30 Haziran 2009 Salı

"Hangi Kadın Kaç Para Eder"




















Başlığı gibi içeriği de bir o kadar dikkat çeken, "Hangi kadın kaç para eder" köşe yazısı üzerinde önemli saydığım bir kaç hususa, izninizle değinmek isterim:
İlk etapta kadınların bu kadar ucuz olarak, aşağılayıcı bir tarzla algılanmaya vesile olan bu yazının, başlığına dikkat çekilmesi; ruhumun derinliğine inen bir ezilmeye neden oldu. Nitekim kadının, akıllarda ilk çağrışımı "obje" olarak algılanması; aslında bizlerin, henüz daha kendimizi modern düşünceyle örtüşen "insan" anlamında yetiştiremediğimizin kanıtıdır. Demek ki insanların, insanı satın aldığı ve sattığı, "köle" dönemi fiilen bitse de, henüz beyinlerimizde sonlanmamış... Bakınız, bu anlamda yazının içeriği bizlere aslında daha neleri anlatmaktadır:
*
*****
*
"25 Mayıs 2005 günü, Londra'da "Christie's'de" bir müzayede yapıldı. Bazı ünlü kadınların, ünlü fotoğrafçılar tarafından çekilmiş çıplak fotoğrafları satıldı...
En pahalıya satılan obje, manken Kate Moss'un çıplak fotoğrafıydı. Fotoğrafı Suudi bir milyarder olan Walid Juffali almış...
Şirketinin başkanlığını yapan Tamara Mellon’un çıplak gövdesi üzerindeki iki objeden biri de onun yaptığı bir çift ayakkabıydı.
Kadın ayakkabısı Tanrı’nın insan eliyle yarattığı en güzel objelerden biridir.
İnanın çıplak bir beden üzerinde, tek başına da çok şeyler anlatır." 28 Haziran 2009 / Hürriyet Ertuğrul ÖZKÖK


Burada asıl önemli ve can alıcı nokta; dikkat ediniz tabloya binlerce dolar ödeyen Suudi mil-yar-der!.. Ne alıyor? Falanca mankenin çıplak tablosunu! Kimlerden ve nereden? Londra'daki bir müzayede salonunundan! Ne yararına? Ünlü şarkıcı Elton Jhon'un kurduğu AIDS'le mücadele vakfına! Vallahi pes!!! Müslümanların paraları nerelerde çarçur ediliyor! Bilmem bir hatırlatmaya gerek var mı? Gazze de açlıktan Müslüman, Arap kardeşleri kıvranırken, bir lokma ekmeğe, bir yudum suya muhtaçken, o coğrafyanın insanlarının paraları kimlere saçılıyor! Bir tek Gazze, Filistin halkı mı, açlık ve yoksulluk çekiyor? Tabiki hayır! Peki, bu minik minik parçalara ayrılmış, petrol kralları nasıl ayakta duruyor dersiniz? Yani etrafları kan gölüne çevrilmiş, havalardan bombalar yağarken, bu prensler ve krallar; işte bu şekilde birilerinin güdümüne girdikleri ve diyetlerini ödedikleri için, zevki sefa sürebiliyorlar!



Araplar, bu şekilde bölünerek, parçalanıp, yönetiliyorlar! Bir avuç zümre, zengin ve refah içinde yaşayadursun; diğer kardeşleri, sefaletle mücadele veriyor! Üstelik de yaşamlarını kan ve gözyaşıyla sürdürüyorlar! Kimler sayesinde? Bu şekilde basiretsiz davranışları sergileyen, sözde yöneticileri tarafından! Bu anlamda Batı'ya düzenli şekilde petrol gelirlerini ödemeye mahkum olan bu türden milyarderler, acaba bu savurganlıklarını yapmayı durdursalar, sizce "demokrasi, özgürlük" hamileri anında onların da başına çökmezler mi? Birden, bu kralların anti demokratik, faşist yöneticiler olduklarını hatırlayarak, Irak'da, Afganistan'da olduğu üzere gereğini yerine getirmezler mi?..



İnsan haklarının yılmaz savunucusu (!) Batı'ya gelince; buradan anlaşıldığı gibi, insanları para karşılığı el altından ama modern görünümle satmaya devam etmekte! Zira kapitalizmin şartları böyle istiyor! Burada kadının ne insanlığı, ne de birey olarak ele alınışı hiç hesaba katılmadan, adeta bir "obje" olarak görülüp, satışa sunuluyor... Ayrıca kadın mankenlerin yanında marka olmuş objelerinde araya sıkıştırılması doğrusu ihmal edilmemiş. Sonuç itibariyle, "hangi mankenin fotoğrafı daha çok paraya satıldı?" ya da "hangi manken daha çok talep gördü?" diye düşünmek gerekecek...



Masumane bir görüntüyle anlatılmaya çalışılan bu müzayede de, aslında vahşi kapitalizmle birlikte emperyalizmin işbirliği içerisinde, nasıl da birlikte yürütüldüğünün, düpe düz bir görüntüsü olduğunun ifadesidir. Dev şirketlerin, tekelcilerin dünyaya sunmak istedikleri ürünleri, ki burada da açıkca ifşa edilen "Jimmy Choo’nun en ünlü müşterisi Prenses Diana oldu." ve "Tamara Mellon’un çıplak gövdesi üzerindeki iki objeden biri de onun yaptığı bir çift ayakkabıydı." örneğindeki gibi; her alanda kadının "obje" olarak değerlendirilmesi, kapitalizmin "olmazsa olmazları" olarak, görülmesinin açık bir kanıtıdır! "Hangi kadın kaç para eder" başlıklı yazının içeriği altında;

Önce bir kadın olarak; bu türden yaklaşımlara en aşağılayıcı, onur kırıcı bir gözle bakıyor ve şiddetle reddediyorum! İnsan olarak; herşeyin maddiyata dayanmasından endişe duyuyorum! Müslüman olarak da, utanıyor ve acı çekiyorum!


Sevgi ve saygılarımla!

27 Haziran 2009 Cumartesi

Siyah Doğdu, Beyaz Öldü!
















*
*
*
*
*
*
Hayatın her alanında sorulması gereken soru "Ne elde ettik?" değil, "Ne yaptık?" tır. Carlyle
*
“Pop’un Kralı” diye anılan Michael Jackson, hayata veda etti. Elvis Presley'den sonra müzik dünyasında yer edinen, dünyaca tanınmış kişi Michael Jackson; sanatçılığının yanı sıra, sık sık çılgın ve sansasyonel yaşantısıyla da medya gündeminden hiç düşmedi. Elbette ki ölenin arkasından konuşacak değiliz; ancak söz konusu Michael Jackson'ın sanatsal kimliğinin dışındaki, üzerinde düşünülmesi ya da sorgulanması gereken dehşet verici gelişmeler desek, daha doğru olacaktır. Zira Michael Jackson dünyaya "zenci olarak geldi; ama beyaz" olarak ayrıldı. Yani en azından görüntü itibariyle. Yaptırdığı estetik ameliyatlar neticesi üzülerek dillendirmek istediğim şey; gördüğümüz görüntülerin neredeyse insan olmaktan ötede bir algılama hissettirmesidir. Bu durumun normal bir insanda, ne denli ruhsal yara açabileceğini kestirmek zor olmasa gerek diye düşünüyorum.



Evet M. Jackson'ın, aslında kimi tekelcilerin elinde nasılda kullanıldığı ortada değil mi? Bu durum birilerinin, birilerini şöhret yolunda kullanarak, dünyaya egemen olmanın adeta göstergesi gibi de algılanabilir. Buradan kapitalizmin kirli dünyasında kim olursa olsun, çıkarlar uğruna ellerinde nasıl oyuncak olunduğunun gerçek bir kanıtı olarak görmek ve okumak mümkündür. M. Jackson da seçilmiş bir kişi. Üzerinde oynanarak her anlamda müthiş bir rant elde edilmiştir. Üstelik bütün dünyaya da, çok güzel reklam yapılarak. Dev firmalar bu yolla kendilerine çeşitli sektörler yaratmışlardır. Jackson'ı çıldırtacak seviyede zengin ve şöhret sahibi yapanlar, bir o kadar da küresel anlamda isteklerine ulaşmışlardır. Nedir onlar, diye bakıldığında izninizle bir kaç gözlemimi aktarabilirim.



Kimilerine göre Jackson'ın ezilmiş ruhunun neredeyse intikamını alır gibi davranarak, utanç duyduğu ırkına meydan okurcasına dev ilaç sektörlerinin, henüz hiç kimse üzerinde bile denenmemiş uygulamalarına "kobay" olması ve bu durumdan da, bu sektörün milyonlarca dolarlık kazanç sağlaması sizce neyin göstergesidir? Kimlere örnek model edilmiştir? Yine bir ırkın, diğer bir ırka ezici bir şekilde gurur kırmanın da yolu açılmamış mıdır? Buna kısaca beyaz ırkı üstün (!) ve hakim (!) görmek de diyebiliriz! Bir diğer taraftan da, manevi olarak doğanın hakimiyetine meydan okumak da var tabi. Yaradılaşa baş kaldırmak, genlerle oynamak bir insanı -şeklen- insanlıktan çıkarmaya sevk edilmek olarak M. JACKSON örnek oldu desek tam yeri olacaktır. Buradan elde edilen insanların tenleri üzerinde az ya da çok oynamanın yolu açılmış oldu. İnanılmaz boyuta ulaşan estetik alanda cüretin sonunun nerelere dayandığını umut ediyorum ki, pahalı bir dersle M. Jackson'la öğrenmiş oldu insanlık. Nitekim, geçirdiği ameliyatlar neticesi burun ve kulak kıkırdak kemiklerinin düşme noktasına geldiğini; gerek görsel yayın organları aracılığıyla, gerekse yazılı basından okuyarak korkunç gelişmeleri hep birlikte görerek öğrendik.



M. Jackson'ın sanatçı kimliği konusunda söyleyecek sözümüz yok. Zira birileri onu bu zirveye taşıdı. Buradaki amaç da; kapitalizmin beslendiği ve sürdürmek istediği yaşam tarzının bir gerçeğidir. Bu kaçınılması zor sistemin içerisine, tek tek çekilmek isteniyoruz. Çünkü, bu yolla bir çok çark döndürülmektedir. Bunu saymakla bitiremeyiz. Zira hepsi zincirin birer halkası gibidir. İşte bu çarkın içerisinde mutlaka her alanda seçilmiş kişiler vardır. Demek oluyor ki; burada kişilerin kim oldukları değil, ne için var oldukları önemlidir! Onlar sadece orada olmaları gerektiği için vardır. Bundan sonrası ise artık yazılmış bir senaryonun oynanması gibidir. Önemli olan oyunun ortaya çıkması; oyuncular, birileri tarafından uygun şartlar içerisinde seçilerek, istedikleri hedef doğrultusunda şekillendirilip, insanlara örnek model oluşturulmaktadır. Bundan sonrası kitlesel olarak, takibe çıkmaya hazırlardır zaten. Nitekim de öyle değil midir? Yani tek tip insan, tek tip yaşam tarzı, tek tip anlayış! Kısaca seri üretim...



Michael Jackson, bir "kobay" gibi kullanılarak hayatını sürdürdü. Kimilerinin hayal bile edemeyeciği bir varlık içerisinde, "krallar" gibi yaşadı. Ama gerçek anlamda, ruhsal yaşamı bizler gibi olmadığı da her halûkarda ortadaydı. Zira normal insanlar gibi yaşamını sürdürmekten uzak sanki bir başka gezegenden gelmişte, bu dünyaya ayak uydurmak için çaba sarfeder gibi; dış destekli ve kontrollü bir yaşamın içerisindeydi. Bu yaşamın kendisine verdiği zarar bir yana, çevresine de bir çok gariplikler altında, çeşitli sorgulamalarla insanların belleğinde yer edinmiştir.
*
Şimdi, kalplerimizden geçirdiğimiz ilk sorgulamayı, buraya aktarmak isterim; M. Jackson, hangi kimliğiyle beyinlerimizde ilk çağrışımı yapıyor?
Evet; verdiğimiz cevap aslında küresel sermayenin ve tekelcilerin gerçek zaferi, insanlığın da tehdit ve tehlike altında olduğunun kanıtıdır diyebilirim!!!
Sevgi ve saygılarımla!

25 Haziran 2009 Perşembe

Allah Akıl ve Ruh Sağlığımızı Korusun!
















*
*
*
*
"Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek alimler çıkabilir. " ATATÜRK
*
*
Vallahi biz hiç iyi değiliz... Her an sinir katsayımız yükseliyor... Bize ne oluyor, millet olarak sinir krizi mi geçiriyoruz, sorusuna cevap aramaya çalışıyorum. Zira gün geçmiyor ki, gazete sütunlarında inanılmaz haberlerle karşılaşmayalım. Haberler öyle sıradan olaylar değil. Hepsi birbirinden vahşi, birbirinden rezalet..! Toptan bir terapi mi görsek, ne yapsak diyorum. Zira aklıma gelen bir kaç noktayı derleyerek, içler acısı halimizi şöyle bir özetlemek istedim:



Kendi öz kızına tecavüz edip, öldürecek kadar insanlıktan çıktık!
Küçücük çocuklara tacizde bulunacak kadar, sapıklaştık!
İnsanları öldürüp, parça parça ederek bir torbaya dolduracak kadar canavarlaştık!
Yiğitler, bir bir toprağa verilirken, ekranlarda göbek atacak kadar vicdansızlaştık!
Küçük çıkarlar için, menfaatler uğruna değerlerimizden vazgeçecek kadar yozlaştık!
Hurafeleri bilimin yerine koyacak kadar cahilleştik!
Arabayla insana çarpıp, onu olay yerinde bırakıp kaçacak kadar kalpsizleştik!
Ahlâk ve saygı kurallarını çiğneyerek, ben merkezli olacak kadar terbiyesizleştik!
Okumayı reddederek, kız çocuklarını okula göndermeyi din anlayışı ve geleneklere bağlayacak kadar geri kafalı olduk!
İnsanlar bir lokma ekmeğe muhtaçken, yetimin hakkıyla gününü gün ederek sefahat devri yaşayacak kadar görgüsüzleştik!
Yasaları kılıfına uydurarak, lehimize çevirip, menfaat gözetecek kadar sahtekarlaştık!
Küresel doğal felaketler kapıdayken, rant uğruna ağaçları kesip golf sahası yapacak kadar körleştik!
Küfürü delikanlılığa, hakareti hak aramaya örtüştürecek kadar seviyesizleştik!
Başkalarına özenirken, birileri gibi olacağız diye, dilinden, inancından müziğinden taviz verecek kadar aşağılanarak komikleştik!
Kendinden başakasının başarısını, hazmedemeyecek kadar fesatlaştık!
Yere tükürüp, çöp atıp çevreyi hiçe sayacak kadar medeniyetsizleştik!
Ahlaksız teklifleri kabul edecek kadar sefilleştik!
Millî ve manevi değerlerinden uzaklaşarak, "vatanı bir çift göğüse değişirim" diyecek kadar hayasızlaştık!



Eh, bundan sonrası için, "Allah bizi ISLAH etsin!"...
Sevgi ve saygılarımla!

23 Haziran 2009 Salı

"Milletin İstiklâlini Yine Milletin Azim Ve Kararı Kurtaracaktır."















"Kırk asırlık Türk yurdu, yabancı elinde kalamaz. " ATATÜRK

Batı dünyasındaki ilmî, teknik ve beşerî alandaki gelişmeler karşısında müesseseleri ihtiyaca cevap verememiş ve dolayısıyla gelişmeyi, kalkınmayı gerçekleştirememiş olan Osmanlı Devleti tasfiye noktasına gelmişti. Batı dünyası, sadece Osmanlı Devleti’ni tasfiye ve taksim etmekte kalmamış, bu devletin dayanağı, aslî unsuru yani Türk milletini de yok farz etmiştir. Doğuda ve Çukurova’da Ermeni, Batıda, Marmara ve Karadeniz Bölgesi’nde de Rumları Taşoran olarak kullanmak suretiyle Osmanlı Devleti ile birlikte binlerce yıldan beri insanlık medeniyetine çoğu konularda öncülük etmiş olan Türk Milletini de ölü milletler mezarlığına göndermek istemiştir. Zira Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşmaları bunun resmî belgesidir.
*
*****
*
Osmanlı Devleti’nin başında bulunan yöneticiler bu esaret belgesini imzalamışlar, taşoron firmalar, Anadolu’nun çoğunluğunu teşkil ettiklerini ispat edebilmek için aralıksız bir katliam başlatmışlardı. Savaş mağlubu olarak ordusu terhis edilmiş, silâh ve cephanelerine el konmuş, gelirleri borçlarına karşılık haciz edilmiş Osmanlı Devleti’nin Batılı devletlerin Türklerin Anadolu’ya girişi ve fethi ile gündeme getirmiş oldukları ve ortak bir ideal olarak yaşatmış olarak meselesinin çözümü için ortaya konulan katliam plânlarına dur demesi de mümkün değildi. Zira Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’daki yapılanma Anadolu için de geçerli idi.
*
*****
*
İşte böyle bir ortamda İstanbul’a çağrılmış olan Türk subayları arasında Türk Milletini esaret ve katliamlara boyun eğmeyeceğine inanan ve bu inancını yakın arkadaşları ile paylaşan ve bunu hayata geçirmek için Anadolu’ya geçmiş olan Mustafa Kemal Paşa’nın şahsında başlatılmış olan millî mücadele için atılmış olan ilk ve önemli adımlardan birisi de Amasya Tamimi’dir.
*
*****
*
Amasya Tamimi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulması, bu devletin millî karakterli ve demokrat olması fikrinin ortaya konmasıdır.
Tamim’de “millîlik”, “bağımsızlık”, ve “egemenlik” kavramları, özellikle de “millet, millî irade, millî vicdan, milliyet ve milliyetçilik” kavramları ısrarla vurgulanmıştır. Haksız işgal ve katliamlara karşı millî isyan bildirisidir. Yine bu Tamim ile hakimiyetin kayıtsız şartsız Türk Milleti’ne ait olduğu ilân edilmiştir. Ayrıca bu Tamim Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu yolunda atılmış ilk ve önemli bir adımdır. Çünkü vatan ve milletin içinde bulunduğu ağır şartların yazılı olarak ilân edilmesi milleti top yekün savunma yani “ya istiklâl ya ölüm” sloganında birleştirmiştir.
Amasya Tamimi'nin, Kurtuluş Savaşı'nda ve Cumhuriyetin Kurtuluşundaki Yeri
Prof. Dr. Abdulkadir YUVALI
*
******
*
20 Haziran 1919 Amasya Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nin yapmış olduğu miting de Mustafa Kemal Paşa “Millî bir silkinme ile felaketlerin son bulacağını” ifade etmiştir.
Anadolu ve Rumeli’deki işgal olayları
Millî cemiyetlerin faaliyetleri
İstanbul Hükümetlerinin tavırları,
Bölgenin güvenlik meselesi ile yapılması muhtemel faaliyetler hakkında kaleme alınmış ve ilân edilmiş olan Amasya Tamimi’nde;
*
1-Vatanın bütünlüğü milletin bağımsızlığı tehlikededir.
2-İstanbul hükümeti aldığı sorumluluğun gereğini yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi yok olmuş gösteriyor.
3-Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
4-Milletin içinde bulunduğu durum ve şartların gereğini yerine getirmek ve haklarını gür sesle cihana duyurmak için, her türlü baskı ve kontrolden uzak milli bir heyetin varlığı zaruridir.
5-Anadolu’nun her bakımdan en güvenilir yeri olan Sivas’ta hemen milli bir kongre toplanması kararlaştırılmıştır.
6-Bunun için bütün illerin her sancağından milletin güvenini kazanmış üç temsilcinin mümkün olan en kısa zamanda yetişmek üzere yola çıkılması gerekmektedir.
7-Her ihtimale karşı bu mesele milli bir sır olarak tutulmalı ve temsilciler gereğinde yolculuklarını kendilerini tanıtmadan yapmalıdırlar.
8-Doğu illeri adına 23 Temmuz’da Erzurum’da bir kongre toplanacaktır. O tarihe kadar öteki illerin temsilcileri de Sivas’a gelebilirlerse Erzurum kongresinin üyeleri de Sivas genel kongresine katılmak üzere hareket ederler. NUTUK / Sf:20
*
*****
*
Evet, bundan tam 90 yıl önce; yani 21/22 Haziran 1919 gecesi Saraydüzü Kışlası'nda (Kışlay-ı Hümayun) Mustafa Kemal, 9. Ordu müfettişi sıfatı ile imzaladığı bu Tamimi'n, emperyalizme bir başkaldırışın ve meydan okumanın kurtuluş belgesidir. Bu münasebetle Amasya Tamimi her açıdan oldukça önemli bir tarih sayfasıdır!
Sevgi ve saygılarımla!

21 Haziran 2009 Pazar

İnasanlık Can Çekişiyor

















"İnsan savaş gibi inanmadığı bir şey için acı çekeceğine, barış gibi inandığı bir dava uğruna ölse daha iyi değil mi?" A. Einstein

İnsanca yaşayışın doğal, ruhsal tüm koşullarının dışında yaşamak nasıl bir duygudur, sorusuna karşılık bulmak üzere biraz düşünmek istedim. Zira beni bu düşünceye sevk eden şüphesiz ki gözlerimiz önünde gerçekleşen insanlık dışı bir takım gelişmelerdir. Mesela, bizim bildiğimiz Irak'da sergilenen o inanılmaz ve ruhumun derinliklerinde iz bırakarak aklımdan çıkaramadığım, cezaevlerindeki yüz kızartıcı en aşağılık ahlâksızlığın, utanmazlığın yaşandığı o tüyler ürpertici görüntüleri örnek verebilirim. Bu anlamda yaşanılanlarla birlikte yaşayanların ve yaşatanların durumları ve topluma yansımalarını anlamaya çalışarak üzerinde biraz durmak istiyorum:


Bu görüntüleri gördükçe -ki, dünyanın her yerine yani bütün insanlığa, gerek televizyonlar, gerekse yazılı yayın organları vasıtasıyla- insan kişiliğine yapılan her çeşit baskı ve hakareti insanlığı yok etmeye yönelik bir girişim olarak görmek anlamına geldiğini hissediyorum. Zira bunları hem yapmak, hem de ölümsüzleştirmek adına kayıta geçirmek; sanıyorum ki ahlâk kavramının; insana saygı, acıma, vicdan gibi değerlerin artık geçerliliğinin kaybettirilmesi demektir. Dolaysıyla bu işkenceleri yapanlar ve yaptıranlar da, artık böyle kavramlara inanmamakla birlikte, yitirdiği anlamına da gelmektedir, diye düşünüyorum. Yine buradan hareketle her şartta bu alçakca ahlâksızlığı elde etmek ve bu ahlâksızlığı toplumlara yaymak gibi bir düşünce de insanın aklına gelmez mi? Gelir elbette. Zira bütün dünyayı saran bir ahlâksızlığın içerisinde değil miyiz? Dünyada her şeyi özgürlükler adına serbest saymak mı bizleri bu noktaya taşıdı acaba? İnsanlığın davranışlarının ahlak, vicdan boyutuyla sınırlanması gerekmez mi? Özgürlükler sonsuz mu olmalı? Yasak kabul etmeyenler, nereye kadar özgürlüğü taşımak istiyorlar acaba? İşin bir başka boyutu daha var elbette; bu türden işkencelere maruz kalanlar tekrar toplum arasına döndüklerinde, kendileri nasıl bir ruh hali ve davranış içerisinde olacaklardır? Bunların muhakkak ki topluma yansımaları olacaktır.



Peki neden bunlar oluyor? Onu, sanıyorum ki hiç bir şekilde cevaplayamayacağım. Zira bu işin uzmanları kendilerince araştırıp, incelemeler yapıyorlardır. Ama ben bu yazı esnasında, Kur'an-ı Kerim'den konuya ilişkin ayetleri araştırmak istedim. Kısaca ruhumda oluşan sorgulamaya karşılık olarak. "İnsanlar niçin kötülük yapmayı severler?" ya da "Kötülüklerden arınmanın bir yolu var mıdır?" İşte ne bileyim mesela, Allah'a yakın olmak, bu insanları kötü davranışlardan uzaklaştırır mı, gibi.

NİSÂ SÛRESİ, 122. Ayet: "İman edip salih ameller işleyenleri de ebedî olarak kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Allah gerçek bir va’dde bulunmuştur. Kimdir, sözü Allah’ınkinden daha doğru olan?" ve

125. Ayet: "Kimin dini, iyilik yaparak kendini Allah’a teslim eden ve hakka yönelen İbrahim’in dinine tabi olan kimsenin dininden daha güzeldir? Allah İbrahim’i dost edindi."

Aslında tüm dinlerin özünde insanın iyi olması emredilmiştir. Peki bu zalimliği gerçekleştirenlerin kutsal kitabı, yani İncil aynı soruya bakınız ne cevap veriyor:

Matta, 18: Bu sırada İsa'nın öğrencileri O'na yaklaşıp, "Göklerin Egemenliğinde (Tanrı katında) en büyük kim?" diye sordular.

2- İsa, yanına küçük bir çocuk çağırdı, onu orta yere dikip şöyle dedi:

3- Gerçeği söylüyorum size, çocuklar gibi olmazsanız, çocuklar gibi davranmazsanız çıkamazsınız Tanrı katına;

4- İşte kim bu çocuk kadar çocuklaşırsa o daha yakın olacaktır Tanrı katına."



O halde, bizlere dayatmada bulunanlar, birilerine "özgürlük" getirmek adına yola çıkanlar, Hıristiyanlık adına savaşa çıkanlar baksınlar bakalım, kitapları ne diyor! O kitapta, insanları ahlâksızlığa iterek, ahlâksızca davranışlarda bulunun demiyor! İnsan onurunu ve insanlığın özü olan ahlâkı kutsal mekanlarda söylenildiğinin ve ahlâk dersi öğretenlerinin öğrettiğinin tersine bir girişimde bulunun demiyor! Bu yapılanların, aslında gerçek anlamda bir AHLÂKSIZLIK olduğunu gizlemek ve üzerini örtmek isteyenlere ise, her şeye rağmen insanların hâlâ birbirlerini SEVDİKLERİ ve birbirlerine ACIMALARI yüzünden var oldukları, gerçeğini buradan hatırlatmak isterim!

Sevgi ve saygılarımla!

18 Haziran 2009 Perşembe

"Yaratılanı Severiz, Yaratandan Ötürü"
















"Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep aynı cevherin damarlarıdır. " ATATÜRK
*
*
Zengin kültüre sahip bir ulusun çocuklarıyız. Köklü bir geçmişe sahip olan bu topraklar, aynı zamanda bünyesinde merhameti de barındırmaktadır. Bu toprağın insanları, öyle sıradan ruhsuz insanlar değil; merhametin destanını yazmış insanlardır! Tarih süreci içerisinde yaşadığımız bin bir oyunlarla birlikte bizleri ayrıştırarak, birbirimize düşürmeye çalışanlar, bugün de bu planın uygulaması içerisindeler. Unutulmasın ki dün olduğu gibi bugün de bu millet, silkinişlerle birlikte DİRİLİŞİ de gerçekleştirerek ayakta kalmasını bilecektir. Zira biz, Yunus’un, Mevlânâ’nın Hacı Bektaş-ı Veli'nin yetiştiği toprakların çocuklarıyız! Topraklarımızın altında gönül insanlarımız var! Canlarını hiç tereddütsüz bu topraklar için verenler var! Kısaca severiz biz yaratılanı, yaratandan ötürü!
*
*****
*
Tarihten bu yana dış güçlerin üzerimizde oynadıkları ve bizleri içten yıkarak, gerçekleştirdikleri şey; aramıza nifak sokarak ayrıştırmaktır. Bu noktada da zayıf yanlarımızı yakalayarak, oradan vurmak olmuştur. İşte yine aynı oyun, sahneye konulmak istenmektedir. Bir bakalım nedir o oyunların maskeleşmiş durumları; "İslâmcı, Atatürkçü, solcu, sağcı, Türk, Kürt, Sünni, Alevi..." Buyrun bakalım, içerisinden seç seç beğen al. Bunları ayırabilir miyiz? Asla. Çünkü biz hepsiyiz! Biz bir bütünüz ve kardeşiz. Kim derki, bir diğeri ben değilim! Hayır diyemez! Zira ben, hem Atatürk'üm, hem Elhamdülillâh Müslümanım, hem sağcıyım, hem de solcuyum. Bunlar bizi ayrıştıramaz! Biz Mustafa Kemal'in, Kanunî Sultan Süleyman'ın, Fatih Sultan Mehmet'in çocukları ve askerleriyiz! O yüzdendir ki, bizler çok gururlu ve şanlı bir geçmişe sahibiz! Bu geçmişi silmek, unutturmak, yok saydırmak isteyenler; dün olduğu gibi bugün de olacaktır. İşte şimdi bunu yaşayarak görüyoruz. Ama asla bu ayrışmaya izin vermeyeceğiz! Kendimizi ezdirmeyeceğiz! Gururumuzu teslim etmeyeceğiz! Onurumuzu çiğnetmeyeceğiz! Evet, birileri bizi kandırmaya çalışıyor olabilir, bizim beynimizi çalabilir; ama ruhumuzu asla ele geçiremeyecekler! Çünkü gerçekten bu topraklar buna izin vermeyecektir. Tıpkı Çanakkale'de olduğu gibi!..
*
*****
*
Bu topraklar üzerindeki çeşitliliği bizler ayrıştırıcı olarak değil, zenginlik olarak görmekteyiz. Bu denli hoşgörü içerisinde yaşamanın bizlere verdiği güzellikleri hayatımızın her alanında görmekteyiz. Mesela mı? Bakınız, yediğimiz yemeklerden tutun, beraberce kutladığımız ve eğlendiğimiz çok özel günler bunların birer örneğidir. Bir pilav günü gerçeği, tüm Anadolu'da gelenek haline gelmiştir. Bu bağlamda geleneksel bir dizi günlerimiz vardır. Kadercidir bizim insanımız; çünkü bu eşi bulunmaz cennet toprakların kıymetini iyi bilmektedir. Bir o kadar da bu toprakların kendisine kolayca ulaşmanın bir bedeli olacağını kabul etmiştir. Yeri geldiğinde doğanın sert duruşuna da şükrederek boyun eğmeyi bilir. Köroğlu'nun, Dadaloğlu'nun hikayeleriyle destanlarımızı yaratan Anadolu insanımızın yiğitliği, cömertliği ile bir o kadar da dertlerinin mayasıyla yoğrulmuş ve coğrafyasının sertliği karşısında nasırlaşmış elleri, yorgun bedenlerine karşın o güleç yüzleriyle aza kanaat etmesini de çok iyi bilmektedir.
*
*****
*
İşte bu cennet vatanın asırlarca üzerinde yaşamış, bu güzel insanımızın sergilediği, yaşananlara şükretme anlayışı, şartları ne olursa olsun, karınca kararınca çevresine yararlı olmaya çalışmış ve adamış mutlu yüzler "İslâmcı, Atatürkçü, solcu, sağcı, Türk, Kürt, Sünni, Alevi" vs. diye ayrıştırılmak istenilen insanlarımızdır. O halde, Anadolu'nun tüm canlılığı ve bereketi ile birlikte tertemiz saflığıyla bezenmiş insanlarımızı ayırmak, ayrıştırmak kimin haddine?!
Sevgi ve saygılarımla!

15 Haziran 2009 Pazartesi

Yegâne Hazinemiz...











"Bir uçurumun dibine uzun uzun ve dikkatlice bakarsan, uçurum da senin içini merak eder, senin gözlerinin arkasında neler olduğunu görmek ister. Bazı uçurumlar cesurdur. İlk hamleyi o yapar ve seni yanına davet eder...." Friedrich Nietzsche
*
Evet, bir üniversiteye giriş sınavı daha yapıldı. Bir milyonu aşkın gencimiz, üniversitede okuyabilmek için ter döktü. Vallahi bu ter öyle sıradan dökülmüş ter değil; zira bugüne gelene kadar ne doğru dürüst çocukluk yaşadılar, ne de gençliğe ilk adımlarının heyecanını duydular. Koştur koştur dershane, sınav, okul. Öyle ki gelinen son durum artık gece saat 24'lere kadar dershanelerde etüd çalışmaları kapsamında, "çıldırma" noktasına kadar dayandı desek, doğru bir tespit yaptığımızı söyleyebilirim. Sonuç; ipin ucu çoktan kaçtı bile! Asıl ürkütücü olan göz göre göre gençlerimizin elimizden kayıp gitmesidir.
*
*****
*
"Son yarım asır!.. İşgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde planında kurtarıldıktan sonra ruh planında ebedi helake mahkumiyet…
Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına,vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir gençlik…
“Kim var?” diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert “ben varım!” cevabını verici, her ferdi “benim olmadığım yerde kimse yoktur!” fikrini besleyici bir dava ahlakına kaynak bir gençlik…
Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispette usule, stratejiye uygun bir gençlik…
Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına koyarken, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını da gediğine koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil!" Necip Fazıl Kısakürek
*
*****
*
Evet, Necip Fazıl Kısakürek'in gençlikden ne istediği çok açık ortada. Zira yüksek ahlâk felsefesiyle donanmış, hedefi olan; kişiliği ve kimliği tamamen ezilmişlikten uzak, geçmişi ile övünen, ileriye dönük yüksek ideallere sahip, kendi değerleriyle beslenen ve büyük Atatürk'ün de dediği gibi "Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!" ifadesini özümseyerek , kimseden yardım beklemeyen özüyle, sözüyle, mertliği yüreğinde hisseden bir gençlik. İşte bu anlamdaki gençliği, şimdilerde tekrar ortaya çıkarmak zorunluluğunu hatırlamak gerekiyor. Bu hatırlatmayı da Necip Fazıl Kısakürek'in sözleriyle dile getirmek istedim. Evet Türk gençliği, geleceğimizin temel unsurlarıdır. Tabi gelecek olması için de, bu gençliği sağlam yetiştirmek zorundayız! Şimdi bir de Atatürk'ün gençliğe bakışına izninizle değinmek isterim:
*
*****
*
Gençler! Cesaretimizi takviye ve devam ettiren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz eğitim ve kültür ile, insanlık meziyetinin, vatan, fikir hürriyetinin en kıymetli sembolü olacaksınız. Ey yükselen yeni nesil! İstikbâl sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk; onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz.Bu sözleri ile Cumhuriyeti yalnızca korumak değil, yükseltmek görevini de gençlere veren Atatürk, bunun ancak güzel ahlakı, adaleti, haksızlıkla ve zulümle mücadele etmeyi, milli ve manevi değerlerimize bağlı kalmayı, tarihimizle gurur duymayı bununla birlikte yüzümüzü de sürekli geleceğe dönük tutmayı öngören ilkelerinin ayakta tutulması ile sağlanacağına dikkat çekmiştir. "İsterim ki, daima idealimi gençlere aşılayasınız ve daima korumak hususunda çalışasınız." diyor Atamız. Yine gençlere olan bu güvencini şu sözlerle ifade etmiştir:
*
***
*
"Milletin bağrından temiz bir kuşak yetişiyor. Bu eseri ona bırakacağım ve gözüm arkada kalmayacak" Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum! Atatürk'ün Türk gençliğine duyduğu güven, 1918'de Mondros Mütareke'sinin imzalandığı günlere dayanır. İşgalin en ağır günlerinin yaşandığı ve ülke genelinde belirsizliğin hakim olduğu günlerde, Atatürk gençlerin kendisine umut verdiğini şöyle ifade etmektedir: Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz. Bende bu inancı yaşatan kuvvet yalnız azim memleket ve millet hakkındaki sonsuz sevgim değil, bugünün karanlıkları, ahlaksızlıkları, şarlatanları içinde, sırf vatan ve hakikat aşkı ile ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik gördüğümdür. 1919 yılında yaptığı bir başka konuşmasında ise, içinde bulunulan koşulların gelecekte asla unutulmaması gerektiğini belirtirken, genç nesile duyduğu güveni bir kez daha dile getirmişti: Başımıza neler örülmek istenildiği ve nasıl mukavemet ettiğimiz ve daha doğrusu milletin arzu ve emellerine uyarak ve onun yardımıyla nasıl çalıştığımız görülmeli ve gelecek kuşaklar için ibret ve uyanıklığı gerektirmelidir. Zaten her şey unutulur. Fakat biz her şeyi gençliğe bırakacağız, o gençlik ki hiçbir şeyi unutmayacaktır; geleceğin ışık saçan çiçekleri onlardır. Bütün ümidim gençliktedir.
*
*****
*
Atatürkün gençliğe bu derece güvenmesinin temelinde doğru eğitim almış, kişiliği tam anlamı ile gelişmiş bir gençliğin nelere güç yetirebileceğini biliyor olması bulunmaktadır. Zeki, doğruyu yanlıştan ayırabilecek vicdana sahip, manevi olarak güçlü, ahlâklı, kütürlü, ülkenin sorunları ile ilgili, bu sorunlara kalıcı çözümler üretebilen, milli karakteri temsil eden, çalışkan, vatansever, tarihi bilince sahip bir gençliğin ülke nasıl bir duruma düşerse düşsün her zorluğu aşabileceği bir gerçektir. Bu nitelikte bir genç nesil topluma cesaret ve güç verecek, o toplumu sürekli daha ileriye taşıyacaktır. Atatürk de "Gençler, cesaretimizi pekiştiren ve sürdüren sizsiniz" derken, Türk gençliğinin bu özelliklere sahip olan asil bir gençlik olduğuna inanmıştır. Başkumandanlık Meydan Savaşının ikinci yıldönümünde söylenen bu sözlerde Atatürkün gençliğe inancı ve güveni açıkça görülmektedir.
*
*****
*
Oysa bugün gençlik bir kıskaç altında. İşte en önemlisi de inanlımaz bir kuşatma ile gençlerimiz, kendi önlerine sunulan gerek sosyal hayatlarındaki dayatmalarla, yönlendirilme gayretleri (ki özellikle televizyonların ve reklamların rolü burada çok fazla) ve gerekse geleceklerini tayin eden eğitim alanındaki açmazlarla boğuşurken ne yazık ki, etrafında gelişen olayları takip edemez duruma gelmişlerdir. Kapitalist sistemin krizi, ticarileşen eğitim, işsizlik yıllardır gençliğin temel gündemlerinden biri durumundadır ve sorun genel söylemlerle ele alınamayacak kadar önemlidir.
*
*****
*
Ancak herşeye rağmen unutulmamalıdırki Türk gençliği, tüm zorlukları aşabilecek kapasiteye sahip bir ecdadın çocuklarıdır! Zira tüm oyunlara rağmen, kendi kurtuluşunu, kendi mutluluğunu memleketin ve milletin mutluluk ve kurtuluşu için feda edebilen vatan evlatlarımıza sahip olduğumuzu da gururla ifade etmek isterim. Bu gurur dün olduğu gibi bugünde büyük bir kararlılıkla sürmektedir. O halde aydınlık bir gelecek için gençlerimizin önemli bir güç olduğunu iyi anlamak gerekir. Aynı zamanda tüm değerlerimizi yaşatacak ve koruyacak olan da bu güçtür.
Sevgi ve saygılarımla!

10 Haziran 2009 Çarşamba

Ve Aleyna Aleyküm'üs-Selam Obama!













Hangi Onurlu Yaşam?!..



Ve Obama "Esselamün aleyküm" diyerek, İslam dünyası ile Batı arasına sıcak mesajlar vermenin yollarını deniyor. Ne bileyim, Hüseyin Barak Obama; kimilerine göre "Müslüman" gözüyle bakılıyor, kimilerine göre siyah olması münasebetiyle ezilmiş bir ırkın üstünlük gösterimine sahne oluyor, kimilerine göre de, dünyada yeni bir değişimin yüzü olarak algılanmaya vesile oluyor. Ortada olan gerçek ise, sanki hepsinin karışımı bir renk algılaması yaratmak kararlılığı var gibi...

Ama ne çare ki, ABD'nin değişmez politikaları vardır; ve Obama da Amerika çıkarlarını diğer başkanlar gibi kollayıp gözetmekle birinci derece de sorumludur. Zira Amerika'nın değişmez ve sapmaz politikaları değişken değildir. Mesela, Kenedi bu politikalara ters düştüğü için bir suikaste kurban gitmedi mi? Kılintın ise yine kendi düşünceleri doğrultusunda hareket etmeye kalktı ki, ardından "Monika" olayı patlak verdi. Ve Kılintın'a "DUR" freni ile herşey kontrol altına alındı. Bu anlayışla Obama'nın bu türden karşı tarafın kulağına hoş gelecek söylemlerinin hepsi, "duygusallık" boyutuyla kalır. Zira ABD'nin politikalarında duygusallığa yer yoktur.



Obama Kahire'den İslam dünyasına yönelik yaptığı konuşmasını, umut ediyorum ki sözde kalmayarak en kısa zamanda hayata geçirmeyi başarır. Ancak konuşmalarını dikkatle okuduğum zaman, yüreğimden geçen insani ve bir o kadar da vicdanımın engelleyemediği tepkileri buradan aktarmak isterim:



"İslam Amerika’nın bir parçasıdır. Ve inanıyorum ki, Amerika ırk, din, hayat tarzı gibi konulara bakmadan kendi gerçeğine sadıktır ve hepimiz barış ve güvenlik içinde yaşamak tahsil almak ve onurlu çalışmak ailelerimizi, toplumumuzu ve Tanrımızı sevmek gibi ortak istekleri paylaşıyoruz. Bu tüm insanların ümididir." Evet böyle diyorsunuz sn. Obama, üstelik de sözlerinize "Esselamün aleyküm" diyerek başladınız. Bizim için bu ifade, çok kutsal ve anlamlı bir selamlaşmadır. Zira bunun karşılığı olarak hiç tereddütsüz aynen şu karşılığı "Ve aleyna aleyküm'üs-selam" deriz. Bu can alıcı ifade aslında insani duyguların kutsallıkla birleşerek sımsıcak bir duyguya dönüşmesidir. İşte siz de bu duyguyu kullanarak konuşmanıza başladınız; amiyane tabirle "damardan" girdiniz! İslâm'ı Amerika'nın bir parçası olarak görüyorsunuz. Zira haklısınız Müslüman coğrafyasının içinden elinizi -politikalarınızla- çekmediğiniz gibi, yapılan işgaller ve zulümlerle de hakikaten İslâm'ın değil ama İslâm dünyasının yaşadığı coğrafyanın bir parçası olmaya devam etmektesiniz. Sözleriniz arasında "onur"dan bahsediyorsunuz. Oysa bakınız en son Irak'da ve Guantanamo'da kendi askerlerinizce çekilen o insanlık dışı görüntüleri gözümün önüne getirdim ve inanılmaz ruhum acı çekti. O görüntüleri insanım diyen kim görürse, aynı duyguları hissedecektir. İşte bu kişilerin, onurlarını hiç düşündünüz mü? Üstelik bu görüntüler hiç şüphesiz ki, masum ve ülkeleri işgal edilmiş, savunma durumundaki insanlara ait.



Hepimiz barış ve güvenliği istiyoruz diyorsunuz. Evet Afganistan, Irak, Filistin'deki bütün Müslümanlar bu söylediğiniz kavramların peşine düşmüş, yaşam mücadelesi veriyorlar. Nerede veriyorlar bu mücadeleyi? Kendi vatanları sayılan yaşadıkları topraklarda! Kiminle savaşıyorlar? Okyanus ötesinden uçarak gelip, işgal ettiğiniz ve ettirdiğiniz silahlı güçlere karşı! Buralarda ne işiniz var? Bu insanlar nerelere gitsinler? Nerelerde yaşasınlar, nerelerde okusunlar? Sizin söyleminizle, nerelerde Tanrılarını sevsinler? Nerelerde insanlığın ortak duygularını yaşayıp hayatlarını idame ettirebilsinler?



Evet sn. Obama! Ezilen, gururu incinen, kaderin sillesini yiyen milyonlarca Müslüman'ı siz öldürmediniz mi? Milyonlarca çocuğu, kadını siz katletmediniz mi? Onbinlerce kadına kimler tecavüz etti? Binlerce yıllık tarihi ve medeniyeti barındıran bu toprakları kimler yağmaladı? Hedefleriniz arasında İSLAMİYETİ kendinize göre şekillendirip, ardından bu insanları, "DİNLER ARASI DİYALOG" adı altında tek tip dine yönlendirmenin planlarını kimler yapıyor? Sizler değil misiniz ki, Hz. Muhammed'in adını Kelime-i Şahadet'ten çıkaranlar! Bunun adı kısaca Hıristiyanlaştırmak değil midir?

*

Bakınız İslam'ın ilk esası, Müslüman olmak için söylenmesi mecburi olan Kelime-i Tevhid veya Kelime-i Şahadeti "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdûhu ve Resûluhu" Türkçesi: "Ben şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki Hz. Muhammed O'nun kulu ve resuludür." bile, politikalarınız doğrultusunda değiştirme cüretine girerek, "Hz. Muhammed kalksın" diyorsunuz! Ne oluyor o zaman? "Ben şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur" Peki sonrası? Devamı "ortadan kalksın!" Demek oluyor ki, "göz boyama" süreci ile bizzat Amerika'nın politikaları tarafından "yeni" bir İslamiyet yaratılarak bizlere dayatılmak istenmektedir. İşte bütün mesele ve kavga burada başlıyor. Nitekim tarih boyu Haçlı seferleri neyin kavgasıydı?

*

Yine bu topraklar üzerinde camiilere kadar girip insanları ibadet ederken katleden kimin askerleriydi? O halde, neyin cesur adımlarını bekliyorsunuz Müslümanlardan? Müslümanlar yeterince bedel ödemedi mi? Daha ne kadar bedel ödeyecek? Neyi göğüsleyelim diyorsunuz? İşgal altında olan hangi millet? Bu işgali nasıl karşılamalı? Bölgenin zenginliğini ve yaşam kaynaklarını bir bir gasp etmek kimin planları? Yine konuşmalarınızda "Darfur ve Bosna'da katledilen Müslümanlar"dan bahsediyorsunuz; oysa dünyanın neresinde Müslüman varsa, onlar zulüm ve soykırıma uğruyorlar! Bunu yapanlar veya yaptıranlar kimler acaba?



Obama'nın konuşmalarını okuduğum zaman içimden geçen sorular hepimizin ortak sorgulamaları olarak düşünüyorum. Evet bu soruları çoğaltmak şüphesiz ki mümkündür. Zira herşey bir tarafa, vicdanı olan herkes bu sorgulamayı yapacaktır.
Yine "Bir milyardan fazla insanın iman ettiği bu güzel din, birkaçının kısır nefretinden çok daha büyüktür. İslam, şiddet yanlısı aşırıcılıkla mücadelede problemin bir parçası değildir, barışın gerçekleştirilmesinin önemli bir parçasıdır." diyorsunuz. Siz değil misiniz islamı kategorize ederek, "Ilımlı İslam", "Radikâl İslam" diyen? "Nefret" diyorsunuz; bu kadar zulmü yapan karşılığında ne beklemeli? Ne ektiniz de onu bekliyorsunuz? Nefreti ve kini bizzat uygulayarak gösteren sizin askerleriniz değil mi? Bu durum karşısında Müslümanlardan nasıl bir tutum beklemeli acaba?



Obama bu yaşanılanları bir kenara bırakarak yeni bir sayfa mı açacak? Kendisi öyle bir görüntü sağlamaya çalışıyor. Oysa ben şunu bekliyordum. Önce Müslümanlardan özür dilesin! Yaptıklarının hakikaten bir zulüm ve soykırım olduğunu itiraf etsin! Ardından şartsız ve koşulsuz Müslüman topraklarını derhal terkerederek, insanları birbirine düşüren politikalardan vazgeçecekleri yönünde açıkca bir itiraf! Zira Obama sözlerinin başında "İslam tarih boyunca gerek söz ve gerekse eylemde dini hoşgörü ve ırk eşitliğinin yarattığı fırsatları sergiledi." diye hakikaten bir gerçeğe değindi. O zaman bir soru daha aklıma geliyor. Bizlere sürekli "Ermenilere soykırım yaptınız" diye bir dayatmada bulunanlara, bu düşünceyi tekrar burada da kendi ifadeleriyle hatırlatmak isterim. Demek ki, böyle bir ithamın külliyen yalan olduğu, bizzat Amerika başkanı tarafında dillendirilmiş oluyor. Bu tarihi açıklamayı da buradan not düşmek isterim.



"Dünyadaki insanlar barış içinde birarada yaşayabilir. Bunun Tanrı’nın vizyonu olduğunu biliyoruz. Şimdi, dünyadaki işimiz bu olmalı." diye konuşmasını sonlandıran Obama, kutsal kitaplardan da örnekler verdi.

Mukaddes Kuran bize şunu söyler: “Ey insanlar, biz sizi kadın ve erkek olarak yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi ulus ve kabilelere böldük.”
Talmud şöyle der: “Tevrat’ın bütünü barışı yaymak amacı güder.”
Kutsal İncil’de şu ifade yer alır : “Tanrı barış getirenlerin tarafındadır, onlar Tanrı'nın evlatlarıdır.”

*

Harika!.. İşte şimdi yapılacak tek şey; Müslüman coğrafyasının makûs talihi olan "zulme" bir son vererek derhal bu topraklardan ellerini ve eteklerini çekmek olacaktır! Bu coğrafyayı aşağılayarak, dillerini, kültürlerini, yaşam tarzlarını ve dinlerini değiştirmeye kalkanlar, tek tip insan fikrinden bir an evvel vazgeçmelilerdir. Dünyayı "Hıristiyan değerler" üzerinden kurulmuş bir politikayla yönetmeyi terk etmelidirler! İşte o zaman bu dünya barışa ve huzura kavuşacaktır! Bu doğrultuda; "VE ALEYNA ALEYKÜM'ÜS-SELAM" Hüseyin Barak Obama!

Sevgi ve saygılarımla!