29 Temmuz 2010 Perşembe

Çipuralarla Birlikte... :)















"Ne gördüğümüz, büyük ölçüde ne için baktığımıza bağlıdır." John Lubbock




Bizlere "çipuraların selamı"nı getiren Yılmaz ÖZDİL'in bu muhteşem aracılığına karşılık ben de, çipuralarla beraber olmaya gidiyorum... :)


Bugün 250. yazımı geride bırakmanın verdiği keyfiyle yazma mutluluğunu yaşıyorum...

Dolayısıyla hem kendimi ödüllendirmek, hem de zihnimi dinlendirmek için kısa süreliğine kısmetse tatile gideceğim. Ancak ruhum, şehitlerimizin derin acılarını hep taşıyacak...


Onların canları pahasına bize sağlamış olduğu barış, güven ve huzur ortamından nasiplenerek şimdilerde yaptığımız ve yapacağımız tatil olanağının değerinin kelimelerle ifade edilemeyecek kadar kutsal olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bu tatili yaşayabilmenin huzurunu sağlayanlara karşı ulus olarak daima minnettar olacağız! Zira akıttıkları kanın ve geri getiremeyeceğimiz canların bedelini karşılamak mümkün müdür?


Haklarını asla ödeyemeyeceğimizin bilinciyle aziz şehitlerimizin ruhları önünde saygıyla eğilerek onlara, minnet ve şükran bocumuzu bu vesileyle bir kez daha ifade etmeyi vatandaşlık görevi ve vicdani bir borç sayıyorum.


Bu duygu ve düşünceyle ne kadarlık tatil yapılabilinirse, işte o kadarlık dinlenebileceğim galiba.


Görüşmek üzere... :)


Sevgi ve saygılarımla!


25 Temmuz 2010 Pazar

Bağımsızlık Benim Karakterimdir...






Efendiler, çok ıstırap çektik, çok kan akıttık, bütün medeni milletler gibi hürriyet ve istiklal istiyoruz.” İsmet İNÖNÜ, Lozan Barış Konferansı görüşmeleri esnasında, 1922 Lozan



"Türkiye'nin bölünmesi"ni tartışma cüretine kalkışan ABD Türkiye büyük elçisi James Jefrey, küstahça açıklamalarıyla sözde yol gösteriyor!..


Lûtfetmişsiniz majesteleri!.. Bizim içişlerimize karışmak gibi bir göreviniz (!) olduğunu bilmiyorduk... Şimdi böylelikle göstermiş oluyorsunuz, öyle mi?!.. Aman efendim (!) lûtfediyorsunuz! Nasıl yani? Siz, şimdi asırlardır olan birlikteliğimizi hem sorgulayın hem de ... Valla bu kadarına da pes doğrusu!

Haa, bu arada bize el altından bir de "vurgu" da bulunuyorsunuz, "bölünebilirsiniz"!!!

Geçin bu masalları...

Bizim "ayrılmak" gibi bir derdimiz yok! Aramızda bir anlaşmazlıkta yok!
Tarihin derinliklerinden gelen Türk varlığıyla birlikte, ki bırakın ABD tarihinin mazisini; kıtanız daha yeni keşfedilirken, atalarımız tarafından çağ atlatarak dünyaya tarih yazmış bir millet olduğumuzu da hatırlatmama gerek var mı bilemiyorum ama, tarihimizin tekrar gözden geçirilmesinde fayda olacağına önemle dikkat çekmek isterim...

Diğer taraftan Economist Dergisi de "fırsat bu fırsat" babında kendilerince inciler döktürmeye başlamışlar bile!!!

"Sonu olmayan savaş" başlıklı yazıda, "Türkler ve Kürtler bir arada yaşamalı mı?" sorusu soruluyor ve Türkiye'de kontrole gelmeyen Kürtlerin birçoğunun uzun bir süredir bu soruya "hayır" yanıtı verdiği iddiaları ve dahaları...

Uzun sözün kısası... Burası ne Afganistan, ne Arap yarımadası... Burası, Türk milletinin yüzlerce yıl bağımsız yaşadığı ve hakim olduğu Anadolu Müslüman coğrafyası!!! Türk-Kürt hiç farketemez... yok aslında birbirmizden farkımız... Zira bin yıllık kardeşliğin harcını, bu topraklar uğruna beraberce verdiğimiz, İstiklal mücadelesindeki akıttığımız kanla oluşturduk!


