30 Ekim 2009 Cuma

Vatan Sağolsun!
















"Bu memleket tarihte Türk'tü bugün de Türk'tür ve ebediyen de Türk olarak yaşayacaktır." Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK


Dün NEFES filmine gittim. Gerçekten görülmeye değer harika bir film... Bu filmi izledikten sonra canlarını ortaya koyarak sınırlarımızın güvenliğini koruyan ve vatanları için bir nefeslik zamanda dahi gözlerini, kırpamayacak kadar büyük disiplin anlayışı içerisinde mevzilerde bekleyen yiğitlerimizi, gözbebeklerimizi kısaca kendi canlarımızın, oralarda sürdürdükleri yaşamlarının aslında gerçek hayatın, ta kendisi olduğunu anladım... Zira film sonrası salondan "çıt" çıkmadan, sessiz sedasız dağılmayı gördüm. Herkesin, aynı duygu ve düşüncelere kitlendiği çok belliydi!..


Evet; duygusal bir yaklaşım değil aslında yaşadıklarım; hayatın gerçek yüzü. Tüm acımasızlıkların yiğitlerimizin üzerinde seyrediyor olması beni ve filmi izleyenlerin, yüreklerini burkması duygularımızı harekete geçirdi. Onların, tek amacı sadece ve sadece vatanlarını korumak, bayrağını dalgalandırmak. Ama bu amacı gerçekleştirmek ise, öyle sıradan bir şey olmadığını işte bu filmde hissederek gördüm; bu filmin izlenmesini acizane herkese de tavsiye ederim.


Buraya kadarı filmden hissettiklerimdir. Şimdi bir de anladıklarımı izninizle ifade etmek isterim; filmin başında giriş, askerin bir anlık uyumasıyla korkunç denecek gelişmelerin yaşanmasına neden olunabileceği uyarısıyla başlamış. Bu sıradan bir uyarı değil! Bu, düşmanlarımızın nefeslerini her an ensemizde hissetmenin bir gerçeğidir... Zira Türk askeri, her an ve her şartta uyanık olmak durumunda!.. Başka türlü askerlerimize, dolayısıyla bizlere yaşama hakkı yok!..


Diğer taraftan bu filmi izlerken gördüğüm ve her fırsatta dile getirmeye çalıştığım nokta ise yiğitlerimiz, şehit edilirken bizlerin televizyon başlarında magazinlerle eğlenip, avutulmaya çalışılmamız gerçeğidir. Filmde konu edilmeye çalışılan bir gerçekte oralarda şehit olduklarında, "geride sadece 45 saniyelik bir haber" olarak geçeceklerinin acı gerçeğini bile bile, o mukaddes bedenlerini hiç çekinmeden toprağa vermekte bir an bile tereddüt yaşamamalarıdır!


Kısaca "NEFES" filmi için diyebileceğimiz; yaşamın bir gerçeğini anlatan ve Kahraman Türk ordusunun, sevdiği her şeyini bir tarafa bırakarak tek yürek halinde bir hedefe kitlenmelerinin, duygu yoğunluğu içerisinde izleneceğidir. Bu filmde; magazin, kirli ilşkiler ve kişisel menfaat çatışmaları yok! Bu film hakikaten Türk Silahlı Kuvvetlerinin, ne denli zorlu bir savaş içerisinde olduğunun resmidir! Bu film; Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin nasıl büyük tehdit ve tehlike altında oluşunun anlatımıdır! Bu film; Türk askerinin ve Türk halkının daima uyanık olması gerekliliğinin kanıtıdır! Bu film; Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ve milletinin bölünmez bütünlüğüne karşı yürütülen organize bir savaşın gerçeğidir!..

Ve bu film, bütün zorluklara rağmen "VATAN SAĞOLSUN!" diyebilecek kadar yüce ruha sahip, ASİL bir milletin, cümle aleme ibretlik dersidir!..


Sevgi ve saygılarımla!


NOT: Filmden en etkili olan içtima sahnesini, aşağıdaki linki tıklayarak izleyebilirsiniz:

28 Ekim 2009 Çarşamba

Türkiye Cumhuriyeti İlelebet Payidar Kalacaktır!














"Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep aynı cevherin damarlarıdır. " ATATÜRK


En temiz ve en saf duyguların sahibi çocuklarımızın bir rüyasıyla yazıma giriş yapmak isterim:

"Öğretmenim, size akşam gördüğüm rüyamı anlatabilir miyim?" diye yanıma yaklaşan öğrencimi, ders defterini yazarken bir yandan dinlemeye koyuldum; "Öğretmenim, rüyamda siz, bize Ataürk'ü anlatırken sınıfımızın kapısı çaldı. Siz de "girin" dediniz. Atatürk, içeri girdi ve bizleri görünce önce bize gülümsedi; ardından gözünden yaşlar döküldü!" Mısra YENİCE

Evet, rüyası böyleydi... Mısra'nın anlattıklarını önce gürültüden çok fazla idrak edemedim. Ancak daha sonra Mısra'yı yanıma çağırarak rüyasını sınıf arkadaşlarıyla paylaşmasını istedim. Zira anlattıklarından pek emin olamamıştım. İşte rüyayı dinleyen öğrencilerimin hemen arkasından "Atatürk'ü gerçekten gördün mü?.." sorularıyla içimi saran sevinç ve mutluluğun bilinmezliğiyle konuşulanları duyamaz oldum...

