla veriyor. Ancak biz bu durumu iyi anlayamadığımız gibi işi kadere bağlıyoruz! Yok böyle bir şey! Allah'ın bahşettiği hiç bir güzelliği, bizim yok etmeye, tahrip etmeye hakkımız yok! Oysa biz, düzgün koruyamadığımız gibi hoyratça ve canice işimize geldiği gibi davranarak yok ediyoruz! Bu dünyada canlı olarak bir tek biz yaşamıyoruz! Katlettiğimiz hayvanların haddi hesabı bilinmiyor. Hatta nesillerini kökünden kazıyoruz! Bitkilerin keza öyle! O halde bu saatten sonra olayları kadere bağlamanın bir anlamı var mıdır? Bu tür yaklaşımlar ancak ve ancak cahil toplumlarda geçerlidir! Oysa bakınız kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim konuya nasıl yaklaşıyor:


"Dünya hayatının hâli, ancak gökten indirdiğimiz bir yağmurun hali gibidir ki, insanların ve hayvanların yedikleri yeryüzü bitkileri onunla yetişip birbirine karışmıştır. Nihayet yeryüzü (o bitkilerle) bütün zinet ve güzelliklerini alıp süslendiği ve sahipleri de onun üzerine (her türlü tasarrufa) kadir olduklarını sandıkları bir sırada, geceleyin veya güpegündüz ansızın ona emrimiz (afetimiz) geliverir de, bunları, sanki dün yerinde hiç yokmuş gibi, kökünden yolunmuş bir hâle getiririz. İşte düşünen bir toplum için, âyetleri böyle ayrı ayrı açıklıyoruz." Yûnus Sûresi, 24. Ayet


Ayrıca konuya Oscar Wilde'nin bir sözüyle yaklaşarak, tamamlamak istiyorum; "Günümüzde insanlar, yalnızca fiyatı biliyorlar, değeri değil."

Sevgi ve saygılarımla!

21 Ağustos 2009 Cuma

Hoşgeldin Ramazan













"Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı." Bakara Sûresi, 183. Ayet

"Oruç, sayılı günlerdedir. Sizden kim hasta, ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar. Oruca gücü yetmeyenler ise bir yoksul doyumu fidye verir. Bununla birlikte, gönülden kim bir iyilik yaparsa (mesela fidyeyi fazla verirse) o kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." Bakara Sûresi 184. Ayet


Bugün on bir ayın sulatanı, kutsal ayımız Ramazan'a girmiş bulunmaktayız. Harika..! İşte bu ayda yaşayacağımız en güzel şeylerden birisi, kalplerimizin iyilikle dolu olması değil midir? Zira bu ay da Allah'a olan yakınlığımızı, her zamankinden daha fazla hissedeceğimiz bir gerçek. Asıl önemlisi bu mübarek ayda, yardımlaşmanın ve insani duyguların daha bir ön plana çıkarak, maneviyatın yaşanmasıdır. İslâm dini gerçekte sosyal bir dindir. Mübarek Ramazan ayı da bunun bir kanıtıdır. O vakit insanların, en önce sosyal anlamda kendini değerlendirmesi gerekir. Yani gözünün gördüğü, kulağının işittiği, vicdanen içinin sızladığı her bir şey de, ruhun aslında insanı, rahat bırakmaması gibi... Aynı zamanda bu ay, istek ve arzuların merhametle şekillenip yön bulması ile birlikte, insani ve ahlâki değerlerin hızla davranış ve hareketlerimize hükmetmesi ile İslâmiyet'i sosyal anlamda yaşamamıza da vesile olacaktır.


İşte bu olguların, Ramazan ayında daha belirgin olarak yaşanması münasebetiyle; ve karşılığını yalnızca Allah'tan bekleyerek ve yine yalnızca ona inanarak ibadetin yapılması bir gerekliliktir. Zira gösterişe dayalı iftar sofraları insanın aklına bin bir soruyu da beraberinde getirmektedir. Sosyal yaralarımızın başında gelen ve ne yazık ki normal zamanlarda aklımıza getirmediğimiz gerçeklerden birisi de aç insanların, varlığını unutmamız olgusudur. Tok olan kişiler, aç insanların halini bu ay da daha iyi anlayacaktır.

Yine toplum olarak bizleri, birbirine bağlayan ve dayanışmanın çok kuvvetli bir şekilde yaşanmasıyla birlikte maddi, manevi bütün güzellikleri doya doya idrak edeceğimiz Ramazan ayı; tüm inananlar için muhteşem bir süreçtir. Bu mübarek ayın bizlere sunduğu manevi huzur ve güzelllikleri kalben inanarak yaşamayı, umut ediyorum ki tüm insanlık hissedebilsin.


Bu duygu ve düşüncelerle öncelikle ülkemde özgürce bu günleri yaşamamıza olanak sağlayan Büyük Atatürk'ü ve bu uğurda canlarını feda etmiş tüm şehitlerimizi minnet duygularımla birlikte şükranla anmayı kendime onur sayıyorum. Zira ortada olan bir gerçeği hatırlatmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Büyük bir çoğunlukla Müslüman dünyası, ne yazık ki bu güzel günleri doya doya yaşayamıyorlar! Hepsi de buruk ve gözyaşları içerisinde, yani zulüm altında ibadetlerini bir şekilde yapmaya çalışıyorlar. Acı, ama gerçek olan bu! O halde elimizdeki özgürlüğün kıymetini daha iyi anlayabilmek için etrafımıza bakmak yeterli olacaktır. Zira tarih bize çok şey gösterdi ve çok şey de öğretti!.. Ramazan ayı hepimize kutlu ve mutlu olsun!



Atatürk’ün dinimize bizzat yaptığı hizmetler:

"1- Atatürk’ün dinimize yaptığı hizmetlerin başında, görevi İslâm dininin inanç, ahlâk ve ibadet esaslarını ayırım yapmadan bütün insanlarımıza anlatmak, ibadet yerlerini yönetmek ve ibadetlerin doğru yapılmasını sağlamak olan Diyanet İşleri Başkanlığının yasal bir kurum olarak Devlet teşkilâtı içinde yer almasına öncülük etmek gelir.

2- Halkın din konusunda doğru bir şekilde bilgilenme, yanlışı doğrudan, gerçek olanı olmayandan ayırt edebilmesi için günümüzde hala en güvenilir temel kaynaklarımızdan olan 9 ciltlik “Hak Dini Kur’an Dili” adlı Kur’an tefsirini Muhammed Hamdi Yazıra, sevgili Peygamberimizin hadislerinden oluşan Sahih-i Buhari kitabının kısaltılmış olarak 12 ciltlik “Tecrid-i Sarih Tercümesi” ni önce Ahmet Naim’e sonra da Prof. Dr. Kamil Miras’a sipariş verip bunların ilim dünyamıza kazandırılmasını sağlamış olmak da Atatürk’ün dinimize en büyük hizmetlerinden birisi olmuştur. Üstelik bu Kur’an tercüme ve tefsirinin ücretini bizzat kendisi karşılamış, hadis tercümesi için de bütçeye ödenek koydurmuştur.


3- Atatürk’ün dinimize yaptığı önemli hizmetlerden biri de Cuma ve Bayram günlerinde camilerde okunan hutbelerle ilgilidir. O güne kadar Arapça okunan hutbeler Atatürk’ün talimatlarıyla Türkçe okunmaya başlanmış, böylece hutbede söylenenler dinleyiciler tarafından anlaşılır olmuştur.



Ayrıca, İslâm kültürüne dair engin bilgisi ve Kur’an’ı tercüme edecek kadar Arapça’ya hakim olması gibi meziyetleriyle Atatürk’ün liseler için yazdırdığı tarih kitaplarındaki “İslâm Tarihi” bölümünü bizzat kendisinin yazdığını da belirtmekte fayda vardır." Prof. Dr. E. Ruhi Fığlallı, Atatürk ve Din, 236


Sevgi ve saygılarımla!

18 Ağustos 2009 Salı

Şenliklerimizden Bir Rüzgâr Daha...


















"Marifet ehlinin ilk makamı EDEPTİR." Hacı Bektaş-ı Veli


Şenlikler, toplumları birbirine kaynaştıran, eğlendiren coşku veren özel günlerdir. Bu durum neredeyse "bayram" havasında geçer. Belirli tarihlerde kutlanılan, bayram tadında günler de diyebiliriz. İşte bu özel günleri, Anadolu'nun hemen her bölgesinde çeşitli etkinlikler altında bolca görebiliriz. Bu türden şenlikler toplumların, sarsılmaz dinamikleridir. Burada birlik ve beraberlik havası eser. İşte bizim, bu neviden günlerimiz insanlarımızın, çeşitliliğine çok güzel örneklerdir. Hepsi de bizim; ve Türk Milleti'ne aittir. Biz bu zenginliklerle gurur ve onur duyarız. Herbiri ayrı bir şereftir. Ne mutlu bizlere ki, bu türden çeşit çeşit zenginliklerle bezenmişiz. Hangi ulusun, bu kadar çok zenginliği vardır acaba, diye de sormadan da geçemeyeceğim.

Hacı Bektaş-ı Veli,

"13. yüzyılda yetişmiş ünlü bir Türk düşünürü ve gönül adamı olan Hacı Bektaş-ı Veli, Horasan'ın Nişabur (Nişapur) kentinde doğdu. Ehl'i-Beyt Okuluna mensup Türk mutasavvıf olan ve Annesi Hatem Hatun, babası Seyyit İbrahim Sani'dir.

Akılcılığa ve bilime inanan Hacı Bektaş Veli'nin kişiliğinin temel ilkesi dürüstlüktü. İlk eğitim ve öğrenimini Türkistan Piri Hoca Ahmet Yesevi kültür ocağından alarak, çok sayıda bilim adamının yetiştiği Horasan'da engin bir bilgi birikimine ve geniş bir dünya görüşüne sahip olmuştur.

Hacı Bektaş Veli'nin Anadolu'ya gelişi, Anadolu Selçuklu Devleti'nin siyasi, ekonomik ve kültürel düzeninin bozulduğu, yönetimde bölünmelerin ortaya çıktığı bir döneme rastlamaktadır.Hacı Bektaş Veli Kırşehir yöresindeki Suluca Karahöyük'e (Hacımköy) yerleşmiş, Orta Anadolu'yu dolaştıktan sonra Anadolu kültürünü, Anadolu insanının gelenek ve göreneklerini özümseyerek yeni bir bilim ve öğreti merkezi kurmuş ve Bektaşilik geleneği bu merkezden tarih sahnesine çıkmıştır.


Burada çok sayıda öğrenci de yetiştiren ve Yeniçeri ocağının da piri olarak bilinen Hacı Bektaş Veli'nin Anadolu birliğinin sağlanmasına önemli katkıları olmuştur. Hacı Bektaş Veli mirası ayrıca, Osmanlı Devleti döneminde, hem Yeniçeri ocağının piri sıfatıyla, hem de Bektaşilik geleneğinin Balkanlardaki yerli halklar açısından kolaylıkla özümsenebilecek yönleri bulunması nedeniyle, başta Arnavutluk ve Makedonya gelmek üzere, İslamiyet'in bu coğrafyada yayılmasında temel bir rol oynamıştır. Hacı Bektaş Veli, Türk dili ve kültürünün yabancı etkilerden ve her türlü yozlaşmalardan korunması çabalarını ömrü boyunca sürdürmüştür. Ortaya koymuş olduğu birleştirici ve yükseltici öğreti her türlü bağnazlıktan uzak, çağa uyan ilkeler haline gelmiştir. Hacı Bektaş Veli ibadet ve günlük yaşamda kadını erkeğin yanına almıştır. Güzel sanatlara sevecenlikle bakmış, Dergah'ta öğretisini yaşama geçirmiştir. Makalât, Fevaio. Şadhiyye ve Şerh-i Besmek isimli eserlerinin olduğu bilinmektedir. Hacı Bektaş Veli'nin hayatını ve kerametlerini anlatan Velâyetname hakkındaki en önemli temel kaynaktır." ALINTI.