Vatanın her karışı, ayırmaya çalıştığınız Türk-Kürt kardeş kanlarıyla sulandı; ve sulanmaya da devam ediyor... emin olunuz ki karadeşi kardeşe kırdırtacak bu hain planınız işe yaramayacaktır! Tıpkı 1919'da olduğu gibi hüsrana uğrayacaksınız! Ha, Yugoslavya'da bunu başarmış olabilirsiniz... Irak'a gelince orası bir muamma... Sonucu gelecek zaman gösterecektir! Ama biliniz ki; Türk milleti, bu oyuna hiçbir zaman gelmeyecektir!!! Bunu bir kenara not edin! BAĞIMSIZLIK Türk milletinin karekteridir! Bu böyle biline! O halde, "içişlerimize karışmak" kimsenin haddine değildir!..


Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bugünkü sınırlarına resmiyet kazandıran ve ülkemizin tapusu sayılan Lozan Barış Antlaşması'nın 87. yıdönümü, Yüce Türk milletine kutlu ve mutlu olsun! Bu vesilyle başta kurucu önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere, bu uğurda canlarını vermiş büyük Türk ulusunun her bir ferdini ayrı ayrı ve Lozan'ın mimarı İsmet İNÖNÜ'yü rahmet, şükran ve minnet duygularıyla anıyoruz!


Sevgi ve saygılarımla!



22 Temmuz 2010 Perşembe

Roman Kahramanları Değil Bunlar, Gerçek KAHRAMANLAR!

















"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah’ın, lütfûndan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan (henüz şehit olmamış) kimselere de hiçbir korku olmayacağına ve onların üzülmeyeceklerine sevinirler." Âl-i İmrân Sûresi,169,170. Ayet


Aleksandre DUMAS'ın "Üç Silahşörler" adlı eserini bilmeyenimiz yoktur herhalde... Athos, Porthos, Aramis ve d'Artagnan. Bu gözüpek "şövalye"ler, Fransa (kral-kraliçe) için, hiç çekinmeden hayatlarını ortaya koyuyorlar.

"Cesaret", "sadakat", "onur" gibi soylu unsurlara sahip bu kahramanları, bu uğurdan kimse alıkoyamıyor; hatta, kudretli ve kötülüğün temsilcisi olan Milady bile...

Bu tarihsel romanın kahramanlarını, günümüzde dahi insanlık onuruna yakışır bir şekilde övgüyle ve bir kahramanlık hikayesi olarak anlatılıyor olmasından yola çıkarak...


Biz, öyle romandan alınarak efsaneleşmiş kahramanlardan değil, yaşamış ve yaşamakta olan gerçek kahramanlarımızdan söz etmek istiyoruz. Evet evet, tarihten bugüne kadar var olan yiğitlerimizden... Bizim eşsiz yiğitlerimiz... Gözüpek kahramanlarımız... Onlar ki, yaşatma arzusunu, yaşama arzusundan her şart ve zeminde üstün tutan fidanlarımız... Biz onların sayesinde yaşıyoruz! Onlara ne yapsak haklarını ödeyemeyiz! Mübarek bedenleriyle kazanılmış bu toprakları, dün koruduk bugün de korumaya devam ediyoruz işte...


Kim için? Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni korumak ve kollamak için!.. Bölünmez bütünlüğümüze sahip çıkmak, kardeşliğimize zarar getirmemek için!.. Namusumuz için!.. Bağımsızlığımız için!.. Ve Elhamdülillah Müslümanım, diyebilmek için!.. "Allah yolunda öldürülenlere "ölüler" demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz." Bakara Sûresi,154. Ayet



Yurdun dört bir yanından ŞEHİT cenazeleri kalkıyor... Fidanlarımız vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü için -kendi topraklarımız üzerinde- canlarını feda ediyor... "Nelere oluyor?" diye defalarca sorduğumuz sorunun yanıtını aslında herkes çok iyi biliyor. Ama kimse bu cevabı aklına bir daha getirmek istemezcesine, hafızasından silip atmaya çalışıyor... Zira bu alçak ve hain saldırıların arkasının kesileceğine inanmak istiyoruz... Biz böyle istiyoruz da, birileri öyle demiyor işte...