Yarın, ulusça yaşayacağımız büyük bayramımızın -Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun- 86. yılını kutlayacağız. 86 yıl önce, emperyalizmin inanılmaz acı ve saldırgan davranışları karşısında, milletimizin başkaldırarak bir "maya"nın yerine oturtulması anlamı taşıyan Atatürk Cumhuriyeti'nin bir ulusal birlik çalışması olduğunu; ve aklın, bilimin öne çıkarak aydınlanmanın ışığı altında Modern Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurulması anlamı taşıdığını, yarın bir kez daha zihinlerimizde anlamaya çalışacağız.

Bu mutlu günümüzde, vatan topraklarımızı bölüp parçalama rüyalarından vazgeçmeyen emperyalist güçlerin, oyunlarına gelmemek adına Cumhuriyet'in bizim için ne anlama geldiğini izninizle bir kaç cümleyle ifade etmek isterim:

Herşeye rağmen huzurlu bir şekilde korkusuzca yaşamımızı sürdürebiliyor ve ibadetimizi yapabiliyorsak, bunu Cumhuriyet'e ve bağımsızlığımıza borçluyuz! Minarelerden yükselen ezan sesleri, gönderde dalgalanan şanlı bayrağımız ve İstiklâl Marşı'mızın coşkusunu yaşayabiliyorsak, bunu Cumhuriyet'e borçluyuz! İşte bu noktada, her bir karışının kanla sulandığı vatan topraklarının, nasıl kazanıldığını anlatan milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un yazmış olduğu İstiklâl Marşı'nı bir kez daha hatırlayarak Cumhuriyet'i kutlayacağız! Zira, "Cumhuriyet, kimsesizlerin kimsesidir" tanımlamasıyla Büyük Atatürk'e bugün çok şey borçlu olduğumuzu anlayabilmek için bulunduğumuz coğrafyanın kaderini yazmak isteyen emperyalist güçlerin ağında, kan ve gözyaşı ile yaşam mücadelesi vermeye çalışan Müslüman toplulukların, durumlarına bakmak bile yeterli olacaktır...

Bu duygu ve düşünceyle, "Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır!" diyen Kurucu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün, bu söylemine yürekten katılan Yüce Türk milletinin, bu büyük bayramı KUTLU ve MUTLU olsun!

Sevgi ve saygılarımla!

26 Ekim 2009 Pazartesi

Müslümanların Kur'an'a Karşı Görevleri














"Ya yönetenler filozof olmalı, ya da filozoflar, yöneten olmalı." Socrates


"Kur'an, hayatı anlamlandırmak için indirilmiştir." Evet, bir gazete köşe yazarının yazısı üzerinde kendimce önemli saydığım düşüncemi, buradan paylaşmak istedim. Zira toplum olarak okumadan oldukça uzaklaştığımızı da gözönüne alacak olursak düşüncemde, haklılık payım bir hayli yüksek olacaktır.


Bizim millet olarak uğrunda öldüğümüz kutsal değerlerimiz var; ve bu değerlerimizi korurken birilerinden talimat alarak değil de, sanki doğuştan bize verilmiş bir görev gibi sayarak hareket ederiz. Kendiliğinden gelişen davranışlarımız gibi de diyebiliriz. Mesela, yerde gördüğümüz bir ekmek parçasını hiç düşünmeden hemen alarak bir kenara bıraktığımız gibi... Zira biz bu durumu inancımız içerisinde bir saygısızlık ve "günah" olarak görürüz. Yine kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim, bizim en büyük kutsallarımızın başında gelir. Aile yapımız içerisinde edindiğimiz Kur'an sevgisi ve saygısı her zaman için en üst seviyede olmuştur. Ancak bizim Kur'an-ı Kerim'e karşı görevlerimiz de vardır. Kur'an bizden onu,

1- OKUMAMIZI
2- DÜŞÜNMEMİZİ
3- ANLAMAMIZI
4- YAŞAMAMIZI istiyor.

O zaman da Kur'an'ın ilk kelamında olduğu üzere; "OKU" emri ile bizim akla, bilime ve mantığa dayalı olarak hayatımızı idame ettirmemizi buyurmuştur. Demek oluyor ki kutsal kitabımızı mümkün olan her şartta ve ortamda okuyarak anlamamız gerekiyor. Zira Sâd Sûresi, 29. Ayet bakınız ne diyor:

"Bu Kur’an, âyetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır."

O halde, Kur'an-ı Kerim'in Türkçe mealini her şekilde okumaya mecburuz. Zira Kutsal kitabımız bizim uğrunda can verdiğimiz değerlerimizin başında geliyorsa -ki öyle- o zaman Kur'an'ı bilmek zorundayız! Bu bizim için aynı zamanda bir aydınlanma olacak, kulaktan duyma ve hurafelere dayalı inancın yolunu da kapatacaktır.

