30 Kasım 2009 Pazartesi

Yöntemler Değişse de...

















"Kadınlarımız eğer milletin gerçek anası olmak istiyorlarsa, erkeklerimizden çok daha aydın ve faziletli olmaya çalışmalıdırlar." ATATÜRK


25 Kasım Uluslararası -Kadına Karşı Şiddete Yönelik- Dayanışma Günü; dünyada kadına yönelik şiddetin günümüzde de sürüyor olması, ne yazık ki geçmişten bugüne insanlığın gelişmesi anlamında çok fazla ilerlemediğinin göstergesi olarak kabul etmek zorundayız. Zira istatistiki anlamda gelişmiş ülkelerde dahi kadının şiddete maruz kalması; birçok kadının etnik kökeni, sınıfı, kültürü ya da konumu nedeniyle de hedef seçildiği anlamı taşımaktadır.

"Tarih öncesinin ilk dönemlerinde, erkek, kara ve deniz avcılığıyla uğraşırken, kadın çocuklarını beslemek, onları vahşi hayvanlara, soğuğa, iklim değişikliklerine karşı koruyan daha bir çok aile içi olayları üstlenirken, erkek kadının yaptıklarının değerini bilir; sosyal ve entellektüel bakımdan, kadın erkeğe en azından eşittir.

Ortaçağ'a gelindiği zaman, kadın erkeğin malı olarak görülmekteydi. Rönesans kadının hukuki durumunu değiştirmemesine karşın törelerde önemli değişiklikler getirmiştir... İcatlar ve keşifler, ferdiyetçi itiş ve hümanizm, feodal alışkanlıklara ve skolastiğe karşı ateş açarlar. Kadın bir takım bağımsızlığa kavuşur, düşünce hayatına girer. Toplumsal ilerleme ve çağ değişimleri, kadınların özgürlüğe doğru ilerleyişi ile orantılıdır, toplum alanında gerilemeler ise kadınların özgürlüğünün azalmasıyla meydana gelirler." Alıntıdır


Ülkemizde ve az gelişmiş toplumlarda yer yer halen sürmekte olan "feodalizm" esasına dayalı sistemlerde kadının yeri ezilmenin ötesine geçmemektedir. O vakit şiddetin gölgesinde yaşayan kadınlar, toplumda kendilerine yer edinemedikleri gibi toplumsal ilerlemenin sağlanmasına da olanak tanımadığı kesindir. Zira kadın, kendini geliştirdikçe kendi hak ve özgürlüklerinin farkına varıp kendisini feodal sistemden kurtaracaktır. Aynı zamanda da haklarını koruyacak ve bu oranda da toplumların ilerlemesi kaydedilecektir. Kadın, ezildiği sürece toplumun da her türlü şiddete maruz kalacağı kesindir. O halde bir toplumda kadın ne kadar özgür ve eşit haklara sahipse, o toplum bir o kadar da yüksek medeniyete erişmiş demektir.


Kadının ezilmesinin yanında her alanda sömürüldüğü de bir o kadar gereçektir. Özellikle gelişmiş ülkelerde kadının cinselliği kullanılarak tüketim toplumu oluşturulmuştur. Zira kapitalizmin asıl hedefi olan tüketimin hızlı bir şekilde yaygınlaşarak sürdürülmesi, çoğunlukla kadının fiziksel görüntüsü kullanılarak gerçekleştirilmektedir. Oysa düşünce anlamında kadının toplumda yer alması üzerinde durulması gerekliliğinin hedef belirtilmesi ve çareler aranması gerekirken, bunun tam tersi yönde gelişmeler yaşanmaktadır.Yani düşünceleri boşaltılmış ve tek noktaya kitlendirilen kadınların, görsel anlamda kitlelere reklam edilerek zihinlere yer etmesi; aslında insanlık adına utanç verici bir noktaya sürüklendiği gerçeği nedense sorgulanmamaktadır. Kadın imtiyazlarının genişlemesi derken; olayı bu yönde geliştirmek ve beyinlere kadını görsel anlamda bir "obje" olarak sunmak toplumların ilerlemesi anlamı taşımadığının altını önemle çizmek istiyorum. İşte gelişmiş ülkelerde kadının toplumdaki yeri ne yazık ki bu noktalara taşındığı bir dönemi yaşıyoruz. Zira tüm veriler bu yönde işaret veriyor...


Bir başka deyişle, sınıfların ortaya çıktığı andan itibaren, egemen güçlerin sömürülenlere, ezilenlere reva gördüğü bütün toplumsal roller, her zaman kadına ağır bedeller ödetmiştir. Kadına sadece bir "serf" olarak bakılmamış; aynı zamanda cinsiyeti bakımından da boyun eğdirilmesine zemin hazırlanmıştır. Çok canlı bir örnekle anlatımımı izninizle pekiştirmek istiyorum; Halis TOPRAK'ın 17 yaşında bir kadınla yapmış olduğu evlilik... Peki hemen sonra ne oldu derseniz, bakınız basından edindiğimiz haberler bu düşüncelerimizi kanıtlar biçimde; "Ya paramı ver ya kızımı... Kayınpederi, Halis Toprak kendisine 5 bin TL vermeyince nikahın iptali için dava açıyor."...

Demek oluyor ki kadın her şartta, kadın, olmasından gelen özelliği ile zora maruz bırakılmış boyun eğdirilmiştir. Bunun yöntemleri farklı olabiliyor; ama netice itibariyle sonuç hiç DEĞİŞMİYOR!!!

