"İnsanın bilgisi arttıkça, huzursuzluğu da artar." Johann Wolfgang Von Goethe
"17 Ağustos 1999" son yüzyıl için, Türkiye'nin felaket tarihiydi... Zira o gün, yaşadığımız büyük depremin ardından on binlerce insanımızı yitirdik, binlercesi sakat kaldı; maddi anlamda kaybımız azımsanmayacak ölçüde oldu. İşte bilanço bundan ibaret... Aradan tam on yıl geçti... Bizler ise o faciayı çoktan unuttuk gözüküyor. Zira gelişmeler o yönde. Yani doğayı çok fazla hesaba katmıyoruz gibi. İşte emareleri; güzelim koylarımız dolduruluyor, ormanlarımız tüm hızıyla bir şekilde tükeniyor, verimli arazilerimiz imara açılıyor. Kısaca her yer talan ediliyor... Gün geçmiyor ki güzelim tabiat üzerinde kıyım haberleri duymayalım! Demek oluyor ki bu gidişattan çıkaracağımız sonuç, doğanın sesine kulak vermiyor oluşumuzdur. Ona, biz uyum sağlayacağımıza, onu, kendimize uydurmaya çalışarak üzerinde tahakküm etmeye kalkışıyoruz. Aferin bize!.. Gerçekten büyük oynayarak, kumara kendimizi teslim ettik desek doğru olacak.
Bilimin işaret ettiği ve bilim adamlarının, bizlere söylediği üzere depremlerin varlığı aslında dünyanın canlılığına işaret olduğu, gerçeğidir. Depremler bittiği an, dünyanın canlılığı da biter diyorlar. Bu açıklamalar bilim adamlarınca söyleniliyor. Nitekim insan eliyle yapılan yanlışlıkların, yani doğa üzerindeki oluşturduğumuz hasarların tekrar eski haline dönmesi depremler vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Bence de öyle. İstersek itiraz edelim; ve doğayla inatlaşarak, bugün yaptığımız gibi dünü unutarak tekrar doğanın gücünü yok sayıp kendi kontrolümüze almaya çalışalım. Zira ülkemizde olan depremler, bizim için hep yıkıcı ve ardında büyük acılarla birlikte gözyaşları bırakmıştır. Niçin derseniz, hani şu bilinçsiz ve cahilce davranışlarımız sayesinde. Cahil cesareti ile atılan adımların sonunda düştüğümüz felaketleri ancak bu şekilde tanımlayabiliriz. Yaşadığımız her felaketin ardından akıllanmamız gerekir, diye düşünüyoruz; ancak olay, hiç de öyle düşündüğümüz gibi olmuyor! Zira yaşadığımız felaketleri bir yerde kadere havale edip, gönül rahatlığıyla çarpık ve bilinçsizce yapılanmaya, sessiz sedasız göz yummayı seve seve kabullenerek bir şekilde suça ortak oluyoruz.
İşte şimdi böyle bir ortamda olası büyük depremleri "kadercilik" anlayışıyla bekliyoruz. Bilinçli olanlar, eli yüreğinde felaketi bekleye dursun; bilim adamları bangır bangır feryat ediyorlar. Kimilerince "depremle yaşamasını öğrenmek zorundayız!" diyerek, bizleri bireysel anlamda çaresizliğe ittikleri de gerçeğin ta kendisi. Hâl böyle olunca, bizler de kafa karmaşası ile seyir halindeyiz. Bu arada, kısa bir süre öncesine kadar o felaketin ardından kafalarımızda kalan (güya bilinçlendirilmiş oluyoruz; oysa komiklikten başka bir şey değil!) sadece ve sadece "deprem çantası" oldu. Vallahi, olası dehşet anında kimin aklına "deprem çantası" gelir, orasını sorgulayan yok! Zira kendinizi seyehate çıkar gibi düşünürseniz ve öyle bir hava içerisinde olursanız, neden olmasın?!.. Hatta şöyle bir konuşma bile yapabiliriz bakarsınız: "Çantaya biskiütleri de koydun mu?" İşte tüm bilinçliliğimiz, hâlâ bu düzeyde...
İnsanların, depremle yaşamasına alışması için, bilinçlerinin olması gerekir. Tıpkı Japonya'da olduğu gibi. Bu bilinçlilik bilimsel düzeyde ve doğanın şartlarına uyarak. O vakit hiç bir sorun olmayacağı gibi, olan depremlerin de sonuçları büyük bir keyifle bilimsel açıdan değerlendirilir. Tabiatın bu güzellikleri karşısında canlılığın sürmesini gözlemlemek elbette ki bu konunun uzmanlarınca son derece keyifli olacaktır.
Doğanın dokusunu bozmak, ona karşı gelmek, tamamen bir "intihar" teşebbüsüdür. Bunun mutlak suretle bir karşılığı olacaktır. Nitekim de doğa bize cevabını bu türden olaylarla veriyor. Ancak biz bu durumu iyi anlayamadığımız gibi işi kadere bağlıyoruz! Yok böyle bir şey! Allah'ın bahşettiği hiç bir güzelliği, bizim yok etmeye, tahrip etmeye hakkımız yok! Oysa biz, düzgün koruyamadığımız gibi hoyratça ve canice işimize geldiği gibi davranarak yok ediyoruz! Bu dünyada canlı olarak bir tek biz yaşamıyoruz! Katlettiğimiz hayvanların haddi hesabı bilinmiyor. Hatta nesillerini kökünden kazıyoruz! Bitkilerin keza öyle! O halde bu saatten sonra olayları kadere bağlamanın bir anlamı var mıdır? Bu tür yaklaşımlar ancak ve ancak cahil toplumlarda geçerlidir! Oysa bakınız kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim konuya nasıl yaklaşıyor:
"Dünya hayatının hâli, ancak gökten indirdiğimiz bir yağmurun hali gibidir ki, insanların ve hayvanların yedikleri yeryüzü bitkileri onunla yetişip birbirine karışmıştır. Nihayet yeryüzü (o bitkilerle) bütün zinet ve güzelliklerini alıp süslendiği ve sahipleri de onun üzerine (her türlü tasarrufa) kadir olduklarını sandıkları bir sırada, geceleyin veya güpegündüz ansızın ona emrimiz (afetimiz) geliverir de, bunları, sanki dün yerinde hiç yokmuş gibi, kökünden yolunmuş bir hâle getiririz. İşte düşünen bir toplum için, âyetleri böyle ayrı ayrı açıklıyoruz." Yûnus Sûresi, 24. Ayet
Ayrıca konuya Oscar Wilde'nin bir sözüyle yaklaşarak, tamamlamak istiyorum; "Günümüzde insanlar, yalnızca fiyatı biliyorlar, değeri değil."
Sevgi ve saygılarımla!
Maalesef kadercilik ruhumuza işlemiş ama belirttiğiniz gibi doğa eninde sonunda öcünü çok ağır alıyor. Bu milletin bilinçlenmek için en önce eğitime ihtiyacı vardır. Ama okulların yıkıldığı bir ortamda yaşıyoruz. Teşekkürler...
YanıtlaSil