Kur'an'ı Kerim, zırha büründürülmemelidir! Zira İsâmiyet sevgiye dayalı bir dindir; ve bizler korkutulmadan kutsal kitabımıza ve Allah'a yakın olmalıyız! O halde elimize alacağımız Kur'an'ın Türkçe meali, bizim yanlış adreslere gitmemizi de engelleyecektir!

En önemlisi de itiraz edenin bilmeden itiraz ettiği, körü körüne inananın da bilmeden kabul ettiği konuların asıl kaynağı olan Kur'an-ı Kerim'in okunmasıyla daha derinden anlaşılacağı kesindir... Bu arada Sevgili Peygamberimiz, "Sizin en hayırlınız Kur'an'ı öğrenen ve öğretendir" diye buyurmuşlardır. Bu durumda bizim körü körüne bir şeyleri ezberlemek değil, mutlaka ki okuduğumuz şeylerin anlamlarını bilerek Allah'ın vermek istediği mesajdan haberdar olmaktır.

Sevgi ve saygılarımla!



22 Ekim 2009 Perşembe

Büyük Emanet...

















Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk'ün, 15 Ekim 1927 günü okumaya başladığı Nutku’nu, 20 Ekim 1927'de “Gençliği Hitabe” ile bitirmiştir. Bir ulusun kurtuluş mücadelesinin anlatıldığı büyük nutkun hemen ardından Gençliğe Hitabe, okunalı bugün tam 82 yıl olmuştur.


Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 15 Ekim 1927'de okumaya başladığı ve 20 Ekim’de sona erdirdiği 36.5 saat süren büyük nutkunda, geçmişi anlatıp aynı zamanda gelecekte düşebileceğimiz tehlikeleri önceden görebilmemiz için bize yol göstermiştir. Atatürk, büyük nutkunu "Türk Gençliği'ne Bıraktığım Emanet" ifadesiyle şöyle tamamlamıştır:


"Saygıdeğer Efendiler, sizi günlerce işgal eden uzun ve detaylı söylevim, nihayet geçmişe karışmış bir devrin hikâyesidir. Bunda, Milletim için ve gelecekteki evlâtlarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek bazı noktaları bellirtebilmiş isem kendimi mutlu sayacağım.


Efendiler, bu söylevimle, millî varlığı sona ermiş sayılan büyük bir Milletin, bağımsızlığını nasıl kazandığını ilim ve tekniğin en son esaslarına dayanan millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.

Bugün ulaştığımız sonuç, asırlardan beri çekilen millî felâketlerin yarattığı uyanıklığın eseri ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu sonucu, Türk Gençliğine emanet ediyorum."

Ardından emanetini bıraktığı ve son derece güven duyduğu gençler için; "Gençliğe Hitabesi" ile Büyük Atatürk "NUTKU"nu tamamlamıştır.



ATATÜRK'ün GENÇLİĞE HİTABESİ

Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyet'ini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur.

Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir.

İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır.

Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetln imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin!

Bu imkân ve şerait, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir.

İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.

Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dagıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.

Bütün bu şeraitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hiyanet içinde bulunabilirler.

Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit edebilirler.

Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır!

Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur!

Mustafa Kemal ATATÜRK, 20 Ekim 1927

Sevgi ve saygılarımla!

20 Ekim 2009 Salı

Karnımız Tok!
















"Kendiniz için değil, bağlı bulunduğunuz ulus için elbirliği ile çalışınız. Çalışmaların en yükseği budur." Mustafa Kemal ATATÜRK


Söz konusu uluslararası toplantılar olunca devletler, konuların içeriğiyle ilgili ciddi anlamda hazırlıklar yapar ve yine ciddi sunumlarla sürdürerek koordineli çalışmalar yürütülür diye tahmin ediyoruz. Ancak her nedense söz konusu Türkiye olunca, olayın rengi birden değişiyor. Zira zaman zaman çeşitli ülkelerce ülkemizin vatan topraklarını gösteren haritası bir şekilde değiştirilmiş olarak katılımcılara, takdim ediliyor. Oradan gazete manşetlerine düşüyor! Derken, "harita krizi" gündemde yerini almış oluyor.

Şimdi hemen Doğu ve Güney bölgemizi kapsayan bazı illerimizin elimizden alınmış olarak gösterilen haritalar, aklınıza gelecektir. Ama bu defa başka bir bölgemizden; yani batı bölgemiz olan vatan topraklarının, haritadan çıkartıldığına tanık oluyoruz! Edirne ve Kırklareli illerimiz bir anda Bulgaristan'a dahil edilmiş! Vallahi öyle!.. "EDİRNE'de düzenlenen Sınır Ötesi İşbirliği Programı tanıtım toplantısında katılımcılara dağıtılan kitapçıktaki haritadaki eyalet krizine neden olan ve Bulgaristan heyetinin hazırlamış olduğu kitapçıklarda Edirne ve Kırklareli illerimiz haritada "eyalet" olarak gösterilmiş..." (Vatan)


