11 Ağustos 2009 Salı

Biraz Felsefe...



















"Başkalarını hep bağışla; kendini hiç bağışlama." Syrus



Büyük dayım (annemin dayısı), Cumhuriyet'in kurulduğu ilk yıllarda iyi eğitim almış, üniversitelerde okutulmak üzere kitaplar yazmış, kurallara olağanüstü bağlı, yaşamını da bu pencereden idame ettiren bir kişi.
Sözü nereye getireceğim, dayımla -90 yaşlarında iken- sohbet ettiğimiz bir sırada, hafızamda iz bırakan ve kişiliği ile de örtüşen bir anısını sizlerle paylaşmak isterim:



"Bursa'dan Bandırma'ya gitmek üzere bindiği bir otobüste (otobüsün henüz hareket etmediği esnada) bayanın birisi çocuğunun el, yüz temizliğini yaptığı, kağıt peçeteyi dışarı atar. Dayım bu manzara ve dahalarıyla dolu davranışlar karşısında tahammül gösteremeyerek hanımın yanına gider; "Bayan o mendili al ve derhal çantana koy. Atılması uygun olan yer nereyse oraya atmanı ve bu yaptığından dolayı da utanman gerekliliğini iyi bil!" der. Tabii bu olay karşısında, insanların durumunu anlatmamıza gerek yok herhalde. Dayımın, hayatını bu şekilde sürdürdüğünü ve dolaysıyla da mümkün olduğunca evinden dışarı çıkmamayı tercih ettiğini biliyorum. Bunun gerekçesini de "Gördüğüm yanlışlıklar karşısında kendime hakim olamıyorum; işte bu nedenle dışarı çıkmak da istemiyorum." diye açıklayarak, aslında toplum içerisindeki "otokontrol" sisteminin mutlak suretle çalışmasının gerekliliğine işaret etmek istemişti...



Evet, burada hem zekice bir yaklaşım söz konusu, hem de "medeni" cesaretin varlığı görülmektedir. Ve bu yaklaşımda insanların kendi yaşam alanları dışında yalnız olmadıklarının ve başkalarıyla birlikte yaşadıklarının hatırlatılması söz konusudur. İşte bu ince nokta kimilerince unutulmuş olabilinir; bazılarınca da hiç farkında olmadıkları varsayılabilinir.




Oysa şimdilerde sokakta, caddelerde insanların birer "patlayacak bomba" gibi gezdiklerine tanık oluyoruz. Zira bırakınız yanlış davranışları uyarmayı, insanlar, her an birileri tarafından en ufak bir kıvılcımla parlayacak alev topu gibi ortada varlık gösteriyorlar. Neredeyse "niye yan gözle baktın?" diye, bir "sinir" ve "kavga" hırsıyla çatacak yer arıyorlar dersek, doğru bir tespit yapmış olacağımızı düşünüyorum. Gerçi bunun altında yatan gerekçeleri iyi anlamak lâzım; ve insanların davranışlarına hoşgörülü yaklaşımla bakmakta fayda olacağı kanaati taşımaktayım. Toplum olarak, ruhsal bir depresyonla karşı karşıyayız. Olay sosyolojik olarak incelendiğinde, içinde bulunduğumuz dünyanın şartları ile birlikte gelişmeler gözönüne alınırsa, bu durumun yansımaları da işte bu şekilde mutsuz ve çatacak yer arayan insanların kol gezdiği toplumun oluştuğuna hızla tanıklık ettiğimiz gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Bu durumda da otokontrolün bireysel olarak çalıştırılması birer hayâl olarak belleğimizde kalacaktır. Zira bu türden yaklaşımların zaten çok az derecede görüldüğünü düşünecek olursak, bu şartlar altında, olanın da tümden yok olacağı aşikâr.


"Bilmek ve bilmemek nedir? Öğrenimin amacı ne olmalıdır? Mertlik, tokgözlülük ve doğruluk nedir? İyiye özenmeyle açgözlülük, krala bağlılıkla kölelik, özgür yaşamakla keyfine göre yaşamak arasında ne farklar vardır? Ölümden, acıdan ve ayıptan ne zaman korkulmaz?"


Horatius'un bu düşüncesiyle izninizle yazımı renklendirmek ve sorgulayarak düşündürmek isterim. Zira bilir misiniz, bilmem; ama Horatius, köleyken özgürlüğüne kavuşmuş bir adamın oğluydu; ama kendisi özgür doğmuştu. Babası açık arttırma işlerinde çalışıyordu, Horatius da babasını fakir ama onurlu bir çiftçi olarak anlatıyordu. Yani Horatius'un babası kölelikten özgürlüğüne kavuşmuş. Fakat ne hazindir ki, kendisi de daha sonra köle alım satım işlerinden hayatını idame ettirmiştir. Bu uğurda kazandığı parayı da HORATİUS'un eğitimine çekinmeden harcamış. Üstelik O'nu Roma'ya gönderecek kadar da eğitime önem göstermiş. Kimbilir bunun altında yatan şey, acaba eğitime olan gerçek inanç mıydı, yoksa eğitimli insanların yaşamı yönlendirmedeki gerçek rolün farkındalığıyla, oğlunu bu sınıfa dahil etmek miydi? Ama bir gerçek var ki, o da Horatius gerçek anlamda onurluluğu öğrenmiş; zira köle tacirliğine aracı konumundan para kazanan babasını, ifade ederken, "fakir ama onurlu bir çiftçi" olarak anlatmıştır...


Aslında yaşamımıza biraz felsefe katarak, yapmamız gerekenleri ve ideallerimizi tartmakla işe başlayabiliriz. İnanınıyorum ki o vakit herşey daha başka olacaktır.

Sevgi ve saygılarımla!




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder