27 Haziran 2011 Pazartesi

Bir Yılın Muhasebesi...
















"Erişmek istedikleri bir hedefi olmayanlar, çalışmaktan da zevk almazlar."



Bir ders yılını daha geride bıraktık... Galiba benim için bu yıl her bakımdan yoğun ve heyecanlı geçti. Zira bu yılın ortalarında sınıfıma "Sevgi evleri"nden gelen ve bir hayli sıkıntılı davranışlara sahip hırçın bir öğrenciyle tanıştık...

Fatih, zor bir çocuk...

Onunla her alanda büyük mücadeleye girdim... Onu anlamak, onun hislerini yaşamak en büyük isteğim oldu. Bunu başardığım andan itibaren gerisi kendiliğinden geldi...


Bu süreç zarfında sınıfımdaki bütün öğrencilerimin sahip oldukları olgunlukla, Fatih'in tüm olumsuz davranışlarını anlayışla karşıladılar. Hiçbir sorun çıkarmadan bana yardımcı oldular. Onlar, küçük bedenlerinde belki de yetişkin insanların dahi başaramadığı anlayışı ortaya koydular. O minicik kalplerindeki kocaman sevgileriyle inanılmaz olgunlıklarını, adeta birbirleriyle yarışırcasına sergilemeyi kendilerine görev edindiler.


Bu bilincin onların aslında toplum içerisindeki sorumluluklarının ilk adımı olduğunun farkında bile değillerdi... Zira onlar, Fatih'le birlikte hayatı tanıdılar ve hayatın gerçeklerini birebir yaşayarak öğrenmiş oldular...


Bütün bu gayretlerinin ne anlama geldiğini bile idrak edemeyecek kadar masum olan çocuklarım, kim bilir, benim Fatih'e gösterdiğim yakın ilgiyi zaman zaman çocuksu duygularının gerektirdiği ölçüde kıskanmış da olabilirler. Çünkü henüz daha çocuk sayılacak yaştalar... Kendilerine olan sevgimin Fatih'e kaydığını düşünerek, içten içe üzüldüklerini zaman zaman bana hissettirdiklerini biliyorum... Ve onlardan bugünden benim bu davranışımı anlamalarını fazlaca beklemiyorum, ama biliyorum ki yarın büyüdükleri zaman beni çok daha iyi anlayıp, kendileriyle gurur duyacaklar... Ben de onlarla ne kadar GURUR duysam azdır...

Bu şekerleri ben, çok seviyorum... :)


Bugüne kadar rapor dahi almadan sürdürdüğüm görevim esnasında, Fatih'le birlikte başlayan mücadele sürecimde 3 günlük rapor alma ihtiyacı hissttiğimi de belirtmeden geçemeyeceğim. Bu zaman içerisinde karşılaştığım sorunların çözümünde bakanlığımızın ilgisini bizzat yakından gördüm. Yine aynı yakınlığı devletimizin diğer kademelerinde de yaşadım. İşte bütün bunların da verdiği bir cesaretle Fatih'le olan ilişkimi öğretmenlik yaklaşımından biraz daha ileri götürerek, belki "anne" düzeyinde bir temasla yılmadan büyük kararlılıkla sürdürmeyi vicdani bir görev saydım.

Netice ise şimdilik harika...

Fatih artık diğer arkadaşları gibi davranışlar gösteriyor. O "sevgi"yle tanıştı... "Sevgi"nin aşamayacağı hiçbir engel yok... Bunu ben de bizzat yaşayarak öğrendim... "Sevgi"yi bugün maddi anlama indirgeyerek "tek taş"la fiyatlandıranların aksine "sevgi"nin sözle yaşanamayacak kadar etkileyici ve yüce bir duygu olduğunun altını çizmek isterim.




Öte yandan bu yıl, tüm bu koşuşturma arasında daha önce bu sayfamda belirttiğim üzere "SINIFÇA" adlı bir de dergi çıkardım. Sınfça büyük bir emek ile tasarladığımız ve hazırladığımız "SINIFÇA" dergimizin telaşesi de bambaşka bir heyacan oldu... Bununla da çok mutulu olduğumu bir kez daha belirtmek isterim...

Demem o ki... Düşündüm... Emek sarfettim... Koşuşturdum, biraz da yoruldum galiba... Ve bir dakikalık zamanımı bile mümkün olduğunca boşa geçirmeksizin dolu dolu bir yıl geçirdim. Tüm bunlar, bana insan olduğumu bir kez daha hatırlattı...

Önümüzdeki yıl, şeker şeylerle buluşmak üzere... :)

Son bir not; Fatih'i iki gün önce ziyarete gittiğimde iki sözünün arasında "Okul ne zaman açılacak? Bir daha ne zaman geleceksin?"...

Sevgi ve saygılarımla!

Image"HAKSIZLIK KARŞISINDA SUSAN DİLSİZ ŞEYTANDIR." HZ. MUHAMMED (S.A.V.

25 Haziran 2011 Cumartesi

Biz de İnandık!!!