Peki; nasıl oluyorda bu yanlışlıklar ortaya çıkıyor? Bunlar, üzerinde özenle bezenle çalışarak uzun zaman alan hazırlıklar, değil midir? Öyle dil sürçmesi falan olsa, "neyse" deriz! Halbuki, bunlar matbaalarda hazırlanmış, denetimlerden geçerek sunumlara gelmiş çalışmalardır. Tıpkı yemek gibi. Mutfakta pişirilip, sofrada ikram edilmesi büyük bir itina ve hazırlık ister. Ne bileyim, pişen bir yemek için, "Aaa..! Affedersiniz, bir yanlışlık olmuş; aslında ben bu yemeği ikram etmeyecektim!" falan diyebilir misiniz? Tabii ki de hayır!!! Bu saygısızlığın pekâlâsıdır!..


O zaman demek oluyor ki birileri, bir şeylerin peşinde... Acaba, ince mesajlar verme gayretleri mi var? Kimbilir, belki de Türk halkının, nabzı tutularak üzerimizde psikolojik harekat sürdürüyorlar! Her ne düşünce olursa olsun, gerçek olan şudur ki; bu türden harita vs. gibi araçlar, öyle yanlışlıkla falan ortaya çıkamaz! Kimi kandırıyorlar?! Ardından bir de "özür" dilenerek olayı, örtbas etme peşine düşülüyor.


Tüm bu yapılanlar karşısında Türkiye Cumhuriyeti Devleti, milleti ile herbir şeyin farkındadır! Ve bilinmelidir ki; her türlü fitne ve fesatlığa rağmen, topyekûn birlikteliğimizle bu vatanın, bölünmesine asla müsaade edilmeyecektir! Zira bu haritaları masa başında hazırlayan zihniyetlere, bir de uyarımız olacaktır: Vatan evlatlarımızın, şehit kanlarının daha üzeri örtülmeden bir yenisi ekleniyorsa, durumdan vazife çıkarmayı da ihmal etmesinler, diyoruz!

Sevgi ve saygılarımla!

17 Ekim 2009 Cumartesi

Zenginler Arttıkça, Yoksullar Çoğalıyor...

















* Kendini erdemli zannetme!.. Yüreğin düğüm düğüm!.. Ruhun çelişik ve kirli!.. Bilinçaltında her haltı yemeye hazırsın... Freud

* Ortaya koyduğun, tüm bilgi ve bilim izafidir, görecelidir; sonuçta keşfettiğin kesin bir şey yoktur... Einstein

* Biriktirip de dünya egemenliğinde kullandığın sermaye, alın teri hırsızlığı ve sömürü ürünüdür... Marks



1993 yılından bu yana BM, 17 Ekim'i "Fakirliğin Yok Edilmesi İçin Uluslararası Gün" olarak kabul etmiştir. Yani "Dünya Yoksullukla Mücadele Günü" olarak da bilinmektedir. Aslında bugünün çok önemli bir konuya dikkat çekilmesi bakımından, özel ve gerçek anlamda ilgilenilmesi gerektiğinin farkındalığına kimler varmalı demekten kendimi alamıyorum. Düşüncemi Montaigne'nin bir ifadesiyle açmak isterim: "...Kral da, dilenci de aynı iştahla acıkır."



O halde bugün dünyanın en önemli sorunlarından birisi yoksulluk ve yoksul olma durumudur. Ancak gelinen nokta, bu devasa büyüklükteki sorunun, dünyayı yönetenler tarafından görülmediği gibi uygulanan mevcut ekonomik ve siyasi politikalarla daha da içinden çıkılmaz bir hale gelmiş olmasıdır. Peki bu durum insanlığın en önemli basamağı olan ahlâki değerin çökmesi anlamına gelmez mi? Elbette ki ahâk yok oluyor demektir. Bir bakalım, nedir o değerler; insanın en doğal hakkı olan yaşama hakkı elinden alındığında akla gelebilecek her türlü kötülüğü yine insan tarafından yapmaya hazır hale gelmesi demektir. Alın size ahlâki değerlerin bir çırpıda yok olmasına zemin! Kim hazırlıyor bu zemini? Tabii ki de dünyaya hakim olan küresel güçler ve bu güçlerin oluşmasına yardımcı olan maşalar. (Zira "maşa" olmadan kimse elini yakmaya cesaret edemez.)



