29 Nisan 2009 Çarşamba

Acılarınız, Acılarımızdır!
















Kurdun kuzuyu yemeye niyetlenmesinde şaşılacak bir şey yok. Şaşılacak olan odur ki, bu kuzu, kurda gönül bağlamış, aşık olmuştur. MEVLANA

*****

Maalesef, millet olarak yüreklerimiz bir kez daha dağlandı. Henüz emniyet mensubu şehidimizin acısını üzerimizden atamadan gelen haber; bitmek tükenmek bilmeyen göz yaşlarımıza, bir yenisinin daha eklendiğini haykırıyordu. 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9 derken, arkadan 1 tane daha... Evet, bugünün bize biçtiği rakam; tam 10 tane vatan evladı, şehit yavrularımız... Hain bölücüler, hiç utanmadan canlarımıza kıydılar. Vatanları uğruna gözlerini dahi kırpmadan, topraklarımızı korumak ve kollamak için çıktıkları yolda, hem de kendi topraklarımız üzerinde şehit edildiler! Alçakça yapılan bu hain saldırıya karşı, içte ve dışta ülkemizin bölünmez bütünlüğüne kastedmiş kişileri, millet olarak lanetliyor ve kınıyoruz!
*
*****
*
Bu hain saldırının baş aktörleri; elbette ki vatan topraklarımız üzerinde, gözleri olan dış güçlerdir. Zira yıllardır üzerimizde oynadıkları oyunlar, bir türlü bitmek tükenmek bilmiyor. Ama en önemlisi, içimizde olan ve bu büyük oyunu destekleyen hainler; evlerinde sıcacık yataklarında uyurken, keyfe keder yaşamlarını sürdürürken, bu rahatlığı ve huzuru sağlayan, işte bugün haince öldürdükleri o gencecik vatan evlatlarımıza borçlu olduklarını, sakın ola unutmasınlar!!! Şayet bu sıcak coğrafyanın içerisinde huzurlu ve sakin bir hayat sürdürüyorsak, işte biz bunu Türk Ordusuna borçluyuz! Onların yokluğu bilinmelidir ki, bizimde yok oluşumuzun ta kendisidir. Bunu anlamak için sadece ama sadece hemen yanı başımıza bakmak yeterli olacaktır!..
*
*****
*
Bu bölgede süren kanlı savaşların, tarih boyu bitmeyen çekişmelerin bir parçası şu ana kadar olmadıysak, bilinmelidir ki bunu büyük Atatürk'ün kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti'ne ve onun yılmaz koruyucusu Türk Ordusuna borçluyuz! Bu ordu ki gittiği her yere barış, huzur ve kardeşlik getirmiştir! Bu büyük milletin büyük ordusu dünyanın her yerinde büyük bir saygınlık kazanmış, insani görevini yerine getirmeye kendini adamıştır. Hani şu sıralar bizlerin üstüne yıkmaya çalıştıkları büyük yalan "Ermeni soykırımı" safsatalarıyla hedefleri; ülkemizi parçalamak ve 1919'da yapamadıklarını tekrar denemeye kalkıştıkları gibi! Bunu iyi okumak gerekiyor.
*
*****
*
Büyük Türk milletinin bu acılı günün acısı olan; 10 vatan evladımızın, şehit kanlarıyla sınırları çizilmiş bu toprakları, koruma ve kollamada canlarını vermede tereddüt etmeyen yiğitlerimizin; elleri öpülesi anne ve babalarının yüreklerine düşen bu ateşi, bizler de bir o kadar yakından hissediyor ve canımızın yandığını bir kez daha buradan ifade etmek istiyorum. Yaşatma arzusunu yaşama arzusundan üstün tutan şehitlerimize Allah'tan rahmet, yakınlarına ve yüce Türk ulusuna ise, baş sağlığı diliyorum! Sevgi ve saygılarımla!

27 Nisan 2009 Pazartesi

Yüze Yüze, Yüze Vardık

















"İdealler o kadar değerlidir ki, o yolda mağlup olman bile zafer sayılır."