Hacıbektaş / Nevşehir ilinde türbesi bulunmaktadır. Bu anlamda bu bölge -GÖREME- din turizminin bir başka türünü, bu defa Hıristiyanlığı değil, Müslümanlığı ilgilendiren yönü de bünyesinde barındırmaktadır. Hacı Bektaş Veli'nin dergahının bulunduğu yer olması nedeniyle.


Her yıl 16-18 Ağustos tarihlerinde düzenlenen Hacıbektaş şenlikleri, büyük bir coşkuyla kutlanmaktadır. Biz millet olarak, bu özel günlerimizi bir bayram havasında büyük bir sevinç ve coşku ile kutlamanın haklı gururunu yaşamaktayız. Demek ki bizim farklılıklarımız birer zenginlik olarak görülmektedir. Yoksa bunlar dışarıdan yaratılamaya çalışıldığı gibi "ayrılık" hiç değil! Bakınız bu neviden özel günlerimizi saymakla bitiremeyeceğimiz kadar bol miktarda var. Her bölgemizde bir mutluluk... O halde dışarıdan bize zorlama olarak yamanmaya çalışılan sözde "özel" günlere hiç ihtiyacımız yokmuş! Hani şu "sevgililer günü" vs. gibi. Zira bizim bu zenginliğimiz, aynı zamanda köklü ve onurlu bir geçmişimiz olduğunun da bir göstergesidir. Yani dolu dolu bir geçmişe sahibiz.


Şüphesiz ki, bu zenginliği bugüne kadar yaşatmak da büyük devlet olma geleneğimizden kaynaklanmaktadır. O halde bu türden olguları yaşamak bizim için bir kıvançtır. Bu kadar zenginliğe sahip olmak sizce de bir onur ve gurur değil midir? En önemlisi de bu olgular birlikteliğimizi daha bir perçinlemektedir. Tıpkı köklü ailelerin geleneklerini sürdürdükleri gibi... Bizim de bir aile olduğumuzu hiç akıldan çıkarmamamız gerekiyor. Zira bugünlerde üzerimize çullanan Batı emperyalizmi, dün olduğu gibi bizi, bugün de ayrıştırma peşine düştüler. Bu oyunları bıkmadan usanmadan hep yapıyorlar. Oysa biz hem Kürt'üz, hem Laz'ız, hem Türk'üz, hem Alevi'yiz, hem Sünni'yiz... Yani biz hepimiz, birbirimiziz. Yok aslında birbirimizden farkımız. Çünkü, bu kimliklerimizle kaynaşarak, binlerce yıl gelenek ve göreneklerimizle birlikte yaşadık, yaşıyoruz, yaşayacağız!.. Türk kimliği altında birleşerek Türk Milleti sıfatıyla bütünleşiyoruz!.. Onun içindir ki "Ne mutlu Türk'üm diyene!" sözünü, özümseyerek ruhumuza işledik, belleğimize kazıdık. Bu bir çatı gibi; bizi, korumaktadır.


Bu meyanda, Hacı Bektaş-ı Veli'nin öğretilerinin temelleri hakkında fikir verici özdeyişlerinden birisiyle sözlerimi tamamlamak istiyorum; "Bir olalım, iri olalım, diri olalım." Sevgi ve saygılarımla!


16 Ağustos 2009 Pazar

"Mastika Gitti Kolbastı Geldi..."

















"Güzel olan sevgili değildir, sevgili olan güzeldir." Tolstoy



"Son dönemde bir Kolbastı fırtınasıdır gidiyor. Trabzon'dan tüm Türkiye'yi sarmış durumda. 7'den 70'e herkes Kolbastı müziğiyle dans eder hale geldi. Oldukça çılgınca bir dans türü olması dolayısıyla herkesin de ilgisini çekmiş görünüyor. Bu müziğe ayak uyduramayanlar, oynayanları izleyerek keyif alıyor. Kısacası kolbastıyı oynayan, oynayamayan herkes seviyor gibi görünüyor..." Evet; basın yayın organları bizlere Kolbastı'yı bu şekilde takdim ederek, ortalığı kasıp kavuruyor.


Doğrusu bu oyunun karmakarışık bir şey olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Biraz daha açmak gerekirse, içine horon, Anakara havası, disko ve biraz da "rep" katılarak oluşturulmuş, kimin ne yaptığı belirsiz karman çorman disko müziği... Peki bir zamanlarda "mastika" diye bir uyduruk çıkartılarak aynı şekilde bizlere dayatılmış, fırtınalar estirilmemiş miydi? Ne olduğunu anlayamadan, o zamanlarda bugün Kolbastı da olduğu gibi, düğünlerin gözdesi olmamış mıydı? Bu türden oyun ve şarkılar, hiç bir niteliğe ve kaliteye sahip değildir. Tıpkı vasıfsız ve niteliksiz insanları, bir dönem meşhur edip, ardından da adını sanını dahi unuttuğumuz ve hatırlayamadığımız sahte yüzler gibi...


Evet; demek oluyor ki bizim zengin müzik ve folklor kültürümüzün yerine, içi boş, ne olduğu belli olmayan şeyler dayatılmaya çalışılıyor. Bu anlamda gençlerimizin, eğlence ve oyun oynama ihtiyacı ise, sözde yöresel oyunlar diye bir dizi uydurmaca şeylerle aldatılmaya bırakılmış durumda. Bu durum bizim, o güzelim zeybek oyunlarımıza, Ankara havasına, Karadeniz horonları ve kemençesine, halaylarımıza, Güneydoğu Anadolu'nun dünyada birincilikler alan halk oyunlarına, bir bir ket vurmaktan başka bir şey değildir. Bu durumda da Türk halk müziğinin yanısıra çeşit çeşit yörelerimize ait folklor halk oyunları unutulmaya yüz tutmuştur. Nasıl unutturuluyor derseniz, yerlerine
"kavram karmaşası", "kültür karmaşası" yaratılıp, sözde "popüler kültür" adıyla kimlik ve kültürümüz yok edilmeye çalışılarak!