Victor Hugo'nun 19. yüzyılda insanın yoksullukla nasıl bir dram yaşadığını kahramanı Fantine'le bakınız nasıl anlatıyor: Yoksulluğun getirdiği nokta genç kadının, bedeninin yanında saçlarını ve dişlerini satışa çıkaracak kadar hayatın, acımasızlığına ve insanların gaddarlığına bir örnek. İşte bu romanı okurken ruhumdan geçirdiğim tek şey "Böyle bir şey olabilir mi?" sorusu ve dahalarıydı. Ama maalesef ki içinde bulunduğumuz 21. yüzyılın, aslında 19. yüzyıldan daha vahim ve utanç verici bir duruma gelmiş olmasıdır. Hemen bunu örneklendirmek isterim. İnsanların, çaresizlikten kendi rızalarıyla organlarını satışa çıkaracak kadar sefil bir yaşamın gerçeğiyle yüzyüze değil miyiz? 19. yüzyılın Fantine'i ile ne fark var? Bu durum karşısında insanlık ne yapıyor? Hiç bir şey!.. O halde yaşanılan bu gerçekler karşısında insanlığın sürüklendiği noktayı çok iyi tahlil etmeliyiz. Zira modern çağ olarak bakılan ve gelinen nokta; insanı bozan mal, mülk hırsı...



Ha, bu arada olayların değerlendirilmesi noktasında birileri, durumdan vazife çıkararak DİN duygularını sömürmeyi de ihmal etmiyor tabii ki... Her dönemde olduğu üzere bu dönemde de insanlar, din üzerinden kendilerine menfaat sağlamasını sürdürmektedirler. Yine bunun yanında yoksulluğun oluşmasında en önemli neden; insanların cahil bırakılması! İşte asıl sorun burada yatmaktadır. Zira insan sosayal şartların ve yaşadığı dönemin aktif bir varlığıdır. Bireyin, toplum içerisinde uyumlu hale gelmesi ise ancak ve ancak eğitimle gerçekleşir. İşte o zaman yoksulluk sorgulanacak ve sömürülen insanlar, bu duruma izin vermeyeceklerdir.


Netice itibariyle "insan hakları", "demokrasi" diye diye insanlığı bugünlere taşıyan Batılı sömürgeci devletlerle birlikte onun uzantısı olan ve insanların haklarını sözde savunan Birleşmiş Milletlere (BM) duyurulur:

Sayelerinde insanlık tükeniyor!..
Ahlâk öğretmenliğine soyunarak insanlara vicdansızlığı yaşatan ve sömürdükleri insanları, ezilmişliğin ve yoksulluğun dayanılmaz acısı ve kışkırtıcılığıyla zihinlerini karıştırarak, daha nereye kadar gidilebilecek?!

Sevgi ve saygılarımla!

14 Ekim 2009 Çarşamba

Ve Sıra...


















"Bu millet kılı kıpırdamadan dava uğruna ve benim uğruma, canını vermeye hazır olmasaydı ben hiçbir şey yapamazdım." ATATÜRK


"UYUM bahanesiyle resmi dairelerden Atatürk resimlerinin kaldırılmasını, ders kitaplarındaki ilgili bölümlerin azaltılmasını isteyen AB, şimdi de “İfade özgürlüğünü kısıtlıyor” diyerek, Atatürk’ü Koruma Kanunu’na saldırdı." Yeniçağ / 14.10.2009


Evet; sıra Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurucusu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk'e gelmiş gözüküyor... Bunu biz demiyoruz; zira gazeteler aracılığıyla edindiğimiz endişe ve kaygı verici haberler, sıranın Atatürk'e geldiğini işaret ediyor. Biz millet olarak Atatürk'ü kalbimize yazmışız! Bu durumdan, kime ne?!.. Kimler bu durumdan rahatsızlık duyabilir ki? Evet duysa duysa bu ülkenin topraklarında gözü olanlar ve 1919 yılında vatan topraklarımızı işgal etmiş uluslar arası emperyalist güçler olsa gerek. Çünkü bu güçlerin, Atatürk ülküsünden rahatsızlık duyacakları bir gerçektir! Zira Atatürk'ün felsefesi, vatan ve millet unsurlarının bütünlüğünü koruması münasebetiyle emperyalistlerin emellerine mani olmaktadır! İşte o zaman da bu sıkıntıyı direk dillendiremedikleri için, işte bu şekilde sözde ifade özgürlüğü (!) ve demokrasi (!) söylemleriyle rahatsızlıklarını giderme yollarını seçmişlerdir.


O zaman buradan sormak isterim bu anlı şanlı demokrat (!) geçinen Avrupalılara; başta İsviçre olmak üzere Fransa ve diğer destekçi ülkeler, bilim adamlarına dahi fikirlerini söylemeyi yasaklayan (ki bunu yapanlara -İsviçre'de- hapis cezasına maruz bırakılması yasalarınca kabul edilmiştir) zihniyet, hangi hakla bizim millî şahsiyet ve değerlerimize dil uzatılmasını fikir (!) özgürlüğü kapsamına dahil ederek, hakarete izin çıkmasını isteyebilir? Bu cüret, düpedüz bir KÜSTAHLIKTIR! Bu küstahlık milletimizce kabul görmeyeceği gibi ters teperek yüzlerine bir tokat gibi ineceği de kesindir! Atatürk'ün önderliğinde milletçe mücadele verdiğimiz Kurtuluş Savaşı bunun canlı bir kanıtıdır! Zira bunun intikamı ile yanıp tutuşan bu güçler, yine sahneye çıkmış ve bir kez daha bu milleti "bölme" ve "yutma" peşine düşmüşlerdir! Ama Allah'ın izniyle bu gerçekleşmeyecektir!


Bu arada bu sözde medeni (!) ve fikir özgürlüğünü savunan Batılı güçler, bir süre önce de aynı küstahlığı ortaya koyarak Hz. Muhammed'e saldırma cüretine girişmişlerdir. Bu küstahlıklarının ardı arkası kesilmeden millî ve manevi değerlerimize büyük bir kin ve nefretle saldırılarını fikir ve düşünce özgürlüğüyle kılıflayıp kirli emellerine ulaşma peşine düştüler! Tüm bunların adına da "demokrasi" ve "düşünce özgürlüğü" adını koyuyorlar! Hadi oradan!..

Sevgi ve saygılarımla!

12 Ekim 2009 Pazartesi

Bu Nasihat "Cihanşümul" Türklerin Felsefesi


















"Türk'ün saygınlığı, onuru ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun daha iyidir." Mustafa Kemal ATATÜRK, 1927


Ülke, millet, siyasi egemenlik ve teşkilâtlanma gibi unsurlar devlet oluşumu için bir arada olması yeterlidir. Türkler, geçmişten günümüze kadar bu koşullara dayalı pek çok devlet kurmuştur. Bu durum hep birbirini izleyerek bir devam niteliğinde süregelmiştir. Nitekim önce millet olma özelliğine güçlü bir şekilde sahip olan Türkler, bunu "millî kültür" yapısına borçludur. Dolaysıyla millî kültürün özünü bozmadan, kendini yenileyebilen bir anlayışla "güçlü millet" ve "güçlü devlet" geleneğini sürdürmüştür. Burada ırk, dil, din, coğrafya ve kültür devletin ortak unsurları olmuştur.


O halde Türkler, İslâm'dan önce ve sonra baskın bir şekilde Türk kültürünü bulunduğu coğrafyaya yayarak hakimiyetini sürdürmüştür. Bu yönüyle ve devlet geleneğiyle hakim anlayışı, diğer milletlerden ayrılmıştır. Zira "cihanşümul" anlayışı devletin temelini oluşturmaktadır. İşte bu durum Türklerin yaşama geleneği ve yüksek inancının birleşmesiyle bu noktaya ulaşmıştır. Demek oluyor ki milletlerin, tarihi ve kültürü devlet anlayışı ile doğrudan ilişkilidir.


Türk devletlerinin ortak anlayışı cihana hakim olma ve yönetme felsefesiyle yoğrularak şekil almıştır. Tarihi geleneği olan anlayışı içerisinde Türk Kağanı, Tanrıdan devlet kurma ve yönetme yetkisini almaktadır. Bu durumda dünyayı yönetme gibi ağır ve sorumluluk üstlenme durumundaki kağan; "insanoğlunun huzur ve refahını" daima ön plânda görmek zorunluluğu doğmuştur. Buna göre Batılı imparatorluk kavramı ile Türklerin devlet kavramı arasındaki anlayış birbiriyle tamamen zıttır. Batıdaki anlayış her şartta "hükmetme" ve "sömürme" esasına dayanmaktadır. Türklerde ise durum bambaşka temel esasa dayanır. Yani "almak" yerine "vermek" felsefesi yatmaktadır. Bu durumda devlet, insanlara "mutluluk ve huzur"u sunmaktadır. "Bey" olmak bu nedenle zenginliği halkıyla paylaşan anlamı itibariyle Türklerin geleneğinde saygın ve soyluluk ifadesini çağrıştırmaktadır. Zira bu düşünaceye dayalı bir anlayış ancak 600 yıllık bir hakimiyetin varlığına kanıttır. Türkler, bu anlayış doğrultusunda varlığını sürdürmüştür; ve diğer milletler de kendi istekleriyle Türklerin egemenliği altına girmek istemişlerdir.


Şimdilerde aksine bir davranışı bizlere yamamak isteyenlerin dikkatlerine sunulmak üzere; Osmanlılarda olduğu üzere millet kavramı yalnız Türkleri kapsamıyordu. Zira devlet içindeki tüm insanları içine alıyordu. Aynı geleneği sürdüren Atatürk'ün "Ne mutlu Türküm diyene" sözü ve "Türkiye Cumhuriyetini kuranlara ve burada yaşayanlara Türk denir" tanımlaması da, bugünün millet olma esasına dayanan bütünleştirici bir anlayışın ifadesidir.


Şimdi tüm bu anlattıklarımızı belgeleyen ve günümüze ışık tutan, Şeyh Edebalı'nın, Osman Bey'e vasiyetine dikkatle bir göz atalım:

"Ey Oğul!

Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana... Güceniklik bize; gönül almak sana.. Suçlamak bize; katlanmak sana.. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana... Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana..

Ey Oğul!

Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah Teala yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize vaat edilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz.

Oğul!

Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarlarında savrulur gidersin.. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkar ve iradene sahip olasın!.. Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.

İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğügibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir...

Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki alime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken, itibarını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.

Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervasız, kahraman, gözü pek) derler.

Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın.

Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın.