14 Nisan 2008'de bir deneme yazısı ile başladığım makalelerime bir de baktım ki 100'e ulaşmış. Harika! Bugün 100. makalemi kendime "moral yazısı" olarak ayırarak, belki de bir "aferin"i haketmek istedim. İşte bu yüzden kendime ödül olarak ilk "aferin" benden diyerek, bakınız bu sürece nasıl geldiğimi izniniz olursa sizlerle paylaşmak istiyorum. Gazeteport'un açmış olduğu "yazar aranıyor" adlı bir yarışmayı tesadüfen gördüm. Ondan sonra kendi kendime "acaba, ben de yazsam nasıl olur?" diye bir düşündüm. Zira bundan epeyce bir süre önce düşüncelerimi rasgele bir şekilde yazıya dökerek bir deneme yapmıştım. Ama, nasıl oldu bilmem bir gün klavyenin bir tuşuna bastığım anda tüm yazılarım yok oldu!.. İnanılmaz bir acı duydum. Hatta bir müddet ağladığımı biliyorum. O gün benim için oldukça kötü bir gündü. Eşimin beni teselli etmek için elinden gelen herbir şeyi yaptığını, oğlumun ise ne olduğunu anlayamayan bir davranışla "Ufff! Anne, yapacak bir şey yok!" dediğini şu anda hatırlayarak o günlerime tekrar döndüm sanki...
*
******
*
Gazeteport'da 18 makale ile bir yarışma heyecanı yaşadım. Bununla birlikte gazetenin belki de asıl amacı olan; okur ve üye sayısını artırmak için, çok okunma ve puanlama sistemini önceleri pek anlayamadım. Daha sonraları bu yarışmanın kişiliğime ters olduğunu anlayarak, buradan çıkma kararı aldım. Zira hergeçen gün beni yıpratan gelişmeler yazı yazma isteğimi adeta kırar duruma getirdi. Çünkü, benim asıl amacım duygu ve düşüncelerimi yazıya dökerek keyif almak, huzur duymaktı. Oysa burada herşey bambaşka olmaya başladı. İşte o an karar vererek buradan derhal ayrıldım. Ancak asıl keyifli olan, yazma duygumu devam ettirmekde de kararlı olduğum kesindi.
*
*****
*
2008 Ağustos sonlarına doğru, bu sayfayı açarak, daha bir rahatlıkla yazılarıma kendi çapımda devam etmeye başladım. İnanılmaz mutlulukla ve üstelik resimlerle destekli duygularımın ve düşüncelerimin aynası olan makalelerimi devam ettirmeye başladım. Biliyor musunuz, artık hiç bir şey bana bu kadar keyif veremezdi!!! Hergün kontrol ettiğim, büyük bir özenle üzerine düştüğüm bu zevk; bana bir uğraş dahi olmaya başlamıştı bile! Kendime duyduğum güven bu yazılarla daha bir pekişerek, gerçek anlamda "ben buyum"a dönüştü. Satırlarımın her biri, büyük bir içtenlik ve büyük bir sevecenlikle yazılmış; her bir kelime itinayla seçilmiş yazılarımın hepsinden ayrı bir zevk aldığımın göstergesi olsa gerek! Bu sayfa, kimse tarafından ziyaret edilmese de benim inancım; ulaşabildiğim en ücra kimselerle duygularımı paylaşmanın bir hazzı olduğunu hissediyor olmamdır. Bu süreç zarfında ise paylaşmanın korkunç keyfini aldım, almaya da devam edeceğim ümidiyle, gayretlerimi sürdüreceğim diyorum.
*
*****
*
İnanılmaz keyif veren yazmanın ne demek olduğunu, bugün galiba daha iyi anlıyor ve yaşıyorum. Buradan Gazeteport'a da sesimi duyurmaya vesile olduğu için sonsuz teşekkürlerimi iletmeden geçemiyeceğim. Yine bu anlamda sessiz sedasız beni okuyan, harika saydığım değerli şahsiyetlere de sonsuz minnet duygularımı arz etmekten büyük onur duyacağım. Ben biliyorum ki, çok değerli, müstesna ve bir o kadar da mütevazı olan kişiler, yazılarımı okuyarak, beni onurlandırmışlardır. Bu büyüklükleri aynı zaman da bir desteğe dönüşerek, bana moral ve yazma şevki verdiklerini izninizle belirtmek isterim! Yine yazılarımı yazmam da en büyük destekçim sevgili eşimi ve oğlumu da elbette unutamam.
*
*****
*
100. makalemi bu şekilde tamamlayarak, tanıdığım tanımadığım tüm okurlarıma, sonsuz teşekkürlerimi iletmekten büyük onur duyarım. İşte ne bileyim, bundan sonra elimin erdiğince ve kalemimin yettiğince araştırarak büyük bir heyecanla yazmaya devam edeceğimi umut ediyor, nice 100 yazılara olsun diyorum!
Sevgi ve saygılarımla!

23 Nisan 2009 Perşembe

Asma Gaz Lambası, Tahta Sıralar...











Anadolu illerinden yeniden seçilen 285 ve İstanbul'dan kaçabilen 78 milletvekili, Ankara'ya geldiler. İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni oluşturdular. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920 Cuma günü, Atatürk'ün 21 Nisan 1920 günkü bildiriminde önerdiği törenle açıldı. sf:106
M.Kemal Atatürk'ün 21 Nisan 1920 Tarihinde Ülkenin Tamamına Gönderdiği TBMM'nin Açılış Bildirisi

1. Allah'ın yardımıyla 23 Nisan Cuma günü, Cuma namazından sonra Ankara'da Büyük Millet Meclisi açılacaktır.
2. Yurdun bağımsızlığı, yüksek halifelik ve padişahlığın kurtarılması gibi en önemli ve ölüm dirimle ilgili görevleri yapacak olan bu Büyük Millet Meclisi'nin açılış gününü cumaya getirmekle o günün kutsallığından yararlanılacak ve bütün sayın milletvekilleriyle birlikte, kutlu Hacı Bayram Camii'nde cuma namazı kılınarak, Kur'an'ın ve namazın nurlarından ışık alınacak ve güç kazanılacaktır. Namazdan sonra Peygamberimiz'in kutlu sakalı ve kutsal sancak alınarak meclisin toplanacağı özel yere gidilecektir. Toplantı yerine girilmeden önce bir dua okunarak kurbanlar kesilecektir. İşbu törende, camiden başlayarak, Meclise kadar Kolordu Komutanlığınca askeri birliklerle özel tören düzeni alınacaktır.
3. O günün kutsallığını güçlendirmek için bugünden başlayarak valiliklerde, vali beyefendinin düzenlemesiyle hatim indirilecek, muhayiri şerif okunacaktır. Hatmin son kısımları cuma namazından sonra Meclis binası önünde tamamlanacaktır.
.....
6. Yüce Allah'dan tam başarıya ulaştırmasını yakarırız. sf:104/105



Türkiye Büyük Millet Meclisi, ülküsü, kuruluş biçimi ve kendisine tanıdığı özellikler bakımından; Meclisi oluşturan düşünce yurdun güvenliğini ve devletin bağımsızlığını sağlamak için; Savaş Bırakışması'nın imzalanmasından sonra, yurdun her bölümünde ve hemen hemen aynı dönemde beliren ve ulusal kongrelerde bir örgütlenme olarak anlam kazanan ulusal iradedir. sf:108
Tarihsel olaylarla Söylev "NUTUK" / Baki KURTULUŞ