Bugün gençlerimiz ve çocuklarımız, zengin ve her biri burcu burcu Anadolu insanının yaşamlarını konu eden, hem ağlatan, hem coşturan müziklerimizi, danslarımızı, oyunlarımızı hiç tanıyamadan, arada ne olduğu belirsiz anlamsız şeylerle yoğrulup gitmekteler. Bundan dolayı millet olarak kaygı ve üzüntü duymalıyız. Basın ve televizyonlar aracılığıyla "popüler" yapılmaya çalışılan Kolbastı, belki bugünün tanımlamasıyla "ponpon kızlar"ın alakasız giyimleriyle de renklendirilen " yöresel oyunlar" yutturmacasından başka bir şey değildir. Aynı zamanda izlendiğinde insanın zihnini yorduğunu da hatırlatmadan geçemeyeceğim. Bu arada da asıl kültürümüz ve değerlerimiz arada kaynayıp gidiyor! Zira asıl kültür abidelerimiz, hiç bir zaman gündeme gelmiyor, getirilmiyor!


Bakınız yeri gelmişken bir duruma daha değinmek isterim; Diyarbakır, Gaziantep, Erzurum vs. yörelerimizin halk oyunları ekibi dünya çapında girdikleri her yarışmada mutlaka ilk üçe girerdi. Bu durumdan sonra bir de baktık ki, "Sultans Of The Dance" adı altında, olay farklı bir şekilde değiştirilmeye başlandı. Derken bizler de, yine ne olduğunu anlayamadan bu türden oluşumlara modernlik ayağında kitlendirildik. Oysa herşeyin aslı makbuldür. Niçin biz, bu oyunların ruhunu ve özünü değiştirmeye çalışıyoruz, diye sorgulamadık! İlla da "Batı karışımlı" olmalı, diye bir dayatmayı reddedemedik. İşte böyle bir fırtına ile kafalarımız karışıp gidiyor. Bir tek kafalarımız karışsa iyi; ardından kimliklerimiz de karışarak benliğimiz yok oluyor! Herşeyimizle birlikte çürüme ve yozlaşmaya terkediliyoruz da haberimiz bile olmuyor!


Bizim hemen her bölgemizin yöresel oyunları, türküleri, ağıtları, halayları, horonları, kaşık oyunları, zeybekleri, dadaşları var. Bunları saymakla bitiremeyiz! Her birinde ayrı bir tat, ayrı bir lezzet var. Doyamazsınız güzelliklerine. Ama gelin görün ki, bu güzellikleri yok etmek isteyenler, bıkmadan usanmadan sinsice senaryo yazıyorlar. Bunlara karşı daima uyanık olmak gerekliliğini de unutmamak gerekiyor. Kültürünü, dilini kaybeden, kimliğini kaybetmiş demektir. Değerlerimizi her alanda ayakta tutarak varlığını korumak yaşamsal bir zorunluluktur!

Sevgi ve saygılarımla!

14 Ağustos 2009 Cuma

Tehlikeli Görüntüler...
















"Akıl gibi mal, iyi huy gibi dost, edep gibi miras ve bilgi gibi şeref yoktur."


Vallahi medeni, insan haklarına saygılı, demokrat bildiğimiz Batılı ülkelerin önde gelen devlet başkanlarının yaşamları, tehlikeli görüntüler veriyor!.. Ahlâki değerlerin dibe vurduğu yaşam biçimleri tüm ürkütücü boyutlarda alarm durumunda... Ne bileyim; örnek sayılacak kişiler, devlet yönetimlerinde yer almalarıyla sınırlı kalmazlar diye düşünüyorum. Bunlar aynı zamanda kendi ülkelerinin halklarının yanında, dünyaya da bir yerde davranış biçimleriyle, görüntüleriyle örnek model oluşutururlar. Bu iş böyledir. İster istemez bu konumdaki insanlar, psikolojik olarak insanların hafızalarına kayıt edilir. İşte o yüzdendir ki bu gibi yerlerde olan kişiler, sürekli göz önünde olacakları için yaşamlarına çekidüzen vermek zorundadırlar.



İnsani ve ahlâki erdemlerin daha güçlü bir şekilde, yani evrensel boyutta mesajların verilmesi önemli kişiler vasıtasıyla olur. İşte bunlar devlet adamları, bilim insanları, sanatçılar gibi kişilerdir. Ama burada saygınlığına gölge düşürmeyecek şahsiyetlerin başında devlet adamları olması gerekir. Zira bu kişiler, daima kontrol ve gözetim altındadırlar. Mesela, Prenses Diana bir yerde bu türlü kontrolün baskısı altında yaşamını yitirmedi mi? Günlerce gazete sütunlarına taşınan bu haberle dünya kamuoyu meşgul edilmedi mi? Hâl böyle olunca da şimdilerde görülen ve neredeyse magazinsel yaşama heveslenen bazı devlet adamlarının davranışları gazetelerde, televizyonlarda boy boy yer alarak, bizlerin de dikkatlerine sunuluyor. Bu durum özellikle mi yaratılmaya çalışılıyor, orası gerçekten bir muamma... Zira önemli konumda görev alan ve dünya kamuoyunun yakından tanıdıkları kişiler, elbette ki sansasyonel durumlardan uzak durmaları gerekecektir. İşte o vakit "ayıp" kavramı da her zaman için canlılığını koruyacaktır! Aile ilişkileri mahremiyetiyle birlikte, toplumların temel yapısı olarak yerini sarsmayacaktır! Ahlâki değerler zaafa uğramayacaktır! Zira bu kavramlar evrenseldir ve insanlığın temel taşıdır. İşte tüm bunlar da saygın kişilerce örnek olarak ayakta tutulur. Oysa bugün yapılmakta olan şey, bu türden kavramlar yozlaştırılarak, içi boşaltılarak yok edilmek isteniyor gibi bir görüntü var. Nasıl derseniz, topluma örnek olacak şahsiyetlerin bu türden yanlış davranışları pervasızca sergiledikleri gibi!..