Kısaca toplum ve millet olarak medeniyete ve çağdaşlığa erişmek istiyorsak; kadının ilerlemesine yani beyninin gelişmesine olanak tanımalıyız! Bunun zemininin her şartta EĞİTİM sayesinde olacağının, altını kalınca çizerek hatırlatmak isterim. Tabii insanlığın en önemli değerlerinden olan fazileti de kaybetmemeyi unutmadan!


Sevgi ve saygılarımla!

26 Kasım 2009 Perşembe

Bayramımız Kutlu Olsun...












"Gelsinler ki, kendilerine ait bir takım menfaatlere şahit olsunlar ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine belli günlerde (onları kurban ederken) Allah’ın adını ansınlar. Artık onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin." HAC SÛRESİ, 28. Ayet


Bayramlar; insanlar arasındaki karşılıklı sevgi ve saygının pekiştiği günlerdir. Bayramlar; insanların birbirleriyle olan dargınlıklarını unuttukları, barıştıkları, kardeşçe kucaklaştıkları günlerdir. Bayramlar; millî ve dini duyguların, inançların, geleneklerin uygulanıp hayata geçirildiği, bir toplumda millet olma şuurunun güçlü bir şekilde ortaya çıktığı günlerdir.

İşte bu anlamda her zamankinden daha çok muhtaç olduğumuz birlik ve beraberliğimizi, kardeşliğimizi en sıcak şekilde hissetmeye; dostluğu, sevgiyi ve geleceğimizi.. Ekmeğimizi, aşımızı.. Kederimizi, acımızı ve yalnızlığımızı paylaşmaya ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde bu bayram umut ediyorum ki bizlere, HUZUR, SEVGİ, ANLAYIŞ, HOŞGÖRÜ getirsin!

Bu duygu ve düşünceyle güzel ve yalnız ülkemde daima birarada, sevgi dolu kardeşçe nice bayramlar geçirmek istemiyle; Mübarek Kurban Bayramımız kutlu ve mutlu olsun!

Sevgi ve saygılarımla!

23 Kasım 2009 Pazartesi

"Öğretmenim, Sen Bir Meleksin"




















Bir öğretmen olarak bu özel günde, duyduğum hislerle beraber, öğrencilerimle olan iletişimimden izninizle bahsetmek isterim. Madem ki öğretmenim ve madem ki bana ait özel bir gün var; o halde ben de bu defa mesleki duygularımı aktarmaya gayret edeceğim:


Hemen hergün özenle ve çok samimi içten duyguların yansıtıldığı, rengarenk resimler ve çeşitli çizgiler aracılığıyla bulabildikleri her kağıda yazılan o, sımsıcak sevgilerin aktarıldığı, irili ufaklı mektuplar... İşte bu mektuplarla çantam dolup taşıyor... Her akşam eve geldiğimde fırsat bulduğum ilk anda yakınlarımla birlikte paylaşarak okuduğum cümlelerin, kalbimde ayrı bir sevgi demetleri olarak iz bıraktığını görüyorum. Zira her birinde, insani duyguların en sıcağı ve en samimi ifadelerinin yer alması; ruhumda en güzel duyguların yaşamasına neden oluyor. Onları, okudukça öğrencilerime olan duygularımın ve ilgimin öyle "geçiştirilecek" nitelikte olmaması yönünde beynime mesajlar geçiyor.


Aldığım mektupları atmaya kıyamadığım gibi, bir köşede biriktirme alışkanlığım oldu. Sayısını bilemiyorum... Binlerce mektup demek en doğrusu olacak galiba. Şu anda bile önümde sayısız haftalık mektuplar var... Hepsi de birbirinden güzel... Onlara bakıldığında sanki kendinizi "masal dünyası"nda gibi hissedebilirsiniz... Zira ünvanlarım bir hayli kalabalık!.. Onların gözüyle; kraliçe, prenses, melek, çiçek... saymakla bitmez... Bir insanın ruhuna hitap edecek her türlü güzellikteki sevgiden bol bol var... :) Tabii, Atatürk'ü benden daha çok "sevdikleri"ni de belirtmeyi ihmal etmeyecek kadar asil cesaretlerini ortaya koyan, vatanseverliklerine değinmeden de geçemeyeceğim. Bayrak ve Atatürk sevgisini mutlaka bir kenara not ediyorlar!.. Onlarla gurur duyuyorum!.. O minicik yüreklerindeki vatan sevgisini nasıl ifade edeceklerini çok iyi biliyorlar! Kısaca; en içten sevgilerini, çocuk ruhlarıyla cömertçe paylaşmasını o kadar samimice ifade edebiliyorlar ki...


Evet; cep telefonumdaki mesajlar, çantamdaki mektuplar tüm bunları yok etmeye kıyamıyorum! Sınıfa girdiğim an, o cıvıltılı sesler arasında merhabalaşarak, onların sevgilerini ve iltifatlarını almak, dünyanın en güzel armağanları olarak değerlendiriyorum!.. Özellikle birebir kurduğumuz yakın temaslarla birlikteliğimiz bir harika!.. Onlara "ŞEKER ŞEYLER" diye hitap ediyorum. Zira gerçekten hepsi de ayrı bir şeker! Gözlerindeki pırıltılar, tıpkı bir "YILDIZ"ı anımsatıyor... Onları, çok SEVİYORUM!..


Öğretmenlere teslim edilen bu minik dimağlara, öncelikle sevgiyle yaklaşmamız gerekliliğini unutmadan, Başöğretmenimiz Mustafa Kemal ATATÜRK'ün emaneti olan Cumhuriyetimize sahip çıkacak nice yeni nesillerle elele yürümek dileğiyle, kutsal ve onurlu mesleğimizin temsili günü olan "24 Kasım Öğretmenler Günü" tüm öğretmenlerimize kutlu olsun!

Sevgi ve saygılarımla!

20 Kasım 2009 Cuma

"He Ya."...