Hani 1919'da KURTULUŞ SAVAŞI'nı vermiştik ya... Evet, yine aynı savaştığımız işgalci güçler, karşımızda... İşte bu defaki işgal ve saldırış biçimleri çok farklı... Sessiz sedasız aramıza sızıyorlar... Kardeşi kardeşe düşman ettirmek, ardından ellerini ovuşturarak, gerçek anlamda "resmî işgal"i gerçekleştirebilmek, tek hedefleri...

PKK'nın, yani eli kanlı tedhiş örgütünün lojistik desteğini kimler sağlıyor? Bu hainleri, kimler eğitiyor? Hain inlerini, kimler savunarak kolluyor? Bu soruların yanıtları belli ki... Üzerinde biraz düşünmemiz ve tarih sayfalarına şöyle bir göz atmamız yeterli olacaktır!


"'Ben tarihin Türk halkından yana olduğunu biliyorum… Hatırlayın, 1919’da, umutsuz, çöken bir imparatorlukta, yazar Refik Halit KARAY, direnen güçlere ve Mustafa Kemal’e hitaben ne demişti:

"Anadolu"da bir patırtı bir gürültü, kongreler, beyannameler filan..

Sanki birşey yapabilecekler… Blöf yapmanın sırası mı şimdi?

Hangi teşkilatın ne gücün var!… Bu ne hayal!!

Kuzum Mustafa sen "deli" misin!

O Mustafa, aklın ve bilimin ışığında, ne "deli" ne "çılgın" olmadığını, halkıyla ispatlamıştı!'" Gazeteci yazar Banu AVAR


Demem o ki... Romanlara konu olabilecek asıl gerçek kahramanlar, hemen yanı başımızda!..

Onlara iyi bakın!..

Onlar biziz!!!

Yine ne diyordu Athos, Porthos, Aramis ve d'Artagnan; "Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için!"


Sevgi ve saygılarımla!


19 Temmuz 2010 Pazartesi

Sezar'ın Hakkını Sezar'a Vermek Lâzım...













"İnsan kulağından zehirlenir." MEVLANA



İnsan, hayatı yaşarken ister istemez çevresindeki kişilerden, varlıklardan ve olaylardan etkilenerek hareket eder.


Bir toplumun ahlâki değer yargıları bu kadar mı yerle bir olur, diye muhakeme ededurayım... Öte yandan basında öne çıkan haberler, oldukça dikkat çekiciydi. Zira dünya liderlerine yönelik iddialar ve hicivli haberleri okudukça, küresel ahlâksızlığın tüm insanlar üzerindeki etkisinin, her geçen gün kendisini daha da yakından hissettirdiğini görüyorum. Toplumsal ahlâki değerlerin, aşınmaya uğramasıyla, insanlığın ortak sorunu olan ahlâk felsefesi de bu sayede yok oluyor işte...

Şimdilerde egemen güçlerin, ahlâkın her alanındaki çöküntüsünden yararlanmasını (!); ve bunu da bir araç gibi kullanmayı insanlara, amaç olarak göstermesini ibretle, dehşetle ve kaygıyla izliyoruz...


Birkaç gün önce Okan Bayülgen'in programını biraz izledim... Bayülgen'in konuklarıyla beraber kendisinin de yorum getirdiği konu, "Seksi olabilmenin öncelikli koşulu nedir?.." gibi saçma sapan ve çok ucuz anlatımlar içeren konuşmalardı... İnanılır gibi değil! Bu türden basit ve seviyesiz konular, anlatımlar kime, ne kazandırıyor? diye sormadan edemiyorum. Zira insanların zihinlerini meşgul ettikleri konulara bir bakar mısınız?.. Bu soru ve üzerinde konuşulan sözler, toplumun hangi değer yargısına katkı sağlıyor? Hangi eğitime destek veriyor? Doğrusu çok merak ediyorum!


Peki; bu durumda toplumumuzun dinamik yapısını oluşturan gençlerimizin ve çocuklarımızın, ruhlarını ve zihinlerini ne ile yıkamış oluyoruz? Bundan sonra onlardan, nasıl ve hangi kaliteli davranışı beklemeliyiz?..

Örnek model olarak sunulan programların niteliği böyle olursa, biz de ona göre bir gelecek hazırladığımızın farkına varalım!