*
*****
*
Evet; 23 Nisan 1920, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılması gerçeği Atatürk'ün gerçekleştirmiş olduğu en büyük devrimlerden birisidir. Aynı zamanda bu bir hukuk devrimidir. Yine Türkiye Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin halk devleti olarak örgütlendiği tarihtir. Bu konuda, gazeteci Yunus NADİ'nin Atatürk'le yapmış olduğu sohbetlerinden konuyla ilgili önemli saydığım bir bölümü buradan aktarmak isterim;
...
- Canım Paşam, teori çok güzelse de, durumun gerekleri de acele etmeyi emretmektedir. Meselâ Ankara’da beni huzursuz eden en büyük şey ordunun yokluğudur. Gerçek şu ki, eğer elimizde dayanacak bir ordu bulunmazsa bütün bu güzel teori suya düşüp gidebilir.
- İşte aramızdaki fark özellikle burada göze çarpıyor. Bence Meclis teori değil, gerçektir ve gerçeklerin en büyüğüdür. Önce Meclis, sonra ordu Nadi Bey. Orduyu yapacak olan millet ve onun yerine Meclistir. Çünkü ordu demek yüz binlerce insan, milyonlarca ve milyonlarca servet demektir. Buna iki üç kişi karar veremez. Bunu ancak milletin karar ve kabulü meydana çıkarabilir ve bir kere bu hale geldikten sonra, milletin hayat ve varlığına zıt olan haksızlık ve baskının tamamını bertaraf etmek yetkisini yalnız teori olarak değil, fiilen de kazanmış oluruz.
Paşa ile bu yolda çeşitli meseleleri inceleyen konuşmamız gecenin saat üç buçuğuna kadar sürdü. Odalarımıza çekildiğimiz zaman Ankara’nın boşluğu gözümden silinmiş, bütün vatan bence, canlı insanlarla dolu bir sağlamlık ve güzelliği ile gözleri eğlendiren bir gül bahçesi olmuştu. İlk defa olarak, vicdanen de huzur içinde, çok rahat bir uyku uyudum. Kurtuluş Savaşı Anıları; İstanbul, 1978, sf: 260
*
*****
*
Kısaca, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı;
Egemenlik yönetme yetkisidir. Ulusal egemenlik; yönetme yetkisinin ulusta olmasıdır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde egemenlik padişaha aitti. Osmanlı Devleti Mondoros Ateşkes Antlaşması'yla birlikte fiili olarak işgal altına alındı. Güzel ülkemiz İngilizler, Fransızlar, Yunanlılar, İtalyanlar tarafından paylaşıldı.
Mustafa Kemal Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak için İstanbul’dan Samsun'a 19 Mayıs 1919 günü geldi. Samsun'dan Amasya'ya, oradan Erzurum'a ve Sivas'a gitti. Sivas ve Erzurum'da kongreler yaptı. Mustafa Kemal Atatürk egemenliğin ulusta olduğuna inanıyordu. Bu inançla "Ulusu yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır. Tek bir egemenlik vardır, o da ulusal egemenliktir." ilkesini öne sürdü.
Ankara'nın o günkü şartlarında Meclis'in toplanabileceği elverişli bir bina yok gibiydi. Sonunda, İkinci Meşrutiyet döneminde, İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak yapılmış tek katlı bir bina uygun görüldü. Eksik kalmış yapı tamamlandı, okullardan toplanan ve halkın katkısıyla sağlanan eşyalarla donatıldı. O yıllarda Türkiye yokluk içindeydi. Milletvekillerinin oturduğu sıralar bir okuldan getirildi. Meclis gaz lambası ile aydınlanıyor, soba ile ısınıyordu. Top seslerinin Ankara'da duyulduğu zamanlarda bile meclis düzenli toplandı. Ulusal Kurtuluş Savaşı'yla ilgili bütün kararlar bu mecliste alındı.



23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, günümüzde uluslararası düzeyde kutlanmaktadır. Bu büyük bayramımız aziz Türk milletine kutlu olsun! Şükranlarımı sunuyorum Büyük ATAM...
Sevgi ve saygılarımla!

19 Nisan 2009 Pazar

"Toplum Olarak Beyin Ameliyatı Geçiriyoruz" Diyen...











"Türkçe giderse,
Türkiye Gider!
Yabancı dille eğitim
ile Türkiye gider." Prof. Dr.Oktay SİNANOĞLU


"İngilizce'nin Evrensel Olduğu Yutturmaca

Anadolu Liseleri, vs. almış yürümüş. Kamuoyuna öyle yayılmış ki, herkesin aklı fikri İngilizce öğrenmek, yabancı okula gitmek. Korkunç bir sömürgecilik yöntemidir. Bu tarihte eşi az görülmüş (İşte İrlanda'da görülmüş ama adamlar hemen uyanmış) korkunç bir sömürgecilik oyunudur.Çok tehlikelidir. Dil giderse, gönül dediğimiz, ciğer dediğimiz şey de gider. Haysiyet de gider. Böylece tam sömürge kafalı insanlar yetişir. Millete bir kaç şey yutturmuşlar. İngilizce evrensel dildir. Herkesin İngilizce bilmesi gerek demişler. Yok öyle bir şey. Bu Amerikalıların ve İngilizlerin bilinçli bir şekilde yaymaya çalıştıkları bir uydurma. Herkes kendi dilini geliştirmeye çabalarken, bizim "Ayarlı Çevre" hâlâ İngilizce evrenseldir, başka hiçbir dil kalmayacak teraneleri anlatıyor. Gerçek böyle değil tam tersi.



İkinci yutturmaca bilimin teknolojisinin ancak İngilizce bilerek geliştirileceği. Bu da büyük yalan. Bir insan ancak kendi dilinde bilim yapabilir. Düşünün ki, fiziğin çok karışık bir kuramı, örneğin görelilik ya da kuantum kuramı. Bu kuramları en iyi bildiğin dilde oku, anlayıncaya kadar canın çıkar. Şimdi bu kuramları mı öğreneceksin, yoksa bu dilde bu sözcük neydi onu mu anlayacaksın. Dünyanın hiçbir yerinde hem yabancı dili hem de belli bir konuyu aynı anda yabancı dille öğretim yaparak öğreteceksin diye hiçbir usul yoktur bu iki sömürge ülke hariç. Bu çok büyük bir oyundur. Batılıların bu ülkenin geleceğini karartmak için pazarladığı dehşetli bir oyundur. Ne yazık ki son sürat ilerliyoruz. Millet bir yarışa sokulmuş, İngilizce eğitim yapan okullara gitmek için." Sf: 265/266



"Anadili unutturuluyor

Bakın, Kelt toplumu tamamen Gaelik diliyle yaparken, bu yeni uygulama geldikten sonra bir buçuk nesil sonra, İrlanda'da Gaelik dilini bilenler yüzde 30'a düşüyor...İngilizler; İrlanda'da yaptıklarını daha sonra Hindistan'da ve Pakistan'da yapmışlar. Fransızlar da Cezayir'de uygulamışlar aynı oyunu. Cezayir'de okumuş kesim, Arapça'ya köylülerin dili diyor ve Fransızca konuşuyor. Cezayir'e iyi bakmak lâzım." Sf: 296/297



Türkiye'deki eğitim; Eğitimi anaokulundan üniversiteye kadar bir bütün olarak alıyorum. Eğitim sistemimizin tamamında kanser hastalığı var. Türkiye'de 1953'e kadar çok iyi bir eğitim sistemi vardı. Meselâ bakın, dünyanın her tarafında büyük başarılar kazanan mühendis ve işadamları İTÜ'den mezundur. Ben normal lisede okudum. Lisede aldığım eğitim çok iyiydi. Düşünmeyi öğretiyordu. Liseden sonra bizi Amerika'ya gönderdiler ve bu eğitimle Amerika'nın en iyi üniversitesinde 3 sınıf atladık. Bize öğrettikleri dersleri bildiğimizi görünce çok şaşırdılar ve bunların Türkiye'de öğretildiğine inanamadılar." Sf: 314


*
****
*

Evet, bu düşündürücü ve bir o kadar da endişe verici gelişmelerin habercisi olan değerli hocamız Prof. Dr. sayın Oktay SİNANOĞLU; aynı zamanda dünyanın en genç profesörlük ünvanına sahip, "Türk Aynştaynı" olarak da anılmaktadır. Kendilerinin değerli katkılarıyla bizleri bilgilendiren kitaplarının arasında yer alan, "BYE BYE TÜRKÇE" den alıntılar yaparak, konuya değinmek istedim. Şüphesiz ki, bu düşüncelerin yanında bize söyleyecek söz düşmez. Ruhumdaki endişenin en güzel tercümesi olacak bu cümleler; umut ederim, hepinizin hislerine tercüman olmuştur. Zira bu yazıma neden olan gelişme; "İTÜ Senatosu %100 İngilizce eğitime geçme kararı aldığını" basın ve televizyonlardan öğrenmiş olmamdır. Bir eğitimci ve Türk vatandaşı olarak bu haber beni son derece etkileyerek, derinden üzdü.



"Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır." diyor, büyük Atatürk. Sevgi ve saygılarımla!

12 Nisan 2009 Pazar

Milli Şehidimizi UNUTMADIK!
















*
*****
Kemal Bey için; Birinci Dünya Savaşı yıllarında kaymakamlık yaptığı Boğazlıyan kazasında, tehcire tabi tutulan Ermenilere eziyet ettiği iddia edilmiştir. Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, 10 Nisan 1919 günü Beyazıt'ta idam edildiğinde henüz 35 yaşındaydı..
*
*****
*
........
"İzmir'deki, bir Rum gösterisinde etrafa rasgele ateş eden Rumlar, polis Hamza Efendi'yi vurmuşlar, Türk makamları, gazetelere de yansıdığı halde, katili aramaya cesaret edememişti. İstanbul'da da, sarhoş iki Yunan askeri Türk kadınlarına tacizde bulunurken kendisine engel olmaya çalışan polis Hüsnü Efendiyi vurup öldürmüş, ama halk tarafından yakalanmasına rağmen, Yunan ordusu katil Yunan askerlerini karakoldan almışlardır.