“Doğruları söylediği için” Serez Çarşısı’nda sabah vakti yağmur çiselerken padişahın celladı idam ipini boynuna geçirdiği vakit;

“Madem ki, bu kerre mağlubuz

Netsek, neylesek zait

Madem ki fetva bize ait

Verin ki basak bağrına mührümüzü” Şeyh Bedrettin "Vâridât"


**** **** ****


Günümüzde yaratılmaya çalışılan Türk- Kürt çatışmasına en güzel örnek olacak şahıslardan biri Diyap Ağa. (Diyap YILDIRIM 1852, Gözlüçayır / Çemişgezek, Tunceli)

Kurtuluş savaşı sırasında vatanın birliği ve kurtuluşu için mensup olduğu Ferhatuşağı aşireti ile birlikte işgale karşı koyan bir halk kahramanı olan Diyap Ağa, 1. Millet Meclisi Tunceli Mebusu. Yunan ordusu Polatlı'ya kadar ilerlemiştir. Top sesleri Ankara'dan duyulmaktadır. Meclis'te yapılan gizli görüşmede Fevzi Paşa, Ankara'nın bir hafta içinde boşaltılması gerektiğini ve Meclis'in Kayseri'ye taşınmasına karar verildiğini açıklar.


"Bir şaşkınlık sessizliğinden sonra Meclis patladı:

"Hayırr! Aslaaa! Olmaz öyle şey!!!"

Çoğu ayağa kalkmıştı. Bazıları sıraları yumrukluyordu. Fevzi Paşa konuşmasını gürültüler arasında sürdürerek sözünü zorlukla tamamlayabildi:

"Bu iki hususun görüşülerek karara bağlanmasını rica ediyorum." Kürsüden indi. Erzurum Milletvekili Durak Bey (Sakarya) kürsüye yürüken bağırdı:
"Söz istiyorum!"

Oturumu yöneten Dr. Adnan Bey'in cevabını beklemeden kürsiye çıktı:

"Efendiler! Biz bu davaya başladığımız gün, elimizde ne böyle bir ordu vardı, ne bu kadar silah. Bugün eskiye nispetle çok kuvvetliyiz. Bu sebeple Bakanlar Kurulu'nun önerisini reddediyorum..."

Alkışlar yükseldi.

"..Halk gidebilir. Ailelerimiz gidebilir. Memurlar gidebilir. Herkes gidebilir..."
Cebinden silahını çıkarıp kürsünün üstüne koydu:

"..Ama biz, elimizde silah, burada öleceğiz. Hiçbirimiz şehitlerimizden daha büyük değiliz."
Meclis ayağa fırlayıp Durak Bey'i alkışlamaya başladı. Bakanlar Kurulu'nun önerisini hep reddeden yoğun alkışla destekleniyordu. Ama birkaç milletvekilinin telaşa kapıldığı da gözleniyordu. Son olarak beklenilmez bir şey oldu; o güne kadar hiç söz alıp konuşmamış olan Tunceli Milletvekili Diyap Ağa'nın elini kaldırdığı görüldü. Dr. Adnan Bey inanamadı, sordu:

"Söz mü istiyorsunuz Diyap Ağa?"

"He ya."

"Buyrun."

Meclis sustu. Sakalı göğsüne inen Diyap Ağa, ağır ağır kürsiye geldi. Gözlerini kısarak Meclis'i süzdü. "Lafım kısadır.." dedi, "..biz buraya kaçmaya mı geldik, yoksa kavga ederek ölmeye mi?"
Kürsüden indi.

Meclis alkıştan yıkılacaktı." Şu Çılgın Türkler, sf: 210-211 / Turgut ÖZAKMAN



Diyap Ağa, Sivas Kongresi sırasında Atatürk ile ilişki kurmuş ve ona karşı eylemde bulunan Elazığ Valisi Ali Galip Bey’e karşı gelmiştir.
Birinci Büyük Millet Meclisi’nde Tunceli Mebusu olarak yer almış ve Atatürk’ün takdirlerini kazanmıştır.

3 Kasım 1922 tarihinde mecliste yapmış olduğu konuşma ;


"-Efendiler, kusura bakmayınız, ben ihtiyarım. Hepimiz biliyor ve söylüyoruz ki; dinimiz ve diyanetimiz, aslımız, neslimiz hep birdir. Bizim içimizde ayrılık, gayrılık yoktur. İsmimiz de, dinimiz de Allahımız da birdir. Başka ne diyeyim. Hepinize söz yetiştirmeye ben takat getiremem. Hepimizin halimize göre söyleyeceğimiz sözlerimiz vardır. Hele bu haller bir düzelsin de ondan sonra daha çok konuşuruz. Bendeniz ihtiyarım, kusura bakmayınız. Murahhaslarımız haklarımızı kurtarmaya Avrupa'ya gidiyorlar. Allah yardımcıları olsun. Hamdolsun gidenler dinini diyanetini bilen adamlardır. Zaten hepimiz biriz ve kardeşiz. Ama düşmanlar bizi birbirimize saldırtmak için tuzaklar yapıyorlar. Sen söyle, ben böyleyim diye. Ne yaparlarsa nafile, biz hep kardeşiz. Birisinin beş, bir diğerinin on oğlu olur. Biri Hasan, biri Mehmet, biri Ahmet, bir Abdullah'tır. Fakat hepsi insandırlar. La İlahe illallah, Muhammedün Resulullah... İşte bu... hepsi bu..."