Evrensel konular üzerinden, akıl ve bilimle beslenmesi gereken yaşamın yerini ruhsuz, akıldan uzak, ahlâk niteliğinden yoksun zaafiyetlerle dolu, affedersiniz "hayvan"i içgüdüsel bir anlayışın hakimiyeti, insanlara sunuluyor... Bu durumda da toplumsal çöküşe doğru koşar adımlarla gidiliyor demektir!


Gelelim dünya liderlerinin örnek (!) davranışlarına; malum, İtalya başbakanının yaptıklarını, yaşadıklarını duymayan kalmadı... Yine, bir kez daha Berlusconi üzerinde yer alan iddialarla, dünya çalkalanıyor!!! Valla, şimdi de Marlon Brando ve Al Pacino'nun "Baba" filmini hatırladım. Zira Berlusconi için derin ve gizli örgütlenmeye yönelik iddialarla, "Sezar" olduğu söyleniliyor... O halde biz de "Sezar'ın hakkını Sezar'a" vererek Berlusconi'yi hak ettiği yere oturtalım :) Berlusconi ve iddia edilen bağlantılarının ayrıntılarını, İtalyan halkı ve İtalyan adaletine bırakarak, birkaç cümleyle Sarkozy'e değinmek isterim:


Toplum Sözleşmesi(Du Contrat social, 1762)yle gerek siyaset kuramının, gerekse siyaset felsefesinin klasik eserinin yazarı Rousseau'dan;
"Yaşamın ta kendisi" olarak gördüğü romanları, "Çocuklar gibi oyalanmak için, ya da tutkulu kimseler gibi bilgi edinmek için okumayın; yaşamak için okuyun." diyen Gustave FLAUBERT gibi yazarları bağrından çıkaran Fransız halkının, bugün kimlerin eline kaldığı ortada...


"Sarkozy Hapiste" haberiyle resimlenen rezaletin boyutu Fransızlar için onur kırıcı! Fransa devlet başkanı yerlerde sürünüyor... Elysee Sarayı utanç ve telaşta!.. Malum, Sarkozy'nin yaşamı da Berlusconi'den geri kalmıyor... Eh, o zaman da bu haberlere hiç şaşırmamak gerkiyor!


Aslında insan ve sanatın birbiriyle paralel olduğu düşüncesiyle hareket edersek, içinde bulunduğumuz yüzyılda insanın geleceği büyük endişeler içerisinde olduğu gibi; sanatta öyle... Sanat, maalesef bugün en kısır dönemini yaşamaktadır...


Peki, geçmiş yüzyıla bir bakalım; bu çağın düşünür ve yazarlarından insanlığın öğrendiği, özendiği hatta örnek aldığı çok şeyler vardı... Haysiyet, onur, namus, insanlık, vicdan, hakkaniyet gibi kavramlar mesela. Üzerinde inanılmaz yorumlar yapılır ve geliştirilirdi... Hatta, yürekten çok ruha, akıldan çok hayallere seslenen romantizmin yaşandığı dönemde bile olayların sağlam bir temel üzerinde oturtulmasına çaba gösterilirdi. "Hayallerin dizginlerini aklın ele alması" gerektiğine inanılarak konular ele alınırdı. Şimdi ne oldu?!.. Bu kavramları bırakınız yaşatmayı esamesi bile okunmuyor...


Bugün, hâlâ geçmiş yüzyılların yazar ve düşünürleriyle beslendiğimiz bir gerçek. Zira insan olmanın değerlerini hatırlatan o muhteşem eserlerin yerini dolduracak ne yazar, ne de düşünür yok denilecek kadar azınlıkta...


Peki, bu neden böyle?

Küresel ahlâksızlık, dünyaya hüküm sürüyor da ondan!!!


Sevgi ve saygılarımla!

16 Temmuz 2010 Cuma

"Oh!" Dedirten İzlenimler
















Hava çok sıcak ve bunaltıcı... Bu mevsim Bursa için, Arap turistlerin yoğun olduğu ayları içeriyor. Şimdilerde Bursa'da nereye baksan, Arapları görürsün. Ne bileyim... onlara baktığımda içimden "acı çeken ve yaşam mücadelesiyle boğuşan diğer çoğunluk Araplar"ı geçiriyorum. Zira bu düşünce tamamen bilinç altı olarak, zihnimde yer alıyor işte...