İstanbul ufuklarını kara bulutlar küme küme sarmıştı. Tarih 10 Nisan'ı (1919) gösteriyordu. Vakit ikindiyi biraz geçmiş, onbinlerce insan Savunma Bakanlığı'nın önündeki Beyazıt Meydanı'nda toplanmıştı. Meydan ortasındaki çınar ağacının altında üç ayaklı idam sehpası kurbanını bekliyordu... Sehpanın çevresinde İngiliz, Fransız ve İtalyan askerleri, hâkim yerlerde makineli tüfekler vardı. Biraz sonra silahlı bir manganın arasında, elleri arkasından bağlı, üzerinde beyaz idam gömleği ile 35 yaşlarında Kemal Bey göründü. İdam sehpasına çıkarılıp, boynuna yağlı ilmek geçirildi. Dini töreni Kadıköy- Mecidiyeköy ve Üsküdar Dergâh Şeyhi Münip Efendi yönetiyordu. Meydandakiler arasında Tıbbiyeli öğrenciler de bulunuyordu. Kemal Bey'e son sözleri sorulunca, binlerce Türk'e bağırarak:
"Sevgili vatandaşlarım! Ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. (...) Beni ecnebilere yaranmak için asıyorlar. Eğer adalet buysa,
"kahrolsun böyle adalet!" dedi. Beyazıt Meydanı'nı dolduranlar da cevap verdiler:
"Kahrolsun böyle adalet!"
"Kahrolsun gâvurlar!"
"Kahrolsun hükümet!"
Mazgal deliklerinden (küçük pencerelerden) kendisini izleyen Bekir Ağa Hapishanesi'ndekiler ve halk gözyaşı dökerken Kemal Bey, devam etti:
"Vatan uğrunda cephede ölen bir Mehmetçik gibi şehit gidiyorum. Çocuklarımı asil Türk milletine emanet ediyoprum. Allah vatanımıza ve milletimize zeval vermesin!"
"Amin!"
Halkın "âmin" sesleri arasında bir ihanet sesi duyuldu:
"Söyletmeyin bu alçak herifi!... Hemen asın bu köpeği. Ne duruyorsunuz it oğlu itler!"
İngiliz işbirlikçisi Sait Molla'nın sesiydi bu.
İdam sehpasındaki görevli çingeneler, Kemal Bey'in altındaki sandalyeye tekmeyi vurdular!..
Güneş utancından İstanbul'un semalarını terk etmek için acele ederken Kemal Bey darağacında kuru bir yaprak gibi sallanıyordu!.. Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, vatanını savunduğu için işgalciler ve yerli, işbirlikçiler tarafından idam edilmişti...



Kemal Bey sallanırken, elinde sefer tası yaşlı bir adam kalabalığı yara yara öne geçmişti. Sehpada sallanan genç adamı görünce sesi meydanı çınlattı:
"Kemaaaaaal!.."
Yaşlı gözler, ihtiyar adamın üzerinde toplandı. Adamcağız, elindeki sefer tasını, ekmek bohçasını fırlatıp, önünü kesmek isteyen askerleri tepeleye tepeleye sehpaya ulaştı ve Kemal'in soğumamış ayaklarına sarıldı, hüngür hüngür ağlamaya başladı.İdam mangasının kumandanı çekinerek sordu:
"Kimsiniz efendi?"
Yaşlı adam hıçkırırken cevap verdi:
"Evladımdır!.."Bu sırada İngiliz, Fransız ve İtalyan askerleri meydandaki kalabalığı dipçiklerle dağıtmaya başlamıştı...



Daha sonra Tıbbiyeli öğrenciler Kaymakamı yalnız bırakmadı. Mezarı başına kadar gittiler. Elindeki çiçeği mezara bırakan gençlerden biri şu konuşmayı yaptı:
"Dinle ey Türk milleti!.. Müslümanlar dinleyin!..Kemal'i şehit ettiler. Bilmiyorlar ki, şehitlik mertebesine ulaşmak isteyen binlerce Kemal sırada bekliyor. Ne bekliyoruz? Felâketimizi hazırlayan İngilizler'i vatandan atmak borcumuzdur. Onları yok etmeden bize hürriyet yok. Odesalılar İngilizler'i Odesa'dan attılar. Biz Odesalılar kadar yok muyuz? Haydi biz de onları İstanbul'dan kovalım! Allah'ın yardımıyla, yakında İngilizler'in kafalarını ezeceğiz!.."
Hulki CEVİZOĞLU / İşgal ve Direniş, sf: 95-96-97
*
*****
*
Ermenilerin baskısı sonucu idam edilen Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, ölümünün 90. yıl dönümünde anıldı. Atatürk'ün talimatıyla TBMM tarafından "Milli Şehit" unvanına layık görülen Kemal Bey'i unutmadık. Türk milletinin kalbinde yaşayan şehidimize bir kez daha Allah'tan rahmet diliyoruz! Sevgi ve saygılarımla!

11 Nisan 2009 Cumartesi

Pişkinliğin Bu kadarına da PES!..