İtalya Devlet Başkanı Silvio Berlusconi'nin kimilerine göre özel yaşam olarak tanımlansa da arkasındaki asıl perde, dehşet boyutlara ulaşan ve olayın rengi "özel" boyuttan çıkıp, utanca dönüşen bir rezalet tablosudur. Her ne kadar olay bizi ilgilendirmiyor gibi görünse de yaşanılan şeyler, ahlâkın, değerlerin, siyasetin, gücün korunması ve bu kavramların içinin boşaltılması, amacından saptırılması ile nelerin değişeceğine çok açık bir ÖRNEK.


"İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi'yle para karşılığı birlikte olduğunu açıklayıp, bunu da telefon kayıtlarıyla kanıtlayan ve dünya çapında şöhrete ulaşan 42 yaşındaki Patrizia D'Addairo, Habertürk'te canlı olarak yayınlanan Teke Tek'te Fatih Altaylı'nın sorularını yanıtladı. Programda, D'Addario'nun neden eskortluk yaptığından, hayallerine ve Berlusconi'nin verdiği sözlere kadar her şey konuşuldu. D'Addairo canlı yayında ağladı." Akşam / 7 Ağustos 2009

Bir diğer gazete köşe yazısında da bakınız konu nasıl değerlendirilmiş:

"Berlusconi’nin insani yönü
Tarih merakımızı büyük oranda “harem” hikayelerine borçluyuz. Hürrem’den önce ve Hürrem’den sonra diye ayrılmalı belki padişahların hayatlarına duyduğumuz ilgiyi. Atatürk’ün Fikriye ile Latife arasında sıkıştırılan yönünü pek sevmedik mi? Uçkur heveskarlığı değil miydi, kocasını aldatan kadının yasak elmayı ısırma sahnesine reyting rekoru kırdıran... Tahminim odur ki üç vakte kadar her birimiz birer uluslararası ilişkiler uzmanlığına soyunuruz. Malum ekranlarımızdan Patrizia geçti. Dünyanın en eski mesleğini yapan kadın bize İtalya Başbakanı’nın insani yönünü anlattı. Dış politikaya ısındık. Tam bizlikmiş meğer..." 6 Ağustos 2009 Selcan TAŞÇI / Yeniçağ Gazetesi


Bize gelince; olayın magazin yönü şüphesiz ki boş insanlara, "meşguliyet" anlamında iyi bir malzeme olarak görülmektedir. Zira bizim burada endişe ettiğimiz nokta, insani ve ahlâki erdemlerin çökmesi ile ilgili evrensel mesajın hayata yansımasıdır. Dolaysıyla insanlara, bu türden bir yaşamı örnek model olarak algılatılması anlamında gerçekten toplumlara kötü örnek olmasıdır. O halde insanlara verilmek istenen mesaj tek kelimeyle VAHİM ve REZALET diyebiliriz!


Evet, bu hanımın -Patriza D'Addairo'nun- anlattıklarını işittiğimde, inanılmaz haytretlere düştüm. Yazımın başında ne demiştim, demokratik bir görüntü sergilemeye çalışan Batı'nın aslında tam bir diktatörlük anlayışı içerisinde olduğunu hep birlikte kulaklarımızla işittik! Bilirsiniz İtalyalıların meşhur "BABA" filmi vardır; sanki o filmi izliyormuşum gibi oldu. Maşallah; devlet olanakları kullanılarak siyasi ahlâksızlığın ve ayıbın yaşandığı dikta rejimine münhasır özelliklerin hakim olduğu bir dönemi anımsattı... Peki ya Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy, nasıl örnek oluyor derseniz; yok aslında birbirlerinden farkı... Çok yakın bir geçmişte Obama için de çeşitli skandal haberleri okuduğumuzu da hatırlatmadan geçemeyeceğim.


Kısaca ne diyelim, AB demokrasisi işte böyle bir şeymiş!.. Bu arada insanlara verilmek istenen bir diğer mesaj da ahlâkın bozulması mı, derseniz, onu bilemiyorum; ama ortada olanlar sanki ahlâkın bozulmasına zorlanma gibi bir algılama yaratıyor. Bakınız, geçenlerde dünya liderlerinin katıldığı bir toplantı vardı. Orada çekilen bir fotoğraf da günlerce bizim basınımızda yer tuttu. Nedir o konu? İşte bayan bir görevlinin, belki boş bulunduğu bir anın görüntüsü karşısında liderlerin, ilgi odağı haline getirilmeye çalışılması! Hatta oradan olayı, başka yöne doğru kilitlemek de diyebiliriz! Sizce yaşanılan bu olay ve dahaları neyin mesajı dersiniz? İnsanları nereye sürüklemek istiyorlar?!..


Sevgi ve saygılarımla!

11 Ağustos 2009 Salı

Biraz Felsefe...



















"Başkalarını hep bağışla; kendini hiç bağışlama." Syrus



Büyük dayım (annemin dayısı), Cumhuriyet'in kurulduğu ilk yıllarda iyi eğitim almış, üniversitelerde okutulmak üzere kitaplar yazmış, kurallara olağanüstü bağlı, yaşamını da bu pencereden idame ettiren bir kişi.
Sözü nereye getireceğim, dayımla -90 yaşlarında iken- sohbet ettiğimiz bir sırada, hafızamda iz bırakan ve kişiliği ile de örtüşen bir anısını sizlerle paylaşmak isterim:



"Bursa'dan Bandırma'ya gitmek üzere bindiği bir otobüste (otobüsün henüz hareket etmediği esnada) bayanın birisi çocuğunun el, yüz temizliğini yaptığı, kağıt peçeteyi dışarı atar. Dayım bu manzara ve dahalarıyla dolu davranışlar karşısında tahammül gösteremeyerek hanımın yanına gider; "Bayan o mendili al ve derhal çantana koy. Atılması uygun olan yer nereyse oraya atmanı ve bu yaptığından dolayı da utanman gerekliliğini iyi bil!" der. Tabii bu olay karşısında, insanların durumunu anlatmamıza gerek yok herhalde. Dayımın, hayatını bu şekilde sürdürdüğünü ve dolaysıyla da mümkün olduğunca evinden dışarı çıkmamayı tercih ettiğini biliyorum. Bunun gerekçesini de "Gördüğüm yanlışlıklar karşısında kendime hakim olamıyorum; işte bu nedenle dışarı çıkmak da istemiyorum." diye açıklayarak, aslında toplum içerisindeki "otokontrol" sisteminin mutlak suretle çalışmasının gerekliliğine işaret etmek istemişti...



Evet, burada hem zekice bir yaklaşım söz konusu, hem de "medeni" cesaretin varlığı görülmektedir. Ve bu yaklaşımda insanların kendi yaşam alanları dışında yalnız olmadıklarının ve başkalarıyla birlikte yaşadıklarının hatırlatılması söz konusudur. İşte bu ince nokta kimilerince unutulmuş olabilinir; bazılarınca da hiç farkında olmadıkları varsayılabilinir.




Oysa şimdilerde sokakta, caddelerde insanların birer "patlayacak bomba" gibi gezdiklerine tanık oluyoruz. Zira bırakınız yanlış davranışları uyarmayı, insanlar, her an birileri tarafından en ufak bir kıvılcımla parlayacak alev topu gibi ortada varlık gösteriyorlar. Neredeyse "niye yan gözle baktın?" diye, bir "sinir" ve "kavga" hırsıyla çatacak yer arıyorlar dersek, doğru bir tespit yapmış olacağımızı düşünüyorum. Gerçi bunun altında yatan gerekçeleri iyi anlamak lâzım; ve insanların davranışlarına hoşgörülü yaklaşımla bakmakta fayda olacağı kanaati taşımaktayım. Toplum olarak, ruhsal bir depresyonla karşı karşıyayız. Olay sosyolojik olarak incelendiğinde, içinde bulunduğumuz dünyanın şartları ile birlikte gelişmeler gözönüne alınırsa, bu durumun yansımaları da işte bu şekilde mutsuz ve çatacak yer arayan insanların kol gezdiği toplumun oluştuğuna hızla tanıklık ettiğimiz gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Bu durumda da otokontrolün bireysel olarak çalıştırılması birer hayâl olarak belleğimizde kalacaktır. Zira bu türden yaklaşımların zaten çok az derecede görüldüğünü düşünecek olursak, bu şartlar altında, olanın da tümden yok olacağı aşikâr.


"Bilmek ve bilmemek nedir? Öğrenimin amacı ne olmalıdır? Mertlik, tokgözlülük ve doğruluk nedir? İyiye özenmeyle açgözlülük, krala bağlılıkla kölelik, özgür yaşamakla keyfine göre yaşamak arasında ne farklar vardır? Ölümden, acıdan ve ayıptan ne zaman korkulmaz?"


Horatius'un bu düşüncesiyle izninizle yazımı renklendirmek ve sorgulayarak düşündürmek isterim. Zira bilir misiniz, bilmem; ama Horatius, köleyken özgürlüğüne kavuşmuş bir adamın oğluydu; ama kendisi özgür doğmuştu. Babası açık arttırma işlerinde çalışıyordu, Horatius da babasını fakir ama onurlu bir çiftçi olarak anlatıyordu. Yani Horatius'un babası kölelikten özgürlüğüne kavuşmuş. Fakat ne hazindir ki, kendisi de daha sonra köle alım satım işlerinden hayatını idame ettirmiştir. Bu uğurda kazandığı parayı da HORATİUS'un eğitimine çekinmeden harcamış. Üstelik O'nu Roma'ya gönderecek kadar da eğitime önem göstermiş. Kimbilir bunun altında yatan şey, acaba eğitime olan gerçek inanç mıydı, yoksa eğitimli insanların yaşamı yönlendirmedeki gerçek rolün farkındalığıyla, oğlunu bu sınıfa dahil etmek miydi? Ama bir gerçek var ki, o da Horatius gerçek anlamda onurluluğu öğrenmiş; zira köle tacirliğine aracı konumundan para kazanan babasını, ifade ederken, "fakir ama onurlu bir çiftçi" olarak anlatmıştır...


Aslında yaşamımıza biraz felsefe katarak, yapmamız gerekenleri ve ideallerimizi tartmakla işe başlayabiliriz. İnanınıyorum ki o vakit herşey daha başka olacaktır.

Sevgi ve saygılarımla!




10 Ağustos 2009 Pazartesi

Kara Leke; "SEVR"


















"Hayatta neyin önemli olduğunu keşfetmek için bir felaket beklememek gerekir."




Emperyalist güçler Anadolu’yu parçalamak ve Türkleri bu topraklardan çıkarmak emellerinden dün olduğu gibi bugün de vazgeçmediler...

Birinci Dünya Savaşı sonrasında İtilâf Devletleri ile Osmanlı Devleti arasında 10 Ağustos 1920'de imzalanan antlaşmadır.
Sevr Antlaşması adını, son müzakerelerin ve imza töreninin gerçekleştiği Paris'in Sevr banliyösünden alır.

Sevr Antlaşmasının Önemi:
Osmanlı Devleti yok sayılmış ve yağmalanmıştır.
Dünya Savaşı’nın galipleri Osmanlı topraklarını paylaşmışlardı.
Azınlıklara geniş ve sonsuz haklar verilerek, Türk hakları kısıtlanmıştır.
Osmanlı Devleti işgalcilerin kontrol ve güdümüne itilmiştir.
Anlaşma uygulama alanı bulamamış bundan dolayı ölü doğmuş bir anlaşmadır.
Anadolu’daki Milli Mücadele azmini hızlandırmıştır.


"Yine bu sıralarda, 18 Haziran 1920 de, Türkiye Büyük Millet Meclisi, yaptığı bir gizli oturumda, Ulusal Ant'a bağlılığını bildirerek, Türk topraklarının parçalanmasına göz yummayacağını, bir kez daha, bütün dünyaya ilân etti." SÖYLEV "Nutuk" sf: 161 / Baki KURTULUŞ


"Sevr Antlaşması Uygulanamıyor

Osmanlı Hükümeti, Sevr Antlaşması'nı imza etmek ve onaylamakla birlikte, İtilaf Devletleri, bu antlaşma koşullarını uygulamak olanağını bulamıyordu. Çünkü, TBMM Hükümeti, bu antlaşmayı hiçbir şekilde onaylamayacağını, kesin kesin olarak bildirmişti.

İtilâf Devletleri, antlaşma koşullarını TBMM Hükümeti'ne zorla onaylatmak amacıyla, Yunan ileri hareketine izin verdiler. Yunanlılar, Türk cephesine saldırıya geçtiler." Söylev sf:163

TBMM’nin Sevr Barışı’na tepkisi çok sert olmuş, TBMM böyle bir antlaşmayı tanımadığını ilân etmiştir. Ayrıca Sevr’i imzalayanları da vatan haini saymıştır. Bu antlaşma Anadolu genelinde ulusal bilincin artmasına neden oldu. Anadolu'da Atatürk'ün önderliğinde başlayan ulusal hareket "Kurtuluş Savaşı" sürecine dönüştü. Bu süreç de Lozan Antlaşması ile noktalandı!

Sevgi ve saygılarımla!






Sevr Antlaşma'sının Hükümleri

1-Sınırlar (madde 27-36): Edirne ve Kırklareli dahil olmak üzere Trakya'nın büyük bölümü Yunanistan'a, Ceyhan-Antep-Urfa-Mardin-Cizre kent merkezleri Suriye'ye bırakılacak, İstanbul Osmanlı Devleti'nin başkenti olarak kalacak;

2-Boğazlar (madde 37-61): İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi silahtan arındırılacak, savaş ve barış zamanında bütün devletlerin gemilerine açık olacak; Boğazlarda deniz trafiği on ülkeden oluşan uluslararası bir komisyon tarafından yönetilecek; komisyon gerekli gördüğü zaman Müttefik Devletlerin donanmalarını yardıma çağırabilecek;

3-Kürt Bölgesi (madde 62-64): İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşan bir komisyon Fırat'ın doğusundaki Kürt vilayetlerinde bir yerel yönetim düzeni kuracak; bir yıl sonra Kürtler dilerse Milletler Cemiyeti'ne bağımsızlık için başvurabilecek;

4-İzmir (madde 65-83): Yaklaşık olarak bugünkü İzmir ili ile sınırlı alanda Osmanlı devleti egemenlik haklarının kullanımını beş yıl süre ile Yunanistan'a bırakacak; bu sürenin sonunda bölgenin Osmanlı veya Yunanistan'a katılması için plebisit yapılacak;

5-Ermenistan (madde 88-93): Osmanlı Ermenistan Cumhuriyetini tanıyacak; Türk-Ermeni sınırını hakem sıfatıyla ABD Başkanı belirleyecek (Başkan Wilson 22 Kasım 1920'de verdiği kararla Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerini Ermenistan'a verdi.)

6-Arap ülkeleri ve Adalar (madde 94-122): Osmanlı savaşta veya daha önce kaybettiği Arap ülkeleri, Kıbrıs ve Ege Adaları üzerinde hiçbir hak iddia etmeyecek;

7-Azınlık Hakları (madde 140-151): Osmanlı din ve dil ayrımı gözetmeksizin tüm vatandaşlarına eşit haklar verecek, tehcir edilen gayrımüslimlerin malları iade edilecek, azınlıklar her seviyede okullar ve dini kurumlar kurmakta serbest olacak, Osmanlı'nın bu konulardaki uygulamaları gerekirse Müttefik Devletler tarafından denetlenecek;

8-Askeri Konular (madde 152-207): Osmanlı'nın askeri kuvveti, 15.000'i jandarma olmak üzere 50.000 personelle sınırlı olacak, Türk donanması tasfiye edilecek, Marmara Bölgesinde askeri tesis bulunduramayacak, askerlik gönüllü ve paralı olacak, azınlıklar orduya katılabilecek, ordu ve jandarma Müttefik Kontrol Komisyonu tarafından denetlenecek;

9-Savaş Suçları (madde 226-230): Savaş döneminde katliam ve tehcir suçları işlemekle suçlananlar yargılanacak;

10-Borçlar ve Savaş Tazminatı (madde 231-260): Osmanlı'nın mali durumundan ötürü savaş tazminatı istenmeyecek, Türkiye'nin Almanya ve müttefiklerine olan borçları silinecek; ancak Türk maliyesi müttefiklerarası mali komisyonun denetimine alınacak;

11-Kapitülasyonlar (madde 260-268): Osmanlı'nın 1914'te tek taraflı olarak feshettiği kapitülasyonlar müttefik devletler vatandaşları lehine yeniden kurulacak;

12-Ticaret ve Özel Hukuk (269-414): Türk hukuku ve idari düzeni hemen her alanda Müttefikler tarafından belirlenen kurallara uygun hale getirilecek; sivil deniz ve demiryolu trafiği Müttefik devletler arasında yapılan işbölümü çerçevesinde yönetilecek; iş ve işçi hakları düzenlenecek; eski eserler kanunu çıkarılacak vb.



7 Ağustos 2009 Cuma

NEYSEN, O OL














“Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil!” FUZÛLÎ


Suyu, havası, henüz el değmemiş doğası ve cennetten köşeleriyle görenleri kendisine aşık eden coğrafyasına, üzerinden geçen nice medeniyet ve uygarlıklarıyla uzaklara kadar adını duyuran ve buraları görmek için kilometrelerce yol kateden sayısız insanları konuk eden Anadolu toprakları.