Neyse, çay içmek için uğradığımız bir mekanda, hem Bursa'nın o doyumsuz güzelliğini izliyor, hem de mevsim koşullarına rağmen güzel bir havayı teneffüs etmenin keyfini sürmeye çalışıyorum... Gittiğimiz mekanda çoğunluk olarak Araplar mevcuttu. Aslında bu durumdan mutlu olmamak mümkün değil. Zira malum, turist demek ekonomimizin canlılığı demek...


Bir ara üniformalı (hizmet eden şahısları çağrıştıran), oldukça zayıf ve koyu tenleriyle Arap olduğu izlenimini uyandıran iki bayan gözüme ilişti. Zira bu kişileri, mekanın çalışanları mı acaba diye düşünürken, diğer taraftan rahmetli Necdet Tosun'u andıran kiloda, Arap kadınların bu hanımlarla konuştuklarını gözlemledim :)


Bu arada bu şişman hanımların giyimleri çarpıcıydı. İşte başları değişik şekilde süslenerek kapatılmış; ama ayaklarda dekolte tarzı sandaletler var.


Ben, bu kişileri bir yandan izlerken, bir yandan da İslâm dinini aklımdan geçiriyorum. Zira Emevi döneminden süre gelen halifeliği saltanat haline dönüştürerek, saraylarda lüks içerisinde yaşamayı "islâm"la bağdaştırmayı ve yine parayla satın aldıkları toplumun en alt sınıfı olarak kabul edilen köle anlayışının, günümüze yansımalarını hatırladım. Diğer taraftan Arap coğrafyasında bitmek tükenmek bilmeyen "kan-gözyaşı" ve dahaları... Bu insanlarla birlikte zihnimde, tarihsel bağlantılarıyla günümüzdeki gelişmelerin üzerinde düşünülmesi gereken önemli çağrışımları uyandırdı...


Daha sonra üniformalı kişilerin, bu "şişman" grubun hizmetli yardımcıları olabilir mi, düşüncesi aklıma geldi. Dolayısıyla oradan ayrılırken, bu kişlerin konumunu mekan çalışanlarından birine sormak ihtiyacı duydum. Onlar da aynen üniformalı kişler için "köleleri" diye bir açıklama getirdi...


Bu arada üniformalı zayıf hanımın beklediği üzere, bir paket aldı; ve devasa jiplerine doğru yöneldi. İşte bu esnada paketi gözucuyla takip ettim; ve beni hayrete düşüren, o pakette, mekanda yenilen yemeğin artığı olan, belki, iki parça etden ibaret olmasıydı... Dahası tesadüfen aynı anda mekandan çıkışımız münasebetiyle gördüm ki, bu zayıf "köleler" jipin arkasına, yani bagaj kısmına adeta tepilerek bindiler. Diğer tarafta malum, "efendiler" yerleşti ve hareket edip gittiler...


Uff, bu gördüklerim karşısında inanılmaz rahatsızlık hissettim. Bir yandan da büyük önder Atatürk'ün, bizi, kulluktan yurttaşlık mertebesine yükselten devrimleriyle, kurduğu Cumhuriyet'in kıymetini bir kez daha hatırlayarak derin bir "oh" çektim! :)

İşte; çok kısa bir anda gördüklerimle, zihnimde "nereden nereye geldiğimizi" canlandırdım. Evet, öte yandan içimden hayıflanarak; Müslümalık bu olamaz diye düşündüm. Zira bir tarafta köle zihniyeti, diğer taraftan "sen haddini bil" babında giydikleriyle, yedikleri adeta insan olmaktan uzak bir muameleyle karşı karşıya kalan "köle"ler! Yani... insanın insana bu şekilde davranması, "kula kulluk" demektir... Peki İslâm'ın neresinde "kula kulluk" var?!..

"Şu dinlerini parça parça edenler ve kendileri de grup grup ayrılmış olanlar var ya, (senin) onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra (O), yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir." En'am Sûresi, 159. Ayet

Yüce Allah, insanoğlunu yaratırken başkalarına kulluk yapsın diye değil! Allah'a kulluk yapsın diye yaratmıştır. Ne yazık ki bunun bilincine henüz ermemiş Müslümanlar, kula kul olma anlayışına hizmet etmektedirler. İşte bu anlayış, bizleri Kur'an'ın anlayışından çok uzaklaştırmıştır. Kur'andan uzak olmak demek, Yüce Allah'tan uzak kalmak demektir...