"Biz kimsenin düşmanı değiliz! Yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız." Sözleri ile insanlık sevgisini bütün dünyaya kanıtlamıştır. Bugün özgürlük ve demokrasiyi arayan bütün milletlerin Atatürk'ün çizdiği yoldan gitmeleri kurtuluşları olacaktır.
*
*****
*
Batı'nın İslâm kini bitmek tükenmek bilmeden, tüm hızıyla devam ediyor. Son olarak Danimarka'da Peygamberimiz Hz. Muhammed'e karşı yapılan hakaretlerin devamı niteliğindeki bir yenisi de, Nato Genel Sekreterliğine yeni atanan Danimarka Başbakanlarından Andres Fogh Rasmussen; daha yeni görevi garantilerken, bırakınız özür dilemeyi, geçmişte yaptıklarını tescillercesine, hakaretlere devam edildi. Küstah karikatüristin imzasıyla piyasaya sürülen, kartpostal karikatürlerin satışına başlandı. Vallahi, buna "pes" demekten başka bir şey bulamıyorum. Zira şu yapılanlara bakınız; uygar (!) Batılı devletler nasıl bir savunma ileri sürüyorlar; "ifade özgürlüğü" Aferin! Artık insanlar birbirlerine olanca hakareti ve küfürleri, hiç çekinmeden ve sıkılmadan kışkırtarak sıralasınlar. Neymiş efendim; "ifade özgürlüğü"ymüş!!! İnsan hakları savunucuları (!) böyle diyorlar! Bir tek bu medenî (!) düşünceyi biz anlayamıyoruız! Zira bizlerin vahşi (!) millet olduğumuzu öne sürdükleri için, olsa gerek!!! Peki bu insani (!) ve çağdaş (!) Batı devletlerine bir kez daha iyi bakalım o halde;
*
*****
*
Tarihte İslâm'ın paklığını, şefkat ve adaletini gösteren pek çok örnekler bulunduğu gibi; insanlıktan çıkmış olan küfür ehlinin gaddarlık, zulüm ve vahşetini sergileyen pek çok örnekler de mevcuttur. Haçlı seferleri'nden günümüze kadar süregelen haçlı barbarlığı ve Yahudi ve Hıristiyanların kendi dinlerinden olmayanlara, özellikle Müslümanlara yaptıkları zulüm ve katliamlar bunun en açık kanıtlarıdır. Asırlar boyunca Müslümanlara her türlü vahşet ve barbarlığı uygulayan, sonra da utanmadan bu vahşet ve barbarlığı Müslümanlara atfetmeye kalkışan bu zihniyetteki devlet yönetimleri; tarih boyunca ortaya attıkları çirkin yalan ve iftirâlarını bugün de çeşitli yollarla sürdürmektedirler; cehalet, zulüm ve vahşetle dolu olan karanlık geçmişlerine bakmadan; İslâm'ı "tedhiş" dini, Müslümanları da "tedhişçi" gibi göstermeye küstahça cüret etmektedirler.
*
*****
*
Bakınız, Allah bu zihniyet sahipleri için ve Müslümanlara karşı gönüllerinde besledikleri kin ve nefretin büyüklüğüne dikkati çekerek, şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler! Sizden olmayanlardan hiçbir sırdaş edinmeyin. Onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar. Hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların kinleri konuşmalarından apaçık ortaya çıkmıştır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz size âyetleri açıkladık." Âl-i İmrân Sûresi, 118. Âyet
Burada küfre ve inkar edenlere yönelenler için bir uyarıdır. Yani size bu ilâhi hükümleri hatırlatıyoruz ki, onlardan her zaman uzak durun ve tehlikelerinden sakınmak için daima uyanık bulunun. Onlara bu gözle bakma eyilimini kaybedenler bu tehlikeyi algılamaktan da mahrum kalmışlardır. Bu ilâhî hüküm hafızalardan çıkarılmamalı, bugün ellerine fırsat geçse -dün olduğu üzere bugün de Irak, Afganistan, Filistin vs. deki gibi- yine aynı şeyi yapacakları unutulmamalıdır.
*
*****
*
Bu arada bir noktaya daha izninizle dikkat çekmek isterim. Geçtiğimiz günlerde ülkemize gelen ABD Başkanı için yapılması gereken normal güvenlik önlemleri dışında seyreden, anormal boyutlardaki koruma ve kollamaları görünce kendimi Holivud filmi izler gibi hissederek, korku ve heyecana kapıldım. Nitekim bu tür filmlerle dünya kamuoyunda "güç" bulan Amerika, yine aynı türden bir görüntüyle, adeta dünyaya bir mesaj vermek istedikleri kanısına kapıldım. Hissettiğim şeyler arasında, sanki bu türden psikolojik bir güç gösterisiydi! Kime karşı, bu kadar güvenlik önlemleri? Sorusuna cevap ise, işte orası da, ayrı bir muamma! Zira geçmişte Amerika başkanlarından Kenedi'nin ölümüyle birlikte arkasındaki entrikaların sahibi olan "gizli güçler" değil miydi? Hâlâ bu cinayetin perde arkası açığa çıkarılamadı! Demek oluyor ki, şimdiki Amerika başkanını da getirenler, yine aynı güçler olarak algılıyorum. O zaman bu kadar "güç" gösterisi kime karşı?
*
*****
*
Bütün bu kargaşa içerisinde, bizim de gerek kutsal kitabımızın buyurduğu üzere; "Aklımızı kullanarak", gerekse büyük önder Mustafa Kemal Atatürk'ün; "Manevi Mirasım Akıl ve Bilimdir!" işaretini takip ederek, esenliğe çıkacağımızı "görmek ve bilmek zorundayız!" diyorum. Sevgi ve saygılarımla!



8 Nisan 2009 Çarşamba

Hele Siz Bir Yüzleşin!











"İnsanları yücelten iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur- Kadının namuslu olması. Bu iki meziyetin yanında hem erkeği, hem kadını şereflendiren bir meziyet vardır. İcabında tereddütsüz canını feda edebilecek kadar vatanına bağlı olmak. İşte Türkler bu meziyetlere ve fazilete sahip kahramanlardır. Bundan dolayıdır ki, Türkler öldürülebilir, lakin mağlup edilemezler” Napolyon Bonapart, Fransız İmparatoru
*
*****
*
"Tarihinizle yüzleşin!" deniliyor. Ben tarihimi incelediğim kadarıyla hep gurur dolu bir geçmiş gördüm. Ancak yine de bir eğitimci gözüyle kısaca bu gurur sayfalarından derleme yaparak Batı'nın ısrarla görmek istemediği ve kendi utançlarını bizlere yapıştırmak, gayretleri olduğunun farkındalığını, kısaca belirtmek isterim.



"Türk olmak zordur, çetindir ve eziyetlidir. Üç kıtadan dönüp, bir küçük yarımadada misafir muamelesi görmektir. Sayısız imparatorluk kurmak Türk olmaktır, aynı zamanda sayısız imparatorluk yıkmak da Türk olmaktır.Türk olmak Kıbrıs’ta, Hocalı’da, Anadolu’da ve Balkanlar’da soykırıma uğrayıp karşılığında yapmadığın soykırımla suçlanmaktır.Türk olmak lisanının Avrupa’da yasaklanmasıdır ve yine Türk olmak kendini ve derdini anlatamamaktır. Avrupa’da hor görülmek Türk olmaktır, ataların bir çok asır önce Viyana’yı kuşattığı için ve hoş görülmemektir tabii ki sadece kuşatıp; Napolyon gibi bütün Viyana’yı yakmadığın için. Türk olmak Selanik’te Pontus Anıtı’nın, Viyana’da çiğnenen yeniçeri minberinin ve Malta’da papazın üzerine bastığı Türk bayrağı heykelinin önünden geçmektir.



Türk olmak; Truva’dan bu yana, Sümer’den bu yana serpilerek gelse de, tarihten eski bu topraklarda, bütün zamandan damıtılarak gelen yüksek değerlerine rağmen, bir haftalık hafıza ile yaşamaktır. Doğu Roma’yı da Batı Roma’yı da yıkıp, yeni Roma olan AB’ye girmeye çalışmaktır Türk olmak. Türk olmak; Mostar’da köprüdür, Kerkük’te kaledir, İstanbul’da Kızkulesi’dir, Anadolu’da buğdaydır, Çukurova’da pamuktur, Ege’de tütün, Karadeniz’de fındık, Trakya’da ayçiçeğidir.



Türk olmak Çanakkale’de ölmektir. Çanakkale’de ölmeden önce düşmana su vermektir, onun yaralısını sırtında kendi hastanesine taşımaktır. Düşmanın ardından rahmet okumak, kanlısından helallik almaktır. Sabahları odana rahmet dolsun diye, camı açmaktır. Kar yağdığında evsizleri düşünmektir. Balkon köşesine kuşlar için, kışın ekmek kırıntısı, yazın su koymaktır. Yağmura rahmet, kara bereket diye bakmaktır. Türk olmak, harap bir ülkede, zengin ülkelerin müstemlekesini reddedip, tahtadan kılıç ve ipten üzengi ile, paylaşacak ve sahiplenecek tek varlığı fakirlik olmasına rağmen, yedi düvele meydan okumaktır.Türk olmak askere davul-zurna ile uğurlanmaktır, belki de dönmeyeceğini bilerek. Türk olmak, annenin şehit oğlunun ardından "Bir oğlum daha olsun, onu da vatan için göndereceğim." demesidir. Babanın gözyaşlarını tutarak, tabutuna son kez dokunurken "Vatan sağ olsun!" demesidir.



Türk olmak Yunus’u bilmektir, Aşık Veysel’i sevmektir. Mevlana’yı, Hacı Bektaş-ı Veli’yi ve Hoca Yesevî -tek bir satırını okumasa da yüreğinde taşımaktır.Türk olmak, saz çaldığında, ney üflendiğinde, kös dövüldüğünde ve kaval çaldığında, yüreğinin derinlerinde bir sızı sezmektir, bir de Yemen Türküsü’nde…



Hayatın sana verdiklerine ‘Nasip’, vermediklerine ‘Kısmet’ demektir. Her işin ‘Hayırlısına’ inanmaktır ve ağlamamak için çok gülmekten çekinmektir.Türk olmak, Asya’da batılı, Avrupa’da doğulu diye tepki görmektir.Irk sözünü bilmeden yaşamak, yaradılanı Yaradan'dan ötürü sevmektir.Türk olmak en zayıf gününde bile dünyaya meydan okumak, en dertli gününde bile her ufunetin bir şafakta biteceğini bilerek tevekkül göstermektir.Türk olmak Anadolu’da her düşen yağmur damlasına hamdetmek, her çıkan başak için şükretmektir.Türk olmak, medeniyetler mezarlığı Anadolu’da dik durabilmektir." Alıntıdır.
Kısaca Türk olmak, hem de Müslüman olmak zor iştir, vesselâm!
*
*****
*
Evet görüldüğü üzere; biz tarihimizle ve kimliğimizle yüzleştik! Ya Batı, yüzleşti mi dersiniz? Bırakınız tarihiyle yüzleşmeyi, halen sürdürülen zulüm ve bir bardakta koparılan fırtınalarla birlikte, katliamlarla eşdeğer savaşların baş sorumlusu, kimler acaba? Dünyanın dört bir yanında, Türk olmanın, Müslüman olmanın bedelini, canıyla ödemek! Yurtsuz bırakılmaya çalışılmak! Kültürlerini değiştirmeye kalkışmak! Dillerini yok etmek! Yine bu azgınca ve insafsızca hırsları neticesinde, kendileri gibi olmayanı "Allah yarattı" demeden, soyunu kırdırmak kimlerin marifeti dersiniz?!
*
******
*
Evet, yaz yaz bitmez; Batı'nın tarihini saymakla yüzümüz kızaracak ve insanlığımızdan utanacak boyuttaki yüzleşmeyi; Batılı güçlere aynen ileterek diyorum ki; Biz tarihimizle yüzleştik ve gurur duyduk! Ya siz?
Sevgi ve saygılarımla!

6 Nisan 2009 Pazartesi

Duygu Dolu ve Sımsıcak...












Atatürk'ün Yaveri anlatıyor...


Gazi, çiftliğinde dolaşıp hava alırken, oldukça yaşlı bir kadına rastladı. Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.
- Merhaba nine. Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
- Merhaba dedi.
- Nereden gelip nereye gidiyorsun? Kadın şöyle bir duralayıp;
- Neden sordun ki, dedi. Buraların saabisi misin? Yoksa bekçisi mi? Paşa gülümsedi.
- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını salladı.
- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği, kavruk köylerinden birindeyim. Bizim muhtar bana bilet aldı; trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.
- Muhtar, niçin Ankara'ya gönderdi seni?
- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da... Benim iki oğlum gâvur harbinde şehit düştü. Memleketi gâvurdan gurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Ben de gün demeyip muhtara anlatınca, o da bana bilet aliverip saldi Angara'ya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte agsamdan belli böyle kendimi ordanoraya vurup duruyom bey.
- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı?
Kadının birden yüzü sertleşti.
- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki.. O bizim vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden gurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşiyoz. Sunun bunun gâvur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver.
Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek;- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu.
Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Pasa yani Atatürk işte karşında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı;
- Tek ineğimin sütünden kendi ellerimle yaptım. Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm. Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;
"Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun."
Sevgi ve saygılarımla!