İşte üzerinde yaşadığımız bu topraklar böyle vatansever ve kahramanlar tarafından "ırk, mezhep" ayrımı gözetmeden bir yumruk olarak sahiplenilip kazanılmıştır. Tarihimiz bu örneklerle doludur. Bugün olduğu gibi dün ve ondan önce de aynı bölücülük ve ayrımcılık plânları üzerinden milletimiz, ayrıştırılmak istenmiştir! Fakat buna geçit vermeyen aziz milletimiz, bu planı bozarak halkı ile vatanın bölünmez bütünlüğü etrafında toplanmayı kararlılıkla sürdürmesini başarmıştır. O halde, bizler de atalarımızın genlerini taşıdığımız ve onların soyundan geldiğimize göre; bu durumu muhafaza edeceğimiz kesin! Bu böyle biline!..

Sevgi ve saygılarımla!

18 Kasım 2009 Çarşamba

"Soykırım Oldu" Ödevi















"Fransa'da bir okuldaki tarih dersinde Ermeni soykırımı iddialarını reddeden 13 yaşındaki Türk öğrenci iki gün okuldan uzaklaştırıldı ve soykırımı kabul eden bir ev ödevi hazırlaması istendi. " Hürriyet / 18 Kasım 2009

Tebrikler Fransa!.. Tebrikler AB!.. Bu türden olaylar sayesinde gerçek yüzünüzü görebiliyoruz. Zira burada görüldüğü üzere sizlerin "insan hakları", "demokrasi", "özgürlük" gibi sözcükleri kullanarak geleneğinizde ve genlerinizde olan sömürge düzenini günümüzde de devam ettirdiğiniz gerçeğini anlayabilmemize vesile oluyor.

Fransa, bilindiği üzere insan haklarını savunmada (!) ve bu anlamda üzerimize baskı kurmada baş rolde oynayan bir AB ülkesidir. Peki o vakit bu olayda neyin nesi oluyor? Çocuk sayılacak yaştaki bir kişiye yapılan bu davranış, bir baskı değil de nedir? Bu aynı zamanda bir faşizmdir! Hani nerede kaldı, kişi hürriyeti ve düşünce özgürlüğü!.. Üstelik kabul ettirmeye çalıştığı kişi de Türk! Yani zorla "Senin ataların katliamcı!" suçlamalarına maruz bırakılmak isteniliyor! Bu durum ancak Hitler döneminde yani diktatörlüklerde geçerli olur! Hani bunlar sözde "Laik, demokratik" bir cumhuriyet yönetimine sahiplerdi?! Nasıl oluyor da bu uygulamalar ortaya çıkabiliyor?


Şimdi bir de işin asıl özü olan Fransız Anayasasının konumuzu ilgilendiren kısımlarına bir bakalım:

Fransız 1946 Anayasasının giriş bölümünde, "ırk, din ve inanış ayrımı yapılmaksızın, tüm bireyler devredilemeyen ve kutsal olan haklara sahiptir" ifadesi kullanılmaktadır.

"Hiçbir birey, kökeni, fikirleri veya inanışları yüzünden işinde veya yerine getirdiği görevde mağdur edilemez".

Fransa, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini onaylamıştır. Bu Sözleşmenin 9’uncu maddesi, İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin 18’inci maddesini yinelemekte ve vurgulamaktadır. Bir Fransız mahkemesi önünde temel haklarına saygı gösterilmesini elde edemediğini düşünen herhangi bir kişi için, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurma imkanı sağlayan 9’uncu maddeyi hatırlatalım.
1. Herkes, düşünce, vicdan ve din özgürlüğü hakkına sahiptir ;

Ayrıca Anayasanın giriş bölümünde, "İnsan ve Vatandaşlık Hakları Bildirisinin 11’inci maddeyi oluşturan : "Düşüncelerin ve fikirlerin özgürce iletilmesi, insanın en değerli haklarından biridir (…)" ifadesi de laiklik kavramı çerçevesinde ileri sürülmektedir.

Görüldüğü üzere yasaları böyle demekle birlikte bunların hepsinin kağıt üzerinde kaldığına tanıklık ediyoruz! Zira yapılanlar bunlarla hiç mi hiç U-YUŞ-MU-YOR! Evet çıkarları öyle gerektiriyor! Peki bunu hemen örnekleyerek Fransa'nın Cezayir'e yaptığı soykırımı hatırlatalım bir de. Ayrıca burada gerçekten bir vahşet söz konusu. Bize yamamaya çalıştıkları ve atalarımızı "soykırımcı" ilân etmelerinin altında yatan gerçek ise, kendi vicdanlarını rahatlatmaktan öteye geçemez!


İşte şimdi biz de aynı şekilde davranarak onların suçlarını gözler önüne sersek nasıl olur acaba? Zira bizi hep savunma konumuna zorlayanlara karşı atak yaparak tarihi gerçekleri ortaya döksek diyorum!.. Mesela "Setif Katliamı"ndan başlayalım:

"1945 Yılında 2.dünya savaşının bittiği duyulduğunda. Bir asırdan fazla Fransa sömürüsü altında yaşayan Cezayir halkı, Cezayir bayraklarını sandıklarından çıkardılar. Kalabalıkların içinden Cezayir bayrakları yükselmeye başladı ve istiklâl istemenin bedeli tam kırk beş bin Cezayirlinin hayatıyla ödendi. Fransız askerleri, kalabalığın içine rastgele ateş açtı.Bu katliam adını Setif katliamı olarak tarihe yazdıracaktı. Ama bu Cezayir’deki birçok katliamdan sadece birisiydi." Banu AVAR / Avrasyalı Olmak

Sonuç olarak; "Batı sadece hatırlamak istediği tarihi hatırlar!" Burada da düşünce özgürlüğünü gözümüze sokmaya çalışan Fransız okulu öğretmenine tebriklerimizi (!) iletmeden önce lütfen, öncelikle kendi tarihlerini hatırlamalarını; ve yaptıkları insanlık dışı vahşeti nesilden nesile aktararak ders çıkarmalarını istiyorum! Ve yine büyük baskılara rağmen sözde "soykırımı" reddeden 13 yaşındaki Mustafa DOĞAN ve ailesini yürekten KUTLUYORUM, TEBRİKLER!

Sevgi ve saygılarımla!

15 Kasım 2009 Pazar

"Yeteneksiz"siniz Öyle mi?!











"Sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez." Sokrates


"İngiltere'nin reyting rekortmeni 'Got Talent' Türkiye'de...
Acun Ilıcalı ile birlikte Ali Taran ve Oylum Talu'nun jüri olarak yer alacağı yetenek yarışması "Yetenek Sizsiniz Türkiye!", yurdun her bir köşesinden kendine güvenen insanları ekranlara taşıyacak ve fenomenler yaratacak."


Evet böyle bir yarışmayı, basın aracılığıyla öğreniyoruz ki millet olarak, "heyecanla" bekliyormuşuz!.. Vallahi pes!..

Neyse biz, asıl ifade etmek istediğimiz düşüncemize dönersek, neymiş yarışmanın adı? "Yetenek Sizsiniz Türkiye!" peki; hemen buradan zihnimize ilk çağrışan manaya (anlama) bakalım: "Yeteneksizsizsiniz Türkiye!" ifadesi olduğunu maalesef belirtmek isterim. Zira ilk bakışta bende bu şekilde bir his -izlenim- uyandırdı. Yani Türkiye "yeteneksiz" öyle mi?!.. Yazıklar olsun!..

Yok eğer böyle bir niyet taşımadan masumane bu isim uygun görüldüyse o halde, ciddi anlamda yayın yapan bir kuruluşun, milyonlarca kişilere hitap etmesi münasebetiyle de, gerekli titizliğe niçin önem vermediği sorgulanmaya açık değil midir? Ve niçin zihinlerde tereddüt yaratacak ifadelere yer verilmesi uygun görülmüştür?! Bu anlamda ilgili şahıslar, hiç mi olayın psikolojik boyutu vs.lere dikkat etmediler? Oysa bu türden oluşumlar, her boyutuyla en ince detayıyla incelenenip, araştırıldıktan sonra ortaya konulması gerekir!

O halde olaya psikolojik açıdan bakıldığında ülkemiz ve milletimiz, aşağılanarak hakarete mi maruz bırakılmak isteniyor? Zira "toplum mühendisliği" diye, günümüze hakim olmuş sosyolojik bir olgu var! İşte bu durum sayesinde toplumlar çözülerek çökebiliyor!.. (Nazi yönetimi altındaki Almanya'da da Joseph Göbbels yönetimi altında kamuoyu oluşturan sofistike yöntemler geliştirilmiştir. Bu yöntemler daha sonraki yıllardaki propaganda yöntemleri için de model oluşturmuştur. En ünlü temsilcilerinden birinin Theodor Adorno olduğu Frankfurt Okulu gibi sosyoloji kuramcıları kitle kültürü gibi bir yeni olgunun ve bu olgu çerçevesinde de Nazizm gibi örnekleriyle yeni manipülatif bir gücün doğuşunu gözlemlemiş ve üzerinde yorumlarda bulunmuşlardır.)


Peki bir de programın kaynağına bakalım: Edindiğim bilgiye göre İngiltere kaynaklı olan bu yarışmanın adı; "Got Talent" yani, "Yetenek Sahibi" anlamına gelen Türkçe karşılığı, bize nasıl aktarılmış; "Yetenek Sizsiniz Türkiye!"
Ne alaka? Niçin öyle kelime oyunuyla karşı karşıya getirilmek isteniyoruz? Niçin aklımıza ve zihnimize şüphe düşürülmeye çalışılıyor? Niçin biz, aşağılanmaya ve hakarete varacak algılamalara maruz bırakılıyoruz? Sonra bir açmaz daha var! Burada yarışan bireyler. Yani tek tek şahıslar arasında bir yarış söz konusu. Peki o zaman, sonuna niçin "Türkiye" ilave edilmiş? Burada bizim farketmediğimiz yoksa uluslararası, bir yarışma mı söz konusu? Yani devletler mi yarışıyor? O zaman kaynağı İngiltere'den gelen yarışmanın adı; "Yetenek Sizsiniz İngiltere!" diye, niçin adlandırılmamış?

Tüm bu anlaşılmaz ve sorgulandığı zaman altında inanılmaz boyuta varacak (ki, en azından bende bu izlenimler oluştu!) sonuçların yattığı bu türden kafa karıştırıcı programlar vasıtasıyla devletimizi, milletimizi ve değerlerimizi dolaylı olarak "aşağılayan" ve "karalayan" pogramlara derhal son verilmesi için çağrımızı buradan yapmak öncelikle sorumluluk sahibi olarak görevimiz olduğunun altını çizmekle onur ve gurur duyarım!

Sevgi ve saygılarımla!


NOT: Nitekim bu yarışmanın internet adresi nasıl kodlanmış: "yeteneksizsiniz-turkiye.com" buyurun bakalım, ne anlayalım?!

11 Kasım 2009 Çarşamba

O, Bizim Atamız!

















"Benim için en büyük korunma noktası ve şefaat kaynağı milletimin sinesidir." ATATÜRK, 1919



Ona, Eşisiz Atatürk diyerek duygularımı belirtmek istiyorum. Zira her geçen gün değeri artarak onun, yokluğunu arıyoruz... 1919 yılında üzerimize bir "kara bulut" gibi çöken emperyalizm, yine aynı ağırlıkta bizi kuşatma peşinde. İşte o yüzden sevgili Atamızı bugün daha iyi anlıyor ve onun büyüklüğü karşısında önünde saygıyla eğiliyoruz... Söylediği her sözün değeri, bir hazine... Hepsinden ayrı bir ders çıkaracağımız kesin!

İşte bugünlerde Türk milleti, Atasına hiç olmadığı kadar sahiplenirken, bu inanılmaz sevgi karşısında dünya devletleri bu durumu bir türlü anlayamıyor ve anlayamazlarda!

Atatürk niye büyüktür, niye hiç eksilmeyen bir minnet ve saygıyla anıyoruz sorusuna, "Şu Çılgın Türkler" kitabı ile daha yakından tanıdığımız değerli yazarımız Turgut Özakman'ın ifadeleriyle izninizle açıklamak isterim:

"Dünyada ülkesini savaşta zafere kavuşturan bir çok komutan var. Milletini daha ileri bir toplum yapmak için çalışmış birçok komutan var. Milletini daha ileri bir toplum yapmak için çalışmış birçok önder de var. Ama yokluk, yoksulluk içinde ikisini birden başarmış bir kişi var: ATATÜRK

Sıfır imkanla, işgal edilen vatanını kurtarmış, emperyalizmi ve yardakçılarını yenmiş, ülkesini tam bağımsız yapmış, bununla kalmamış milletini çağdaşlaştırmak, kadın-erkek eşitliğini sağlamak, halkını uyandırmak, kalkındırmak için devrimler gerçekleştirmiş, bir doğu ülkesinde demokrasinin kapısını açmış böyle bir önder, bilge, millet atası hiçbir ülkenin tarihinde yer almıyor." Cumhuriyet Türk Mucizesi.
İşte yabancıların bu yüzden bizi anlaması imkansız. Zira Onların tarihinde bir örneği yok ki!

Evet, bir tarafta uzantısı Haçlı Seferlerine kadar giden hayasızca akın ve onun PARALI askerleri, diğer taraftan "yokluk, yoksulluk" içerisindeki ve vatanı için gözünü kırpmadan canını verecek asil bir millet; ve ona yön veren o, büyük lider...

Öte yandan, "diktatör" tanımlamasıyla Atatürk'ü küçültmeye çalışanlara söylenecek sözümüz de olacak elbette; aramızdan ayrılalı 71 yıl olmasına rağmen kalbimizden silinmediği gibi, hergeçen gün artmaya devam eden bu büyük sevgi ve saygının bir zorlayanı mı var, sorusuna cevap verebilirler mi acaba?! O halde bu karalamalar nafile...

Bu millet, Atasını çok SEVİYOR!.. Ve onu çok ÖZLÜYOR!.. Hiçbir kuvvet, onun sevgisini kalbimizden silemez!.. Büyük Atatürk'e ölümünün 71. yılında, Allah'tan rahmet diliyorum.

Sevgi ve saygılarımla!

8 Kasım 2009 Pazar

Biz, Bunlar Değiliz!..















"Sanatsız kalan bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir." ATATÜRK


"Sanat, ruh ve sezilerle ortaya çıkar" deniliyor. Bence de öyle... İnsan ve sanat birbiriyle paraleldir. Uygarlığın canlılığını gösteren de sanattır. Peki durum böyle olunca da sözü "Batı kaynaklı" sanata getirmek istiyorum. Aslında bu durum acilen ele alınarak, gözden geçirilmesi gereken önemli bir konu. Bu yazımda sıklıkla karşılaştığımız bir "dayatma"dan bahsedeceğim.

Sanat dediğimiz zaman hemen karşımıza çıkartılmaya çalışılan şey; "opera, bale, keman" vs. Şimdi bu durumu söylerken bizim evrensel anlamda bu türden çalışmalara karşı olduğumuz akıllara gelmesin. Zira bahsetmek istediğimiz şey, Batı'nın şımarıkça ve bencilce düşündüğü ve de etrafına yaymak istediği, "Bütün uygarlığın temeli biziz" düşüncesi etrafında birleşerek, "Geleceği de biz şekillendireceğiz" dayatmasıdır. O halde burada bizim de bu görüşlere karşı çıkmak gibi bir görevimiz ve sorumluluğumuz olduğunu düşünüyorum.

Basından edindiğim bilgiler doğrultusunda dikkatimi çeken Tunceli, Şırnak, Van vs. gibi illerimize taşınmak istenen bir kültür açılımından söz ediliyor. İlk bakışta sanki büyük bir hizmet gibi algılansa da, aslında bu durumun toplumu sil baştan değiştirmeye yönelik olduğu ve "Batı hayranlığını" toplum üzerine örtmekten başka bir şey olmadığı kanatini taşımaktayım. Zira Anadolu kültürü, bambaşka bir sanatı sergilemektedir. Burada insanlarımızın yaşam tarzlarını, ilmek ilmek birebir işleyen türkülerinde, oyunlarında, çalgılarında kendilerini bulmakta ve özünü yitirmemektedir.

Peki bu durumun yerine konulmak istenen "opera, bale" de neyin nesi oluyor?! Tabii sanat, oralarda icra edilsin! Tiyatrolara, sinemalara, konserlere önem verilerek yaygınlaştırılsın! Ancak bu bizim kültürümüz bünyesinde yapılsın! Ne demiştik; "sanat, ruh ve sezilerle ortaya çıkar" Elbette öyle... Üstelik sanat, insanın dışa vurumun etkisi olarak da tanımlanabilir. Yani doğallık, sanatın en baş unsurudur. O halde Anadolu insanımızın doğallığı ne zamandan beri, Batı kaynaklı opera ve baleyle özdeşleşmiştir? Ya da kemanla mı kendini ifade etmiştir? Yok işte böyle bir şey!.. Bu tamamen insanın kafasını karıştırarak bir yerde dayatmaya geçmektedir. Nedir o dayatma; "Batı kültürünü" Türk insanına yamamaya çalışmaktan başka bir şey olamaz. Yani biz kendimiz olmaktan çıkıp, Batılı olmaya çalışıyoruz.

Bu türden fikirleri bizlere yerleştirmeye çalışan aydınlar ne yazık ki halkla barışık değiller! Yani, kendilerini "üstün" gören, Batı taklitçiliğini kendilerine bir meziyet gibi sayan şahsiyetler, hiçbir zaman hakikatde Anadolu insanının kendisi olamadı! Bu doğrultuda "burnu büyükler", "kendini beğenmişler" tamamiyle Hıristiyan Batı kültürüne hayranlık duyanlar, "çağdaş uygarlığı Avrupa temsil ediyor" anlayışıyla beslenenlerdir.

Mandolin çalarak, bale öğrenerek, klasik müzik dinleyerek kalkınma olmaz! Ama sanki kalkınma bu unsurlarla oluyor gibi izlenim yaratarak bu türden hizmetleri (!) Anadolu'nun ücra köşelerine götürmeyi "kalkınma" ve "aydınlanma" sayanlara, esefle ve ibretle bakıyorum. Zira bu durumun halkımıza "aşağılık duygusu" yaratmaktan başka bir şey olmadığı çok net bir şekilde ortadadır!

Peki ne yapmak gerekiyor ve sanat icra edilmemeli mi, sorularına hemen yanıt vermek isterim: Şüphesiz ki toplumları millet yapan en önemli unsur, insanlar arasındaki dil, din, tarih, amaç ve kültür birliğidir. İnsanlar bu unsurları paylaştıkları ölçüde kendilerini içinde yaşadıkları toplumun bir parçası olarak görürler. Aynı zamanda insanları birbirlerine gönülden ve zihinden bağlarlar. İşte ait olma duygusu böyle bir şeydir. Ortak kültür sayesinde bu duygu gelişir, güçlenir. Ortak kültür, bir milletin örf ve adetleri, gelenekleri, destanları, sözlü ve yazılı edebiyatı ile sanatçının toplamı olarak ortaya çıkar.

Sevgi ve saygılarımla!

5 Kasım 2009 Perşembe

Allah Şaşırtmasın!
















"Zonguldak'ın Çaycuma ilçesinde, Kur'an kursunda tanıştığı genç kızı, "muska yapmakla tehdit ederek taciz ettiği" iddia edilen imam hakkında suç duyurusunda bulunuldu." Vatan / 03.11.2009

Kulağımıza çok yabancı gelmeyen ve neredeyse sıklıkla duyduğumuz sıradan günlük olaylar gibi görülse de bu haber insanı, derinden sarsıyor. Zira konu çok hassas... Bir tarafta kutsallığına inandığımız ve meşruiyetini inançtan alan din kurumunun temsilcisi, diğer taraftan ise onlara emanet ettiğimiz çocuklarımızın namusları ve ruh sağlıkları... Konunun her iki şekilde de ele alınarak ciddi anlamda gerekli eğitim ve bilinçlendirmenin süratle yapılması gerektiğine dikkat çekmek isterim. Peki o zaman burada imamlarımızı mı ele almalıyız, yoksa masum vatandaşlarımızın inancını sömürmeye kadar götüren sistemi mi?


Benim dikkat çekmek istediğim asıl konu, bu türden yanlış ve kabul edilemez olayların gerçekte sadece ve sadece bizde görülmediğidir. En azından okuduğum kitaplar vasıtasıyla aynı türden yaklaşımları başka din kurumlarının temsilcilerinde de görmüş olmamdır. Buradan konuyu örneklendirerek düşüncemi açmak isterim. Emil Zola'nın, "Gerçek" adlı romanında bu türden kirli bir ilşkinin içerisinde olan kilise temsilcileri ve gelişen olaylar... Yine Victor Hugo'nun "Notre Dame'ın Kamburu" adlı eserinde yine bir papaz, kilisesinin temsilcisi olan Claude Frollo'nun kirli ilişkileri ve işlediği suçlar...


Tabi konunun toplumlar üzerindeki etkisinin bir hayli sıkıntılı olduğu kesin. Zira biraz önce verdiğim eserler üzerinden edindiğim şey, olaylarda, gerçeğin aranmasından ziyade, önyargılı yaklaşımın toplumları esir etmesidir. Bunun aşılması ise eğitimle olur. "Bilimsel" akla dayalı eğitimin karşısına, inanç ve din duygularının kolayca kullanılabileceği gibi bir olgunun, toplumlara seçenek olarak sunulması halinde, yazıma konu olan vakıaların yaşanması kaçınılmaz olacaktır.


Bu kaçınılmaz gerçeği Zola "Gerçek" adlı eserinde çok güzel işlemiştir. Zira bu eseri okuduğum zaman, insanların tutumlarının, dünyanın her yerinde birbirlerine benzerlik gösterdiğini bir kez daha fark ettim. Burada Kilise temsilcilerine olan bağlılık, tamamamen insanların inanç ve duygularının kullanılarak, baskının ön plana çıkmasıydı. Keza Hugo'nun "Notre Dame'ın Kamburu"nda da benzer bir yaklaşım söz konusuydu. Demek ki yüzyıllar öncesindeki zihniyet ne yazık ki günümüzde de bir şekilde sürdürülmek istenmektedir. Ancak bu defa hükmedecekleri kesim, geçmişten daha az. Yani eğitimin olmadığı, cehaletin yaşadığı yerde varlığını sürdürebiliyor.