"Onlar başkalarını ondan (Kur’an’dan) alıkoyarlar, hem de kendileri ondan uzak kalırlar. Onlar farkına varmaksızın, ancak kendilerini helak ediyorlar." En'âm Sûresi, 26.Ayet



Demem o ki... Arap toplumuna özenerek, onların yaşam tarzlarını Müslümalıkla eş değer kılmak tamamen Arap emperyalizmine hizmetten başka bir şey olamaz!!! Öte yandan bu duruma, el altından destek olan Batılı emperyalist güçler ise, hedefledikleri Atatürk Cumhuriyeti'ni karalatarak, ulus bütünlüğümüzü parçalama gayretlerini böylelikle daha da hızlandırmış oluyorlar.


Arapların bu şekildeki yaşamları, bizim, ne inancımızla, ne yaşam biçimimizle ve kültürümüzle, ne de devlet anlayışımızla uzaktan yakından alâkası yok! Hele hele bu şekilde İslâm'ı, uydurma anlayışa oturtamak... O halde bu yaklaşımın tek gayesi Emevi kültürü ve anlayışından gelen Arap emperyalizminin, Batı emperyalizmine uşaklığıdır!


Sevgi ve saygılarımla!

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Habil'le Kabil















"Bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak olmaktan kurtulamaz." ATATÜRK



Ertuğrul ÖZKÖK, bugünkü yazısında, "Biz ayrılmayız" diyerek devamında "Habil ve Kabil" benzetmesiyle "birbirinin boğazını sıkmaya devam eden iki kardeş" ifadesine yer veriyor.

O vakit biz de hemen Mâide Sûresi'nden yola çıkarak, "Allahü Teâlâ iki Adem oğlu ile bir mesel darb etti, bunun hayrını tutun, şerrini bırakın." hatırlatmasıyla kendilerine, Kur'an-ı Kerim'in Mâide Sûresi 27’den 32'ye kadar olan bölümünü tekrar tekrar okumasını öneririz.



"Sevgili Pat,
Tahtadan küçük bir heykel yontarken, yanıma yaklaşmıştın ve bana:
"Neden bana da bir şey yapmıyorsun?" demiştin.
Sana ne istediğini sormuştum.
"Bir kasa yap" diye yanıt vermiştin.
"Ne yapacaksın?"
"İçine bir şeyler koyacağım."
"Neler"
"Senin bütün şeylerini."
Kasan işte burada. İçine bütün varımı yoğumu ya da çoğunu koydum. Ama hâlâ dolmadı. Acılar ve tutkular, iyi ve kötü günler, iyi ve kötü düşünceler, umut ve birkaç umutsuzluk, yaratmanın anlatılmaz sevinci var içinde.
Bunların üstünde de sana karşı duyduğum sevgi ve minnettarlık var.
Ama kasa hala dolmadı. JOHN" Cennetin Doğusu / STEINBECK



Evet; bu ölümsüz ve mükemmel eserin önsözü niteliğindeki bu yazı çok şey ifade ediyor... Biz de günlerdir bir köşe yazarının kaleme aldığı konu üzerindeki yazısını hayretler içerisinde ve ibretle okuduğumuzu dile getirerek, düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Zira bu zevatın yazdıkları bir millete yapılabilecek en büyük ihanet olsa gerek diye düşünüyorum. Hatta asıl önemlisi de bu türden söylemlerin yasal olarak da suç teşkil ettiği kanısındayım. Yani bölünmez bütünlüğüyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni oluşturan Türk milleti arasına "nifak" sokmaktan başka bir amaca hizmet etmeyeceği kesin olan, bir çağrı...


Ertuğrul Özkök'ün -6 Temmuzdan bu yana- kaleme aldığı yazılar dizisinde döktürmüş olduğu inciler, şüphesiz ki tüm yarttaşlarımızın içlerinin sızlayarak, nefretle tepkilerine yol açıyor... Zira bu ülkenin insanları hiçbir zaman birbirinden ayrılmayı düşünmedikleri gibi, birlikteliğimizi sorgulatmaya çalışmalarını da şiddetle reddediyor!


Bunu, daha nasıl göstermeli bu halk? Zira saymakla bitiremeyeceğimiz onca içeride yapılan fitne fecir olaylara rağmen, halkımızın sağduyusunu serinkanlılıkla koruyarak, yaşanılan her türlü acıyı, kederi bağırlarına basmayı başarmasını bilmiştir. Buna rağmen emperyalizmin odak noktaları tarafından beslenen içimizdeki hainler -kuzu kılığına girmiş kurtlar- durmak bilmeksizin milleti birbirine düşürecek metodları üretmeye devam ediyor!!!