5 Nisan 2009 Pazar

Aklın Kullanımı Devredilebilir mi?











İslâm dini, aklı olana hitap eder. Yani İslâm akıl ve izan dinidir. Dolayısıyla Kur'an'da akla hitap eder. Buradan yola çıkarak, yaşamın her adımında insan, aklını kullanmak zorundadır. Zira iyi ya da kötü anlamda yapılan her işin sorumluluğu, bireysel olarak kişilerin üzerindedir. Hesabını da, yine bireysel olarak bizler vereceğiz. Bunun dini boyutu da böyledir. Günahlarımızla, sevaplarımızla ödeyeceğimiz bedellerle birlikte mükafatlarımız da bireysel olacaktır. Şimdilerde hızla insanlara cemâat anlayışı yerleştirilmek istenmektedir. Zira aslında bu anlayış tüm dünya üzerinde belki de etkisini göstermeye çalışmaktadır. Neden, diye sorguladığımda karşıma menfaatlerin fazlasıyla esiri olmak olarak algılıyorum. Buna rağmen demokrasi ile yönetilen çağdaş ülkeler bu anlayışa geçit vermemektedir.
*
*****
*
Ülkemizde de, Atatürk'ün devrimleri arasında olan;
"TEKKE VE ZAVİYELERİN KAPATILMASI
Osmanlı toplum ve eğitim hayatında önemli bir yere sahip olan tekke ve zaviyeler zamanla yozlaşmış ve toplumsal alanda bölünme ve gruplaşmalara sebep olmuştu. Uygar ve ileri bir millet olma amacını güden toplumumuz için tekke, zaviye, türbe ve tarikat gibi engeller kaldırılması zorunlu kurumlardı. Atatürk, Kastamonu’da 30 Ağustos 1925’te söylediği bir nutukta türbelerin, tekkelerin ve zaviyelerin kapatılmasının ve tarikatların kaldırılmasının işaretini vermiştir; “Ölülerden medet ummak, medeni bir cemiyet için, şindir(lekedir). Efendiler ve ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.” 30 Kasım 1925 tarih ve 677 sayılı kanunla tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması kabul edilmiş ve birtakım unvanların kullanılması yasaklanmıştır. Kanun, bütün tarikatlarla birlikte, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi, eylem, unvan ve sıfatların kullanılmasını, bunlara ait hizmetlerin yapılmasını ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesini de yasaklamıştır."
*
*****
*
İşte bundan sonra bizler, vatandaşlık onuruna yükseldik. Zira burada birey olarak sorumluluk, onurluluk ve ahlak anlayışına sahip olduğumuzu net bir şekilde görebiliyoruz. O nedenle, bu kavramlar da insanlar için geçerlidir. İnsan olma özelliği bu kavramlarla bütünleşir ve insanı ayrıcalıklı kılar. Bu takdirde de kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim de akla seslenerek, aklımızı bir başkasının kontrolüne devretmemizi reddeder! Zira okumamızı buyuran ve bizlere rehber olarak sunulan Kur'an'dır. O halde aklımızı kullanmak için bir başkasının kontrolüne hiç ihtayıcımız yok!
*
****
*
Toplu halde cemaatlerin sorumluluğuna girmiş olanlar; ahlak, onurluluk ve sorumluluk kavramlarını bir yerde, kendi üzerlerine dahi almazlar! Çünkü, onlar için kişi sorumluluğu yerine, cemâat liderlerine bağlılık ve hizmet vardır. Onun aklıyla hayata bakış algılaması vardır. Demek oluyor ki, o zaman bu anlayış Kur'an anlayışıyla örtüşmüyor. Nitekim; Atatürk de, bunu önlemek ve akıl mantığı üzerine kurulu bir anlayışı, ulus bütünlüğü çerçevesinde ortaya koymuştur. İşte onun içindir ki, bizler bu zorlu coğrafyanın içerisinde onurluca dimdik ayakta durabiliyoruz. Zira diğer bölge ülkelerine baktığımızda, cemâat anlayışının hüküm sürdüğünü görebiliyoruz. Dolayısıyla da kendi aralarında, birbirlerini boğazlar derecesinde bir parçalanmışlık söz konusudur. Bundan yararlananlar da Haçlı zihniyetleridir. Yeri gelmişken bir örnek vermek isterim;
Al-i İmran Sûresi 103. Ayet; "Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de o, kalplerinizi birleştirmişti. İşte onun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de o sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz."
*
*****
*
Bakınız burada "Kur'an"a sımsıkı sarılmamız emrediliyor! Bu da bizi birarada tutan ve ulus olmanın şartları arasındaki "din birliği" vurgusunun göstergesidir, diye algılıyorum. Demek oluyor ki, aklımızın kontrolünü bir başkasına devretmek sadece bireyselliği rededdetmekle olabilir. Sonuç olarak; düşünmek, anlamak ve öğrenmek bir zorunluluktur! Zira insan olmak bunu gerektirir. İnsanlar akıllarının kontrolünü bir başkasına devretmeyi nasıl oluyorda, akıllıca buluyor? Üstelik bunu bir de dine malederler! Ne zamandan beri, bizim dinimiz cemâatleşmeyi öngördü? Tekrar etmek gerekirse, Kur'an-ı Kerim aklın rehberidir ve akıl sahiplerine gelmiştir. "İşte Allah, size ayetlerini böyle açıklar; ki akıl erdiresiniz." Bakara Sûresi, 242. Ayet.
Aklını kullanan insan; düşünür, araştırır ve sonuca gider. Özgür irade bunu gösterir. Sevgi ve saygılarımla!