BBC'nin haberlerinden edindiğim bilgiye dayanarak Birleşmiş Milletler Genel Meclisi, dünyada eşlerini kaybeden yaklaşık "245 milyon kadının şerefine 23 HaziranUluslararası Dul Kadınlar Günü" ilan etmiş... İyi mi?


Birleşmiş Milletler'in bu vakte kadar almış olduğu kararların siyasi bir hesaba dayandığını artık bilmeyenimiz yoktur herhalde... Onun için bu haberi dinlediğimde ruhumun isyan etmemesi mümkün değil... Zira adeta dalga geçer gibi bizim zihnimizle aleni alay ediyorlar...

Şimdi haberi izin verirseniz kısaca bir irdeleyelim:

Türlü haksızlıklara maruz kaldıklarını iddia eden Birleşmiş Milletler, amaçlarının miras haklarından ve topraklarından, hatta çocuklarından bile mahrum bırakılan dul kadınların sorunlarını masaya yatırarak dünyaya duyurup, sivil toplum kuruluşlarınca gerekli hassasiyetlerin oluşmasına katkı sağlamaya yardımcı olmakmış...



Ve bu kapsamda İngiltere eski başbakanlarından Tony Blair(ki bu kişi özellikle Irak'a saldırıyı büyük bir iştahla gerçekleştiren baş oyuncudur.)'in eşi Cherie Blair ve ünlü İngiliz şarkıcı Jhon Lennon'un eşi Yoko Ono bu kapsamda görüş bildirerek "Artık bu haksızlıklara meydan okumanın zamanı geldi" diyorlar... Dahası ortada kalan dul kadınların yoksulluğun pençesinde mücadele ederken bedenlerini satabildiklerini ve hatta çocuklarının dahi "fuhuşa" sürüklenebildiklerini; yine dul kadınların, çok zayıf ve sömürüye açık hale geldiklerini söylüyorlar...


Öte yandan dul kadınlar, bir çok ülkede özellikle de savaş bölgelerinde ya bir köşede bırakılıyor, ya da gözardı edildiklerinin Birleşmiş Milletler'ce altı kalın kalın çizilerek bizlere duyuruluyor...

Aman da aman... Bu hassasiyet ve inanılmaz şefkat duyguları karşısında valla gözlerim yaşardı...

Şimdi çok merak ediyorum, bu korkunç ortamı sağlayanlar kimler acaba?

Ey Birleşmiş Milletler, siz, kimi kandırıyorsunuz? Dünyada kargaşa ile birlikte beraberinde çıkan savaşların ardından tüm olumsuzluklara yol açan; ve kendi ifadelerinizle kötü koşulların oluşmasında el altından katkı sağlayanlar kimlerdi acaba?

Tony BLAIR değil midir Irak'da savaşı başlatan?

Orada yüz binlerce Müslüman kadının namusunu kirletip ardından "fuhuş bataklığı"na çekilen; ve milyonlarca kadının dul kalmasına neden olan kimler?

Bütün bu kirli koşulları sağlayan emperyalist güçlere hizmet için var olan Birleşmiş Milletler, şimdi hangi yüzle"dul kadın" haklarını aramaya kalkıyorlar? O vakit bu yaptığınız bir yandan dövmek, öte yandan açılan yaraları pansuman için "melek" rolüne girmek anlamı taşımıyor mu?

Özellikle, BBC'nin haberdeki kullanılan (Nevyork sergisindeki) resimlerine dikkatle bakıldığında görüldiği gibi, Müslüman kadınlar üzerinden konu işleniyor... İyi de oralarda bu yaraları açanlar niye gündeme taşınmaz? Suçlular ortada cirit atıyor... Ve dahası aynı suçlar işlenmeye devam ettiği gibi edilmeye de daha hızlı zeminler hazırlanıyor...


Korkum şu ki... BM'in bu "iyilik", "insanlık" içeren sözde mesajlarıyla geçmişte yapılanlar gibi, bundan sonra yapılacakların zemininin hazırlanmasına yönelik, yeni çalışmalar olmasından endişe duyuyorum!

Sevgi ve saygılarımla!

Image"HAKSIZLIK KARŞISINDA SUSAN DİLSİZ ŞEYTANDIR." HZ. MUHAMMED (S.A.V.)

23 Haziran 2011 Perşembe

Hele Bi Sor Bakalım, Niye?















İnsanın önemi, hayatı sorgulama ile anlam kazanır. Ancak yerinde "doğru soru"yu sorabilmek şartıyla.


"Bir zamanlar büyük berrak bir ırmağın kıyısında insan dolusu bir köy vardı.

Irmağın suları hepsinin üzerinden geçerdi, genci-yaşlısı, zengini-yoksulu iyisi-kötüsünün sessizce.

Yalnızca kendi yoluna giderdi ve kendi berraklığını bilirdi.

Her yaratık kendince ve yöntemince sıkıca tutunurdu ırmak dibindeki dallar ve kayalara.

Çünkü yaşam biçimiydi onların, tutunmak ve akıntıya karşı durmak.

Doğumlarından beri bildikleri.

Fakat bir yaratık sonunda dedi ki:

"Yoruldum tutunmaktan.

Göremesem de akıntının nereye gittiğini, hissediyorum.

Ve güveniyorum bu yüzden.

Şimdi bırakacağım kendimi ve izin vereceğim beni gittiği yere götürmesine.

Yoksa tutunarak sıkıntıdan öleceğim."

Ötekiler gülerek şöyle dediler:

"Ahmak! Kendini bıraktığın an,

Kutsal bildiğin o akıntı

Seni kayalara vurup parçalar, böylece sıkıntıdan daha önce ölmüş olursun!"

Ancak aldırmadı bu yaratık onlara.

Derin bir nefes alarak bıraktı kendini.

Hemen o anda akıntı onu sürükleyip kayalara vurdu.

Ancak tutunmayı o zaman da reddedince yaratık,

Akıntı bu kez onu havalandırdı.

Ancak henüz yarası beresi yoktu.

"Irmağın daha aşağılarında yaşamakta olan tutunmayı reddeden yaratığın" yabancı olduğu başka yaratıklar bağrıştılar:

"Mucizeye bakın! Bize benzemesine rağmen uçuyor bu!

Bizi kurtarmaya gelen Mesih'e bakın!"

Akıntıya kapılarak sürüklenen yaratık şöyle dedi: "Ben Mesih değilim sizden fazla.

Biz göze aldıktan sonra, ırmak dünden razı, bize özgürce havalandırmaya.

Gerçek görevimiz bu yolculuk, bu serüven."

Fakat diğerleri daha sıkı kayalara tutunarak daha çok "Kurtarıcı" demeye başladılar.

Farkına vardıklarında gitmişti "kurtarıcıları";

bir başlarına kalınca da

bir kurtarıcı efsanesi uydurdular." Richard Bach "Mavi Tüy"


"Her birimizin içinde bizi hem sağlığa, hem hastalığa, hem zenginliğe, hem yoksulluğa, hem özgürlüğe, hem köleliğe yöneltecek güç eşit olarak vardır. Bunları denetleyen biziz başka hiçbir şey değil."


Sevgi ve saygılarımla!

Image"HAKSIZLIK KARŞISINDA SUSAN DİLSİZ ŞEYTANDIR." HZ. MUHAMMED (S.A.V.

20 Haziran 2011 Pazartesi

Bizim Kız Angelina...








"Bizim akıl, mantık ve zeka ile hareket etmek şiarımızdır. Bütün hayatımızı dolduran vak’alar bu hakikatin delilidirler." Atatürk


Bilin bakalım, bizim "iyilik meleği"miz kim miş?


Aslına bakarsanız hep merak etmişimdir (!), "acaba benim iyilik meleğim kim olabilir?" diye.

Annem, babam, ailem, eşim, atalarım, şehitlerim, vatan birliğim, milletim... Olabilir mi?

Tabii ki "evet" diyebilirsiniz.

Ama yanıldınız... Cevap, "hayır"...

Ve benim asıl "iyilik meleği"m bizim kız "Angelina Jolie"miş de, haberim yokmuş!!!


Zira günlerdir Angelina Jolie'nin, meleklerin meleği "olduğu"nu yazan yazana... Söyleyen söyleyene...

"Rüzgar gibi geçti", "İyilik meleği" "İyi niyet elçisi"...

Aman da aman... şu sıfatlara bir bakar mısınız?!

Beraberindeki övgülere ise, hiç değinmeyelim...

Şayet bir "iyilik meleği" illâ da aranıyorsa, bırakınız da ona biz karar verelim... Ve yine müsaade edin de kendi iyilik meleğimizi kendimiz belirleyelim!

Şeytanlığa soyunmuşların ortaya sürdükleri "melek" kılıklı şeytanları, sakın ola bize "iyilik elçisi" olarak dayatmaya kalkışmayın...

Zira elin Hıristiyanı;

Ne zamandan beri benim "iyilik meleği"m olmuş?

Ne zamandan beri Müslüman ahalinin koruyucusu olmuş?

Ne zamandan beri "iyilik elçisi" sıfatına bürünmüş?

Görünen o ki, psikolojik dayatmayla zihnimizi sersemleştirmeye çalışıyorlar.

O halde bizim de bu aymazlara kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim'den bir hatırlatmamız olacaktır:

"Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir. De ki; "Şüphesiz doğru yol, Allah'ın (gösterdiği) yoludur."Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların heva(arzu ve tutku)larına uyacak olursan, senin için Allah'tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı." Bakara Sûresi, 120 Ayet


Demem o ki, "Selamün aleyküm" dedi diye yere göğe sığdırılamayan şeytanın sözcüsü, bizim "iyilik meleği"miz falan olamaz!

Sevgi ve saygılarımla!

Image"HAKSIZLIK KARŞISINDA SUSAN DİLSİZ ŞEYTANDIR." HZ. MUHAMMED (S.A.V.)

17 Haziran 2011 Cuma

Duyduk Duymadık Demeyin... Angelina Jolie Geldi!












"Bilelim ki, milli benliğini bilmeyen milletler başka milletlerin avıdır." ATATÜRK



"Hayırdır inşallah! Angeline geliyor Ünlü Hollywood yıldızı Hatay´a geliyor. Ancak bu geliş pek hayra işaret değil. Ünlü film yıldızı ve BM İyi Niyet Elçisi Angelina Jolie'nin, Türkiye'ye sığınan Suriyelilerin kampını ziyaret etme talebinde bulunduğu öğrenildi."


Vallahi bana göre, Hollywood demek Pentagon demektir... Zira Angelina Jolieler emperyalizme bir nevi silahsız asker olarak hizmet ederler; ve emperyalist güçler sessiz sedasız ülkeleri kuşatırken, Öncü Kuvvet Angelinaları kullanır...

E doğal olarak onlar da bilir ki kendilerinin bu anlamda görevleri vardır. Ve bu görevi yerine getirenler, oralarda boy gösterebilir; ve yine dünyanın bütün nimetlerinden ancak bu durumda, burunları bata bata yararlanırlar! Hâl böyle olunca da Pentagon'un silahsız askerlerini temsil eden Hollywood, yeri ve zamanı gelince kargaşalı bölgelere, böyle gider...

Nitekim; Angelina, nisan ayında da Libya-Tunus sınırını ziayeret edip, oradaki kamplarda "inceleme"lerde bulunmuştu...

İyi de neyi inceliyor? Doğrusu orayı biz de merak ediyoruz...

Dikkat ederseniz, önce kargaşa çıkarılıyor, ardından devreye Hollywood giriyor.

Ah sevsinler Angelina...

Şimdi hangi sıfat ve yetkiyle buralardasın?

İnsanlık adına geldiysen şayet, bir zahmet önce Irak'a uğra...

Niye mi?

Yüz binlerce kadının bedenini satışa çıkardılar da ondan!

Milyonlarca insan, çoluk çocuk demeden vahşice öldürüldü de ondan!

Binlerce insana insanlık dışı zulmü reva gördüler de ondan!

Daha sayalım mı?..

Yok eğer, "sanatçı" kimliğinle geldiysen, dur o zaman... Zira bu kamplar, keyfe keder kurulmuş, senin anladığın türdeki "Tatil kamp"ları değil!!! "Can pazarı"... Şu anda da bu insanların senin güzelliğin ya da ne bileyim oyunculuğunla ilgilenecek ne zamanları, ne ortamları, ne de ruh halleri var!!!

Tabii bu seçeneği düşünmediğin aşikar...

O halde gel istersen sen, önce insanlık adına emperyalizmin dayattığı vahşeti protesto et... Biz de o zaman seni alkışlayalım...

Ve işte o zaman sana gerçek anlamda sanatçı diyelim, Angelina JOLİE!!!

Sevgi ve saygılarımla!

Image"HAKSIZLIK KARŞISINDA SUSAN DİLSİZ ŞEYTANDIR." HZ. MUHAMMED (S.A.V.)

11 Haziran 2011 Cumartesi

İşte O Olay















"Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geldiniz. Size verdiğimiz dünyalık nimetleri de arkanızda bıraktınız. Hani hakkınızda Allah’ın ortakları olduğunu zannettiğiniz şefaatçilerinizi de yanınızda görmüyoruz? Artık aranızdaki bağlar tamamen kopmuş ve (Allah’ın ortağı olduklarını) iddia ettikleriniz sizi yüzüstü bırakıp kaybolmuşlardır." En'âm Sûresi, 94. Ayet



Dünya üzerindeki pekçok ülkenin haritasını değiştirmek isteyen emperyalist güçlerin bu uğurda yapmayacakları şey yok... Zira düğmeye çoktan basıldı bile...

Hâl böyleyken, hergün şu veya bu şekilde yüzlerce masum insanların öldürüldüğüne ne yazık ki utançla tanıklık ediyoruz...

Peki ne uğruna?

Hiç şüphe yok ki "güç", "kudret" ve bitmek tükenmek bilmeyen ihtirasları uğruna...

Sonuç; tabii ki de hüsran...

Zira bu vahşet arasında kim veya kimler mutluluğu yakalayabilir ki?

Tam da bu noktada yaşanmış ilginç bir olayı buradan sizlerle paylaşalım. Zira aşağıda aynen aktaracağım olay, gerçekten insanlık için ders çıkarmaya yönelik ibretlik bir durum...

Ne derler, "Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az"...

Emperyalistlerin "hakimiyet" azgınlığı...


1902 yılında, Martinique'teki St. Pierre''de sınıfsal farklılıklar gözetilerek bir adanın hakimiyeti ele geçirilmek istenir. İstenir istenmesine de... Çevrilen dümenlerden habersiz olan masum halk, hakim güçlerin istediği atmosferin etkisine de girerek, farkına bile varamadıkları ölümlerini, kendi elleriyle bizzat hazırlamaya son sürat giderler...


Dolayısıyla ezilen ve ezen tabaka hep birlikte hazin sonlarına ulaşırlar...


İşte dramatik ama bir o kadar da ibret verici o olay:


"Adanın her iki bölgesinden de Fransa için bir temsilci seçmek üzere, 10 Mayıs 1902 tarihinde sandık başına gidildi. Seçim sonuçlarının adadaki güç dengelerini değiştirmesi ihtimali oldukça yüksekti.

Bir köşede, adadaki beyaz üstünlüğünü temsil eden ve yüzyıllardır iktidarda bulunan İlerici Parti; karşı köşede, Martinique'in siyah ve melez çoğunluğunu temsil eden, yeni kurulmuş Radikal Parti. Üç yıl önceki 1899 seçimlerinde, Amedee Knight adlı siyah bir adam senatör seçilmişti. İlerici Parti, başka hiçbir siyahın siyasi bir mevkie çıkamamasını sağlamaya kararlıydı. Zengin ile yoksul, siyah ile beyaz arasındaki çekişme kızışıyordu.

Ancak, adanın üzerinde kurulduğu dev Pelee Dağı ortalığı daha da ısıtacaktı.

Nisan başlarında, Pelee Dağı gümbürdemeye başladı. Yanardağ ağzından kül bulutları ve zehirli gazlar püskürtmeye başladı. St. Pierre'in dar sokakları ince kül tabakalarının altına gömülmeye başladı.


Halk endişeliydi ama kimse Vali Mouttet kadar endişeli olamazdı. Yedi ay önce Fransız hükümeti tarafından atanmıştı ve temsilcilerin her ikisi de Radikal Parti'den seçilirse, bu onun için büyük utanç kaynağı olacaktı. Başa baş geçmesi muhtemel seçimi yönlendirmek için elinden geleni yapıyordu. İhtiyacı olan son şey insanların panik halinde adayı terk etmesiydi. Sadece beyaz azınlığın göç etmeye yetecek kadar parası olduğunun farkındaydı. Onlar da giderse, İlerici Parti seçimi kaybederdi. Adayı terk etmelerini engellemek için bir şeyler yapması şarttı.


Adanın en büyük gazetesi Les Colonies'i volkanın tehlike unsuru olmadığına ve giderek büyüyen panik ortamından Radikal Parti'nin sorumlu olduğuna dair haberler yayımlamaya ikna etti. Gazete, yıllar boyunca her konuda iktidarı desteklemişti ve bu da bir istisna değildi. Mouttet, gazetenin editörü Andreas Hurard'ı, Pelée'nin tehlike içerdiğine dair her türlü düşünceyi göz ardı etmesi için ikna etti. Hurard'ın, valinin ricasını kabul etmekten başka şansı yoktu, çünkü Mouttet gazetenin reklam gelirlerinin büyük Ölçüde düşmesini sağlayabilecek konumdaydı.


3 Mayıs'ta volkanda meydana gelen yarık sonucunda, kül ve çamur bir dağ köyünü yok etti ve St. Pierre'in içinden geçen nehir boyunca yol almaya başladı. Amerikan elçisi, Washington'u tehlikeden haberdar etmek için bir telgraf çekti. Fakat telgrafı durduran Mouttet, patlamaların yatıştığını ve tehlikenin sona erdiğini belirten kendi mesajını yolladı.


Ne yazık ki gerçek böyle değildi. Kül yağmaya devam etti ve tüm şehirdeki çatılar yıkıldı. Volkana yakın bölgelerde yaşayan yüzlerce insan patlamalar sonucunda öldü. Kurtulanlar St. Pierre'e kaçınca, kentin nüfusu 30 bine fırladı. Şehir sakinleri adayı terk etmek istediler ama Mouttet bunun gerçekleşmesine izin veremezdi. Vali, St. Pierre halkının adayı terk etmesini engelleyen emirler vermişti.


Tesadüfen, 7 Mayıs tarihinde de yakındaki St. Vincent adasındaki Soufriere volkanı patladı ve yaklaşık iki bin kişinin ölümüne yol açtı. Soufriere'in patlaması St. Pierre halkını biraz rahatlattı; bu patlamanın kendi volkanlarındaki basıncın azalmasını sağlayacağını düşündüler.

Aynı gece, vali ve karısı St. Pierre'i ziyaret edip Bağımsızlık Oteli'nde konakladılar. Halkın güvenini tazelemek amacıyla kente gelmişlerdi. Durumun ne kadar kötü olduğunu gözleriyle görünce, şehri boşaltmanın vaktinin geldiğine karar verdi. Açıklamayı yapmak için, ertesi gün katedralde gerçekleşecek Ekmek ve Şarap Ayini'nin bitişini beklemeyi uygun gördü. Ne yazık ki Mouttet tahliye emirlerini asla veremeyecekti. Ertesi sabah 07: 59'da, Pelée Dağı'nda patlamalar duyulmaya başlandı.

Bu, sonun başlangıcıydı.

Volkan, büyük ve siyah bir duman püskürttü. Kabaran dumanın içinde şimşekler çaktı. Daha da kötüsü, volkanik gaz ve parçalardan oluşan yakıcı bir çığ dağdan aşağı inmeye başladı. Teknik ismi nuee ardenîe olan bu ateşten bulut, yokuş aşağı St. Pierre'e doğru ilerledi.

Sıcaklığı yedi yüz dereceyi aşan çığ, saatte yüz kilometrenin üstünde bir hızla ilerliyordu.

Dünyanın kentten duyduğu son söz, St. Pierre telgraf operatörünün Fort-De-France operatörüne saat 08:02'de çektiği "Gidin" mesajıydı. Sadece bir dakika sonra, Pouyer-Quertier gemisindeki bir telsiz operatörü şu mesajı çekti: "Pelée patlaması sonucu St. Pierre yok oldu. Yardım gönderin."

St. Pierre saniyeler içinde alevler içinde kaldı. Uzaktan, yanmakta olan insanların alev topundan kaçıp kendilerini denize atarak kurtulmaya çalıştıkları görülebiliyordu. Kavrulmuş etleri, suya girdikleri an cızırdıyordu. Limana ve ticaret gemilerine akan alev duvarı, suya yayılarak, oraya kadar kaçmayı başarabilmiş olanları da öldürüyordu.

Kurtarma ekipleri geç kaldılar. Uzaktaki gemiler patlamanın Soufriere'de gerçekleştiğini sandıkları için Martinique'i es geçtiler. İngiltere, Japonya, Almanya ve ABD deniz kuvvetleri, tüm yardımları St. Vincent'e gönderdiler. St. Pierre'deki durumun daha beter olduğunun farkında değillerdi.

Elbette, kurtarma ekiplerinin de pek bir faydası olmazdı. Felaket, yirminci yüzyılın en büyük ve son iki bin yılın ise en büyük üçüncü patlamasıydı.

Vali Mouttet ve eşi dahil olmak üzere, otuz bin kişinin tamamının canlı canlı yandığı tahmin ediliyordu. Ölülerin çoğu çıplak halde bulundu. Giysileri üstlerinde buharlaşmıştı adeta. Isı o kadar yüksekti ki her türlü cam ve çelik bile erimişti. Şehir tamamen yok olmuştu."

Einstein'ın Buzdolabı, Tuhaf Hikayeler sf:95-98/Steve SILVERMAN


Sevgi ve saygılarımla!

Image"HAKSIZLIK KARŞISINDA SUSAN DİLSİZ ŞEYTANDIR." HZ. MUHAMMED (S.A.V.)

8 Haziran 2011 Çarşamba

Cumhurbaşkanı Ahmedinejad Şaka Yap(ma)dı!












"Bir millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını sağlamazsa şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz." ATATÜRK



"İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, başkent Tahran’da yerli ve yabancı basın mensuplarının hazır bulunduğu bir basın toplantısında soruları yanıtlarken, bir Türk gazetecinin İngilizce soru sorması üzerine Türkçe konuşmasını istedi. Ahmedinejad, Türk televizyonu muhabirinin İngilizce soru sormasına, "Türkçe konuş ben de anlayayım buradaki herkes de anlasın. Türkiye'den gelmişsin İngilizce konuşuyorsun" diyerek şaka yaptı." 08.06.2011, Vatan


Öncelikle İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'ı buradan saygıyla selamlamak isterim. Zira "onurlu duruş"un ne demek olduğunu, dünya kamuoyu önünde sözde bizim olduğu yazılan aymaz gazetecimize, ne yazık ki "haddini bildirerek" göstermiştir. Ve yine üzülerek ifade etmeliyim ki, bu haberi yazanlar da olayın vehametini anlamamazlıktan gelip, durumu "yumuşak geçişle idare etme" gafletinde bulunmuşlardır.


Haber nasıl veriliyor?

Ahmedinejad, "şaka yaptı"...

Hadi canım sende...

Biz de bu haberi, aynen şöyle yorumladık:

Ahmedinejad, Türk gazetecisine bal gibi "haddini bildirdi"...

Evet; Sayın Cumhurbaşkanı, ne yazık ki gazetecimize "onurlu duruş" sergilemeyi aynen öğretmiş oluyor...

İnanılır gibi değil!!!

Nedir bu "İngiliz hayranlığı"?

Ardından bir İngilizce ile konuşma sevdasıdır gırla gidiyor... Bu gazetecimiz İngilizce ile soru sorarak, ne yapmaya çalışıyor?

N'oluyor?

Öte yandan bir defa gazeteci Türk değil mi? Ki gazete öyle diyor...

Pekii, soruyu yönelttiği kişinin uyruğu ve sıfatı neymiş? İran vatandaşı ve cumhurbaşkanı. O halde bir üçüncü kimliğin dili ne geziyor oralarda?..

Hâl böyle olunca da... Doğal olarak işte böyle utanç verici gülünç durumu yaratan bir tepki gündeme geliyor

E o zaman da yapmacık tavra karşın gelişen içten doğallığa... Biz de buradan, doğal olan tepkimizi izninizle vermek isteriz...

Zira "demir tavında dövülür" diye bir atasözümüz aklıma geliyor...

Tebrikler Ahmedinejad!!!

Ezilen gururumuzun sesi olmuşsun!

Yürekten teşekkür ederiz... :)


Sevgi ve saygılarımla!

Image"HAKSIZLIK KARŞISINDA SUSAN DİLSİZ ŞEYTANDIR." HZ. MUHAMMED (S.A.V.)

6 Haziran 2011 Pazartesi

Valla Önce...















"Hiç kimse duymak istemeyenler kadar sağır olamaz."


Açık bir mekanda otururken, istemeden de olsa arkamda oturan -emekli sayılacak- grubun konuşmalarına dikkat kesildim... Zira büyük bir heyecanla anlatılmakta olan konu, televizyon dizilerleriydi.


Evet; belki dakikalarca dizilerin konularıyla ilgili hız kesmeyen anlatımları hararetle sürdü... Tabii bu arada "Muhteşem Yüzyıl"ın 5 yıl daha "süreceği"ni de ayrıca öğrenmiş oldum; bu vesileyle haberiniz ola... :)


Bu durumda, "eyvah, "Kurtlar Vadisi" dizisinin ve Polat Alemdar'ın galiba pabucu dama atılmış" demekten kendimi alamadım doğrusu. Ne bileyim, şimdi yükselişte "Hürrem" var... Ve anladığım kadarıyla da Polat ALEMDAR inişte...


Toplum olarak işi gücü bırakarak, dizilere merak salar olduk... Öyle ya, bir ara "Kurtlar Vadisi" ile devletimizin mekanizmasını çözdük! Çeteleşmenin, hesaplaşmanın yollarını hem öğrendik, hem de bu sayede devletimizin ve kurumlarının örselendiğine şahit olduk!!!

E sıra geldi tarihimize...

Böylelikle yeterince tanımadığımız atalarımızı hem tanır, hem de okumadığımız tarihimizi bir solukta öğreniriz... Sonra da tarihimizin nasıl örseleneceğine hep birlikte karar veririz.


Milli birliğimizi ve bütünlüğümüzü paramparça edecek "kanaat"lere ulaşmakta da hiç zorluk çekmeyeceğimiz kesinleşmiş oldu!!!

Sahi, diziler sayesinde de edebiyatımızı yerle bir etmiştik değil mi? "Aşk-ı Memnu" gibi edebi değer taşıyan bir eserin canına okunması...

Demek ki... Toplum olarak değerlerimizin bir bir aşağılanıp "paçavra" haline getirilmesine farkında bile olmadan, büyük bir destekle el veriyormuşuz...

İnanılır gibi değil... büyüğü küçüğü, yaşlısı genci herkes, günlük yaşamın gerçekliğini bir kenara iterek, hayali konuların içerisinde duygularını ifa eder olmuş...

Bu kadar vurdum duymaz ve boşvermiş olmak bizi nerelere sürükleyeceğini hiç düşündük mü acaba? Gerek yaşadığımız coğrafyanın koşulları, gerekse kimliğimizin zorluğunu gözönüne alacak olursak, bırakınız mutlu olmayı, nefes almamıza bile tahammül edemeyecek güçlerin baskısı altında bekaamızı sürdürmeye çalışıyoruz...

Hâl böyle olunca da sürekli uyanık ve dikkatli olmak yerine... bihaber yaşamanın şüphesiz ki bir "bedeli" olacaktır diye düşünüyorum.

5 Haziran Dünya Çevre Günü...

"2011 yılında yaşanan doğa olayları, çevre kazaları, orman yangınları, doğayı katleden projeler, nükleer tehdit, sera gazı salınımı ve buna bağlı olarak küresel ısınmayla buzulların erimesi ve çölleşme konuları her zamankinden daha fazla gündeme geldi." Hürriyet

Dünyamız bu yıl yaşanan olumsuzluklarla boğuşurken biz toplum olarak ne kadar bilinçliyiz, burası da ayrıca düşünmeye ve tartışmaya değer konular arasında... Zira varlığımızı sürdürebilmek için önce yaşanabilir dünya ve üzerinde bir vatanımız olması gerekiyor...


Özetle; bizim için hayati önem taşıyan bütün bu çetrefilli konular önümüzde duruken... Biz nelerle meşgulüz?!..


Valla önce Hürrem....

Sonrası mı?

"Allah Kerim!"

:)

Sevgi ve saygılarımla!

Image"HAKSIZLIK KARŞISINDA SUSAN DİLSİZ ŞEYTANDIR." HZ. MUHAMMED (S.A.V.)

2 Haziran 2011 Perşembe

"Çok Eşliliğe Destek"miş...









"Düşüncelerle karşılaşınca, zayıflar korkar, aptallar karşı gelir, akıllılar karar verir." J.Roland


"ABD'de yapılan bir araştırmaya göre, Amerikalıların çoğu, eşin aldatmasındansa, çok eşliliğin daha 'kabul edilebilir' olduğunu düşünüyor." 02.06.2011, Vatan


Bizde ise "Çok eşlilik yasal olmalı" diyebilen bir hanım aydınımız da çok yakın bir tarihte çok eşliliğin dinde olduğunu savunmuştu...

Ne güzel (!) değil mi? İnsanlar kendi şahsi çıkarları uğruna dini anında, istekleri doğrultusunda yorumlayabiliyorlar... Bu sayede de istedikleri gibi toplumu şekillendirmeyi kendilerine vazife sayıyorlar...


Gelinen noktayı kısaca tanımlamamıza yardımcı olacak bir görüşü izninizle aynen aktarmak isterim:

"Hurafeler diz boyu. İnsanlar doğruları değil bu hurafeleri kabul ediyor. Cübbeliler ve bilmem kimler her gün insanların kafasına hurafe püskürtüyor ama 20 bin kişi onları dinliyor. Peygamberimiz, "Nasıl olursanız öyle yönetilirsiniz" buyurmuş. Kimileri de var ki kendini aydın (!) sanıp dini tamamen dışlıyor, Kur’ân ile alay ediyor." Süleyman ATEŞ


Hâl böyleyken, "ABD'den destek" başlığıyla gazeteye yansıyan yukarıdaki haberi okuduğumda ilk aklıma gelen şey; insanların ahlaki zaafiyetlerinin toplumda yer bulması için, ortaya atılan saçma sapan açıklamalardan işte bir tane daha, demek oldu.

Ne zamandan beri Kur'ân'da insanların keyfe keder ihtiraslarına ve ahlâksızlıklarına haklılık veren ayetler olmuş? Zira hepimizin bildiği ve anladığı üzere Bedir ve Uhud savaşlarının yaşandığı o dönemde ortada birçok dul kadın kalmasıyla gelişen evlililklerin yapılması; ve hatta Hz. Peygamberimizin yapmış olduğu evliliklerin de bu anlamda, siyasi nedenleri olduğu bilinen bir gerçek iken... Nasıl oluyor da o dönemin koşulları bugünle örtüştürülebiliyor?


Şüphesiz ki bu konuyu aydınlatan pekçok gerçek aydınlarımız var...

O zaman her aklına gelen, istediği gibi birilerinin çıkarlarına hizmet etmek amacıyla, Kur'ân'a kendi istedikleri gibi şekil vermeye kalkışmasınlar!!! Hele hele İslam'ı ve Kur'ân'ı reddeden Hıristiyanların başı, bu işe hiç mi hiç! Dolaylı şekilde dahi bulaşarak "fetva" vermeye kalkmasın. Dinimizi ve ne yapacaklarımızı onlardan öğrenecek değiliz. Eğer çok biliyorlarsa otursunlar kendileri bir yasa çıkarsın ve kendi ülke insanlarına bu şekildeki ahlaksızlıklarını kanunlaştırarak toplumlarına sunsunlar.

Dolayısıyla oralardan bize akıl vermeye sakın kalkmasınlar!

Zira bizim dinimiz ve kitabımız bu türden ahlâksızlıklara ve zaafiyetlere yer vermediği gibi, bu türden uydurma ve hurafeleri de kesin şekilde reddetmektedir! "ŞEHVET, ŞÖHRET, SERVET Kur'ân'ın reddettiği..." Araştırmacı YAZAR Eren ERDEM


Şu anda yaşadıklarımız ise, insan ahlakının yerlerde süründüğü dönemin ta kendisidir... Bu gidişin iyileştirilmesi için topyekün uğraş verileceği düşüncesi şöyle dursun, ahlâksızlığı hem kabullenip, hem de alkışlarcasına suçu övme ve hatta suça teşvik anlamına gelecek her gelişmeyi toplumsal kabule zorlamanın yollarını din üzerinden gerçekleştirmek, adeta mübah sayılır hale getiriliyor... Bu da hem insanlık adına, hem de ahlâk adına utanç verici...

Tüm bu çirkin gelişmelerin hiçbir dinde yeri olmadığı da açık bir gerçektir. Zira hangi din var ki, ahlaksızlığı övüp, ona mazeret yaratan düşüncelere yer vermiş olsun?

Yazıklar olsun!!!

Öte yandan bu gece Regaip Kandili.. Ve bu doğrultuda Diyanet İşleri Başkanımızın açıklamalarında da görüleceği üzere, vermek istediği mesaj tam da konumuza ışık tutacak nitelikte...

"Regaib, geleceğe yönelik arzu ve isteklerimizi, emel ve tutkularımızı gözden geçirme imkânı veren mübarek bir gecedir. Bugün insanoğlunun en büyük sorunlarından birisi hiçbir arzusuna gem vuramaması, isteklerini dizginleyememesi, tutkularını terbiye edememesi, güç, servet, şehvet tutkusunu frenleyememesi, kısaca rağbetini, içten isteğini, regaibini Rabbine yöneltememesidir.

İşte Regaib kandili, bitmeyen arzularımızın, tükenmek bilmeyen isteklerimizin, bizi esir alan aşırı tutkularımızın ve bütün bu arzular doğrultusunda ortaya koyduğumuz çaba ve gayretlerimizin muhasebesini yapmamız için Rabbimizin her yıl bize lütfettiği mübarek bir gecedir." Prof. Dr. Mehmet GÖRMEZ

Bu vesileyle bu gece, yüce milletimizle birlikte tüm inananlara ve insanlığa kutlu olsun...

Sevgi ve saygılarımla!

Image"HAKSIZLIK KARŞISINDA SUSAN DİLSİZ ŞEYTANDIR." HZ. MUHAMMED (S.A.V.)