Yukarıda John Steinbeck'in, "iyi ile kötünün içimizdeki bitmez tükenmez kavgası" üzerine yazılmış ve Habil'le Kabil'e gönderme yapan romanından alınmış bir yazıydı... Ne var orada? İyi kötü, sevinç, minnettarlık ve en önemlisi SEVGİ...

İşte biz de bütün şeylerimizi birbirimize verek paylaşmayı 1000 yıldır sürdürüyoruz... Bu paylaşımın içerisinde sevgi her zaman öncelikli olarak yerini aldı.. Şayet öyle olmasaydı ayırmaya çalıştıkları Türk-Kürt kardeşliğinde evlilikler devam eder miydi? Bu evliliklerden oluşan çocuklar, ayrılmaz birlikteliğimizin bir kanıtı değil midir? Güzel ülkemizin herbir köşesi bu birliktelikleri üzerinde barındırmıyor mu? Devletimizin yönetim kademesi bu birlikteliğin idaresi altında değil mi? Peki, zenginliklerin dağılımı yine bu birliktelikle paylaşılmıyor mu?..


Anlıyorum ki bu zevat, amaç edindiği yazısını Türk milletinin çıkarlarını gözetmekten uzak, ortalığı bulandırmaya yönelik, birilerinin dümen suyuna hizmet olarak kaleme almış... Bir de yazdıklarını eleştirenlere, "alaylı" bir üslûpla, kendisini ve döktürdüğü incilerine arka çıkanları "üstün" ve gerçek "aydın" sıralamasına koyarak, aşağılamayı sürdürüyor... Emperyalist işbirlikçilerini ve tedhişçileri muhatap alarak onlara çağrılarda bulunmayı sürdürüyor...


Ne kadar acı değil mi? Demek ki bu ülkenin en güzel yerlerinde oturup, en üst fırsat ve olanaklarından faydalanmanın karşılığı böyle olmalı (!)... Bu vatan için kan dökmüş ve hâlâ da dökmekte olan şehitlerimizin ruhuna yapılmış en büyük sadakatsizlik olarak gördüğümüz bu söylemlerin hepsi, bir kez daha tarihin karanlıklarına gömülmeye mahkum olduğunun altını kıvançla çizmeyi bir vatandaşlık görevi sayıyorum!!!


Ancak bir hatırlatmayı da yazmadan geçemeyeceğim:


Milletinin bütünlüğüne ve ülkesinin bekaasına rağmen, şahsi menfaatlerini gözeterek, kendi çıkarlarını her şeyden üstün gördüğünü düşündüğüm böyle zevatlardan her ülkeye lâzım... Benden söylemesi.. Darısı diğer dost (!) ülkelerin başına!


Sevgi ve saygılarımla!

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Memleketimizden Manzaralar















"Başarısızlığınız ile soylu bir şekilde yüzleşin, başarıdan farkı kalmayacaktır." Emerson


Bu ÇOCUKLAR hepimizin!.. Başarılarıyla övünerek gururlandığımız, acılarıyla kederlenip ızdırap çektiğimiz çocuklarımız. Onların umudu, hepimizin umudu olarak görülmeli ve geleceğimizi onlarla şekillendireceğimizi iyi algılamak zorundayız...

Ülkemizin çeşitli yerlerinden çocuklarımızın durumlarını özetleyecek öne çıkan başlıkları buradan değerlendirmeye almak istedim. Zira ülkemden manzaralar olarak görünen çok çarpıcı ve bir o kadar da üzerinde konuşularak, içinden ezber saydığımız önemli sorunlara dikkat çekmek istiyorum.

Öncelikle Hakkarili Hatice İNCE, Seviye Belirleme Sınavı'nda bütün sorulara doğru cevap vererek, 500 tam puanla Türkiye birincileri arasına girmeyi başarması, ezberleri bozmaya bir örnek...

Diğer yandan, İzmir'in Buca ilçesinde, Seviye Belirleme Sınavı'ndan iyi puan alamadığını öğrenen 14 yaşındaki Yalçın Gencay ÖKTEM, sonuçların açıklanmasından yarım saat sonra kendisini kapı koluna iple asarak çocuk denilecek yaşta hayatına kıymaya cesaret edebilmesi, üzerinde iyice düşünülmesi gereken vahim bir olay.