Şeyh Edebali 13. Yüzyıl, Söğüt-Bilecik-Türkiye"


"Böyle bir örnek başka hiçbir millet ve devlete nasip olmamıştır. Türk devlet anlayışının temellerine inecek olursak, Şeyh Edebalı'nın sözlerini daha iyi anlayabiliriz."

Sevgi ve saygılarımla!

8 Ekim 2009 Perşembe

"Bir Dünya Bırakın"


















"Filozofların aydınlatamadığı toplumları şarlatanlar aldatır." Condorcet

Evet, ekim ayının ilk pazartesi günü Dünya Çocuk Günü; Birleşmiş Milletler Evrensel Çocuk Bildirgesi ise 1959 yılında kabul edilmiştir. Bu bildirgeye göre:


1. İlke:
Tüm dünya çocukları bu bildirgedeki haklardan din, dil, ırk, renk, cinsiyet, milliyet, mülkiyet, siyasi, sosyal sınıf ayırımı yapılmaksızın yararlanmalıdır.
2. İlke:
Çocuklar özel olarak korunmalı, yasa ve gerekli kurumların yardımı ile fiziksel, zihinsel, ahlaki, ruhsal ve toplumsal olarak sağlıklı normal koşullar altında özgür ve onurunun zedelenmeyecek şekilde yetişmesi sağlanmalıdır. Bu amaçla çıkarılacak yasalarda çocuğun en yüksek çıkarları gözetilmelidir
3. İlke:
Her çocuğun doğduğu anda bir adı ve bir devletin vatandaşı olma hakkı vardır.
4. İlke:
Çocuklar sosyal güvenlikten yararlanmalı, sağlıklı bir biçimde büyümesi için kendisine ve annesine doğum öncesi ve sonrası özel bakım ve korunma sağlanmalıdır. Çocuklara yeterli beslenme, barınma, dinlenme, oyun olanakları ile gerekli tıbbi bakım sağlanmalıdır.
5. İlke:
Fiziksel, zihinsel ya da sosyal bakımdan özürlü çocuğa gerekli tedavi, eğitim ve bakım sağlanmalıdır.
6. İlke:
Çocuğun kişiliğini geliştirmesi için anlayış ve sevgiye gereksinimi vardır. Anne ve babasının bakımı ve sorumluluğu altında her durumda bir sevgi ve güvenlik ortamında yetişmelidir. Küçük yaşlarda çocuğu annesinden ayırmamak için bütün olanaklar kullanılmalıdır. Ailesi ve yeterli maddi desteği olmayan çocuklara özel bakım sağlamak toplumun ve kurumların görevidir. Çocuk sayısı fazla olan ailelere devlet yardımı yapılmalıdır.
7. İlke:
Genel kültür ve yeteneklerini, bireysel karar verme gücü, ahlaki ve toplumsal sorumluluğu geliştirecek ve topluma yararlı bir üye olmasını sağlayacak eğitim hakkı verilmelidir. Bu eğitimde sorumluluk önce ailenin olmalıdır. Eğitimin ilk aşamaları parasız ve zorunlu olmalıdır.
8. İlke:
Çocuk her koşulda koruma ve kurtarma olanaklarından ilk yararlananlar arasında olmalıdır.
9. İlke:
Çocuklar her türlü istismar, ihmal, ve sömürüye karşı korunmalı ve hiçbir şekilde ticaret konusu olmamalıdır. Çocuk uygun bir asgari yaştan önce çalıştırılmayacak, sağlığını ve eğitimini tehlikeye sokacak fiziksel, zihinsel ve ahlaki gelişmesini engelleyecek bir işe girmeye zorlanmayacak ve izin verilmeyecektir.
10. İlke:
Çocuk ırk, din ya da başka bir ayrımcılığı teşvik eden uygulamalardan korunacaktır. Anlayış, hoşgörü, insanlar arası dostluk, barış ve evrensel kardeşlik ortamında enerji ve yeteneklerini diğer insanların hizmetine sunulması gerektiği bilinciyle yetiştirilmelidir.



Şimdi bir bakalım: Irak'da, Afganistan'da, Filistin'de çocuklara neler oluyor? Normal yaşam koşullarını bir kenara bıraktık; bu ülkelerde ne yazık ki çocuklar AĞLIYOR!.. Şiirde dile getirildiği gibi vatanları gözyaşları ve kanla ıslanıyor! Göklerde uçurtma yerine bombalar uçuşuyor! Şarkı sesleri yerine ağıt, feryat sesleri yeri göğü inletiyor! Ama ne çare ki bugünü "Dünya Çocuk Günü" ilân eden ve sözde evrensel bildirgelerle senelerce kitaplara konu edilerek anlı şanlı kutlamalar yapan Birleşmiş Milletler; konu üzerinde ne düşünürler, bilinmez... Zira bu çocuklar, ne Batılı, ne de Hıristiyan! O halde bildirgenin aksine, "din, dil, ırk" gözetimi yapılıyor olsa gerek ki, ses seda çıkmıyor!


Bu durumda halen yürürlükte olan bildirge, sadece kağıt üzerinde yazılmış olmakla kalıyor herhalde... Muhtemel 5 Ekim 2009 günü de bu bildirge dahilinde, Birleşmiş Milletler'e üye ülkelerce kutlamalar yapıldı. Ama o kutlamalar yapılırken bu ülke çocuklarının, yaşama haklarının dahi ellerinden alınarak acılara terk edilmesine seyirci kalanlar, ne hissettiler acaba? O halde, nerede kaldı bu anlı şanlı, yaldızlı yazılmış haklar? Bildirgeyi okurken hakkın ve adaletin -yeryüzündeki neredeyse iyilik melekleri gibi- temsilcileri konumunda olan Birleşmiş Milletler'in daimi -Amerika Birleşik Devletleri, Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya, İngiltere, Fransa- karar vericileri; bugün bu duygulardan uzak, görünmez bir yerlerde saklanıyorlar olsa gerek... Varlığını gören, duyan var mı?

Sevgi ve saygılarımla!

4 Ekim 2009 Pazar

Bu Açıklamalar "Dut Gibi Silkelenecek" Sözler!















Kişi salt bir öğrenci olarak kalırsa, öğretmenine borcunu ödememiş sayılır. NIETZSCHE


Elhamdülillâh Müslümanım! Ve Türküm!

Evet, "AVRUPA Konseyi İnsan Hakları Komiseri Thomas Hammarberg, Türkiye’de “azınlıklar” ile ilgili yayınladığı raporunda okullarda öğrencilerin söylediği “Ne Mutlu Türküm diyene” sözünü eleştirdi ve bununla “etnik ayrımcılık” yapıldığını öne sürdü."


İşte gazete manşetlerine düşen haber böyle diyor! Yani "Hz. Muhammed Allah'ın kulu ve elçisidir." şehadetini bırakın deme cüretinden sonra, şimdi de "Ne Mutlu Türküm" ifadesinin peşine düştüler! Zira bu düşünce kendilerini, rahatsız hissetmelerine neden oluyor; söylemlerine bir de kılıf bulmuşlar! Neymiş o muhteşem (!) gerekçe; bunun bir "etnik kökenin yüceltildiği" gibi saçma sapan bir zırva! Oysa tek sıkıntıları bir an evvel ülkemizin paramparça edilerek, lokma lokma yutma peşinde olduklarını açıkça söyleyememeleri. İşte bu şekilde bizi, etnik ve mezhepsel anlamda birbirimize düşürme gayretlerini, perdeleme içerisinde oldukları ise, artık bir sır olmaktan çıkmıştır.


Hâl böyle olunca da batı menşeli, hepimizin bildiği üzere "Kırmızı başlıklı kız" masalı hemen aklıma geliyor. Masaldaki maskelenmiş kurt, masum ve bir şeyden habersiz kızın sorularına nasıl karşılık veriyordu; "Seni daha iyi duyabilmek, daha iyi görebilmek ..." gibi aldatmacalarla. İşte şimdi bu maskeli kurt, koskoca Türk miletini yeme-yutma peşinde; ve bizleri, kandırmak için bu türden "dut gibi silkelenecek" gerekçeler sıralıyor!.. "Sen Kürtsün! Sen Lazsın! Sen Alevisin!" falan... Ama biz, o masalı çocukluğumuzda dinledik! Yani kandıracaklarını düşündükleri kişiler, bir büyük ulus! Ve o ulus, bu badireleri çoktan atlattı! Hem de ağır bir bedelle! Üstelik o bedelin altında kalanlar da yine kendileri oldu!..


Aslında Batı, diye tanımladığımız kavram; İstiklâl Marşımızın yazarı Mehmet Akif Ersoy'un dediği gibi "Tek dişi kalmış canavar!" Evet o canavar; çocukluktan beri iyi tanıdığımız "Kırmızı başlıklı" kızı kandırarak yemeye çalışan aynı maskeli KURT! Onu hepimiz, çok iyi tanıyoruz! O halde bu aldatmacalara kanmıyoruz, kanmayacağız! Büyük Atatürk, bu sözü işte bu kurtların, emellerini iyi bildiği için söylemiş; ve bizi, birbirimize kenetleyen genel bir üst kimliğin adı olarak ortaya koymuştur! Zira ne diyor Atatürk; "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına TÜRK milleti denir" diye bir ortak tanımlama getiriyor. Bu aynı zamanda bizim kuruluş felsefemizdir!


O zaman da büyük bir gururla diyorum ki; Evet Batılılar, istese de istemese de "Ben Müslümanım!" ve Hz. Muhammed Allah'ın kulu ve elçisidir! Bu bağlamda tüm değerlerimi de özgürce yaşamak için ulusumuzun simgesi haline gelen; "Ne Mutlu Türküm diyene!" ifadesini de söylemekten onur duyacağız. Zira Batı, kendisinden olmayana yaşama hakkı tanımayacak kadar da tıpkı Mehmet Akif ERSOY'un ifade ettiği üzere, "Tek dişi kalmış canavar!"


Sevgi ve saygılarımla!