Diğer taraftan bu durumun dinimizle -İslamiyet'le- hiçbir alâkası olmadığının altını çizerek izninizle ifade etmek isterim ki, burada imamların, bu şekilde insanların zihnine yer etmesi, gerçekten dışarıdan bakıldığında Müslüman toplumlara büyük zarar vermekte olduğudur. Ve en önemlisi de gerçek anlamda inancımıza hizmet için kendini adayan değerli şahsiyetlerin, bu türden ve münferit olarak baktığım kişiliklerle hiç alâkası olmadığını beyan etmek isterim. Zira bilinmelidir ki her toplum ve kurumda yanlış yapan vardır. Bu tıpkı bir ağacın bünyesindeki çürük meyveler gibidir. Önemli olan bu kişilerin, zaaflarının ve menfaatlerinin esiri altında hareket ettiklerini iyi kavrayarak diğerlerinden ayırt edebilmektir. Toplumumuzu da bu şekilde uyarıcı bilgilerle aydınlatmak en azından insani görevimiz olmalıdır! Aksi yöndeki tutum ve yönlendirmeler, kafa karıştırmaktan öteye geçemediği gibi, "dinden soğutma"ya ve toplumun genel ahlâkının TEMELDEN bozulmasına kadar gidecektir! Özellikle de basının üst başlıktan bu türden ucuz haberlere yer vermesi kimseye yarar sağlamayacaktır! Bilâkis kurumlarımızı toplum nezdinde güven bunalımına sürükleyecektir!

Sevgi ve saygılarımla!

3 Kasım 2009 Salı

"Bu Mutlaka Olacaktır!"
















Türkiye halkı mütevazi milli sınırları içinde bütün uygar insanlar gibi tam anlam ve kapsamıyla hür ve bağımsız yaşayacaktır. ( 1922 )


20 Ocak 1921 de kabul ettiği Anayasa ile "Egemenlik kayıtsız ve koşulsuz ulusundur." ilkesini ilan etmiş bulunan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Ulusal Kurtuluş'a karşı koymuş olan İstanbul Hükümeti'nin yasallığını, hiçbir zaman kabul etmemişti.


Kurucu önder Mustafa kemal Atatürk, 1 Kasım 1922 tarihinde TBMM'de saltanatın kaldırılması görüşmelerinde "Mesele, zaten oldu bitti haline gelmiş olan bir gerçeği, kanunla ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır." ( Nutuk / Yakamoz yayıncılık sf: 410) şeklindeki net ifadesiyle, oy birliği ile kabul edilmiştir.


17 Kasım 1922 günü, Vahdettin'in İngiltere'nin koruyuculuğuna sığınarak, bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul'dan kaçtığı haber alınır. Konuya ilişkin Atatürk, Nutuk'ta şöyle değinir:

Kamuoyunu gerçek durumla karşı karşıya bırakmayı yeğlerim.

O zaman, egemenliği atadan oğula geçirmek gibi yanlış bir yöntem sonucu olarak büyük bir makam, gösterişli bir san kazanabilmiş bir alçağın, onuru çok yüksek olan soylu bir ulusu nasıl utanacak bir duruma düşürebileceği kendiliğinden anlaşılır.

Gerçekten, neden ve nasıl olursa olsun, Vahdettin gibi özgürlüğünü ve canını kendi ulusu içinde tehlikede görebilecek kertede aşağılık bir yaratığın bir dakika bile olsa, bir ulusun başında bulunduğunu düşünmek ne acıklıdır! Şuna kıvanabiliriz ki bu alçak, alçaklığını, atalarından kalma padişahlık makamında Türk ulusunca atıldıktan sonra tamamlamış bulunuyor. Türk ulusunun bu öncelikli davranışı elbette övülmeye değer.

Beceriksiz, aşağılık, duygu ve anlayıştan yoksun bir yaratık, kendisini kabul eden herhangi bir yabancının kanadı altına sığınabilir; ama, böyle bir yaratığın, bütün Müslümanların Halifesi kimliğini taşıdığını söylemek kuşkusuz uygun düşmez. Böyle bir görüşün doğru olabilmesi, her şeyden önce, bütün Müslüman toplumların tutsak olmaları koşuluna bağlıdır. Oysa, dünyada gerçek böyle midir? Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca özgürlüğe ve bağımsızlığa bayrak olmuş bir ulusuz. Değersiz yaşamlarını iki buçuk gün daha alçakcasına sürükleyebilmek için her türlü düşkünlüğü sakıncasız bulan halifeler oyununu da sahneden kaldırabildiğimizi gösterdik. Böylece devletlerin, ulusların, birbirleriyle olan ilişkilerinde, kişilerin, özellikle kendi devletinin ve ulusunun dokuncasına da olsa kişisel durumlarından ve canlarından başka bir şey düşünmeyecek aşağılık kişilerin önemi olamayacağı yolundaki herkesçe bilinen gerçeği bir kez daha doğruladık.

Uluslararası ilişkilerde mankenlerden yararlanma yönteminin beğenildiği bir döneme son vermek, uygar dünyanın içten gelen bir dileği olmalıdır. Tarihsel Olaylarla SÖYLEV "Nutuk" / Bakî Kurtuluş sf: 235-236


600 yıl saltanatla idare edilen Türk halkı, 1 Kasım 1922 yılından itibaren yönetime yani egemenliğine hakim olmuştur. Evet "Egemenlilk kayıtsız şartsız milletindir" ilkesi doğrultusunda saltanatı kaldırmış, cumhuriyet rejimini benimseyen Yüce Türk halkı, modern, çağdaş dünyada kendine yer edinmiştir!

Sevgi ve saygılarımla!