Tatili fırsat bilerek güzel ülkemin çeşitli yerlerini az da olsa görme imkanını yakalamayı başardım sayılır. Zira gezdiğim her bir mekanda ayrı bir lezzet vardı. Tatil kavramının içini sadece ve sadece deniz anlayışıyla doldurmak isteyenlere, inatla söylemek istediğim, gezilecek ve görülecek harika yerlerin bol miktarda bulunduğu Anadolu topraklarının cezbettiği güzellikler arasında, şüphesiz ki kültürel yaşamın yoğun etkisi de yer almakta olduğudur. Mesela yöresel yemek çeşitliliği, yaşam tarzları bizlere olduğu kadar, dışarıdan gelenlere de doyumsuz tadlar sunmaktadır. Hâl böyleyken, bizim de anlatacak ve söyleyecek çok şeyimiz vardır elbette!



Şehirleşmenin etkisi altında bir dizi değişimlerin hissedilmesi yaşansa da, Anadolu'da hâlâ, yaşam şekilleri ve kültürleriyle farklılıklar sunan kırsal kesimin yoğun etkisi devam etmekte olduğunu vurgulamak isterim. Ancak bir o kadar da hızla bu görüntülerin yok edilmeye çalışıldığını da dile getirmeden geçemeyeceğim. Evet, tatil beldelerinden tutun da Anadolu'nun en ücra kesimine kadar yabancı dil hakimiyeti bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde neredeyse "kanser" gibi sinsice ve hızla yayılıyor. Sokaklar, caddeler, alışveriş merkezleri kısaca büyük küçük bütün işletmelerin tabelaları yabancı kelimelerle bezenmiş durumda. Arada gözüme ilişen Türkçe isimler olmasa, kendimi Türkiye dışında bir yerde hissedeceğim.




Olay bir tek bununla kalmıyor tabii; bir de mekanların bizler için yayınladıkları yabancı dilde müzikler var. Şüphesiz ki bu durum da ayrı bir yara! Bakınız Anadolu'nun ücra bir kenarında yolda bir şeyler yemek için verdiğimiz molada duyduğum müzik; beni son derece mutsuz etti! Zira bu küçük mekanı dikkatle inceledim ve burada bulunan kişiler, çalışanı ve müşterisiyle birlikte son derece mütevazı kişilerdi. Mekan da öyle. Ama gel gör ki çalınan müzik yabancı. Bir türlü çözemediğim bu durumu daha iyi algılayabilmek için, müşterilerin genel görünüşlerine bakarak haleti ruhlarına girmek istedim. Hepsi de Karadeniz insanıydı. Üstelik de görüntü itibariyle belli bir yaşın üzerinde duruyorlardı. O halde, burası Karadeniz'e has yöresel yemekleri sunan bir mekansa, ben de burada yöresel müzikleri dinleyerek tadlanmak isterim. Peki bu durumda çalınan müzikler kime hitap ediyor? Kimin ruhuna seslenerek coşturuyor? Maalesef bu sorgulamalardan uzak, ne yaptıklarının farkında dahi olmadan bir akımın içerisinde yer tutan, hedefsizlik içerisinde kimliğimizin yok oluşuna seyirci kalmak, bana çok zor geliyor!..




Şimdi aklımıza şu düşünce gelebilir; müzik "evrensel"dir. Bence de "evrensel". Ancak işin içerisine söz girdiği zaman durum başka bir boyuta giriyor! Zira müzik aletleri ve çıkardıkları ses şüphesiz ki insan ruhuna hitap etmektedir! Ama bu durumu iyi anlamak gerekir. Neyse biz tekrar konumuza dönecek olursak, yapılanların tamamiyle bir kültür emperyalizmi olduğunu ifade ederek, bir kez daha kuvvetlice konuya dikkat çekmek isterim. Ben, burada bir şeye daha vurgu yapmaktan kaçınmayacağım. Evet; biz öyle bir zengin müziğe sahibiz ki, insanı hem ağlatıyor, hem de coşturuyor. Buradan varacağım nokta, sahip olduğumuz zengin müzik kültürünü kaybetmeden, ayrıcalığını bilerek, korumalı ve yaşatmalıyız! Hemen kısa bir düşünme turu yapalım; biz de olduğu gibi söylerken ağlatan, oynatan, coşturan, düşündüren, sorgulatan başka bir müzik var mı? Evet, her duyguyu açığa çıkaran bir başka müzik, kim de var acaba?!


Tüm bu güzellik ve zengin kültür birikimi karşısında, araya yabancı motifler sıkıştırmak, kendimize yapılabilecek en büyük kötülük olarak görüyorum. Bizim hiç bir şeye ihtiyacımız yok! Kendimizi her şekilde ifade edecek, hatta bir başkasını kıskandıracak boyutta imkan ve kabiliyetlere sahip olduğumuzu bir an bile unutmamalıyız! Hele o kocaman turistik tesislere verilen isimleri gördükçe kahroluyor ve utanç duyuyorum. Mesela; "Grand ..." gibi belirleyici sıfatlar kullanmak, inanılmaz bir ihanet! Aslında "The Marmara" adı ile başlayan bir aymazlık bunun belki de belirleyicisi ve öncüsü olmuştur. Çağdaşlaşmak (!) adına düşürüldüğümüz komik durum, tam bir içler acısı hale dönüşmüştür!
Bir ulus, ancak bu kadar kendine ihanet edebilir. "The" ne alâka?..

Herşeye rağmen kaybedilmemiş güzelliklerimizin farkındalığıyla, gördüklerim karşısında büyülendim! Bu ülke ve bu topraklar, tarihi gelişmeler sürecinde yerini almış uygarlıklardan süzülerek insanımıza emanet bırakılan, gelenek, görenek ve inanç sistemiyle birliktelik kazanan yaşama biçimi ve kültürümüz de bir o kadar gurur verici zenginliği göstermektedir.

Sevgi ve saygılarımla!