Öte yandan, insanı insanlığından utandıracak boyuttaki iğrenç bir olaya, derinden bir üzüntüyle utanarak ve nefretle bir kez daha tanık oluyoruz!!! Kimsesiz korunmaya muhtaç, yetiştirme yurdunda yaşayan 16 yaşındaki engelli kız çocuğuna, oradaki çalışan görevlilerden birinin tecavüz ettiği gün yüzüne çıkıyor...


Ama daha da vahim olanı ise, bu durumun üzerini örtbas etme telaşına düşen bazı aymazlar, korunmaya muhtaç olan bu çocuğa yapılanların ortaya çıkarılarak suçluların, en ağır bir şekilde cezalandırılması yönünde gayret edeceklerine, bilakis, suçu kamuoyundan kaçırmayı kendilerine bir görev (!) sayıyor olmalarıdır!.. Üstelik çözüm olarak da mağdur çocuğun, bulunduğu yerden uzaklaştırılmasına karar veriliyor! Yani bir an evvel çocuğu, oradan oraya nakil etmek istemeleri... Antalya'dan Kars'a oradan da Siirt'e...

Gelinen noktada ise vahim olay gizlenmek istenirken, bu defa da trafik kazasına maruz kalan talihsiz çocuğun uğradığı tecavüz ifşa oldu!!! Yani çocuğun "3,5 aylık hamile" olduğu ortaya çıktı...

Bu olayla birlikte açığa çıkan asıl gerçek: Yetiştirme yurdunda yaşanılan kepazeliklerin arkasında ne yazık ki, insanlıklarını kazanamamış fırsatçı kişiliklerin, zayıf ve korunmasızların mevcut olduğu ortamı kendilerine faydalanılcak bir alan olarak görenlerin saldırılarına karşı, kimsesiz çocukların maruz bırakılması; ve mağduriyetlerine doğuştan "KADER KURBANI" olarak görülmesi, aslında bir EZBER değil midir?!


Diğer taraftan bir başka çocuğumuzun dikkat çeken haberi ile, eğitim seviyesinin neredeyse en düşük olduğu söylenilen illerimiz arasında yer alan; ve herşeye rağmen Hakkari'den Türkiye birincisi çıkması, umutların yeşermesine vesile olmuştur...

"YARIŞ ATI" gibi davranılan ve çocukluklarını yaşamalarına izin verilmeyen sistemin kurbanlarından, yarışçı (!) İzmirli Yalçın Gencay ÖKTEM; ne yazık ki zorunlu girdiği bu yarışın sonucunda, küçük yaşta RUHSAL DENGEsini kaybedip canına kıymıştır! Herhalde sözün bittiği yer, burası olsa gerek...

Bilmem; bu ölümün sorumluluğuyla beraber, üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken değerlendirmeleri kimler yapar?

Öte yandan bu yönde gelişebilecek ilginç ve çarpıcı bir noktayı izninizle hatırlatmak isterim:


Mesela Hakkarili Türkiye birincisi çocuğumuzun başarısını, ilgili hemen herkes sahiplenerek, kıyısından köşesinden kendilerine gururla "pay" çıkarmayı ihmal etmeyeceği gibi; İzmirli küçük ÖKTEM'in canına kıymasına neden olan gerekçelere ise bir o kadar hemen hiç kimse sahip çıkmayacaktır!!!


Zira böyle durumlarda güzel ülkemde mutat olan, topun taca atılmasıdır...


Sevgi ve saygılarımla!

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Tiranlık Altında "Bağımsız" Olma
















"Hukukun bittiği yerde tiranlık başlar." John Locke



Nüfusunun %99'u siyah olan, Afrika'nın güneyinde yer alan ve 10 milyonunun üzerinde bir nüfusa sahip ZİMBABVE.


Ülke 1830 yıllarında güneyden gelen kavimlerin istilasına uğrayarak, ki özellikle günümüzün Zimbabve'sinde yerleşmiş olan Ndebelelilerin hakim olduğu yer.

1888 yılında bir İngiliz şirketi, Ndebele şefinden maden işletme imtiyazı alarak "İngiliz Güney Afrika Şirketi"ni kurdu...

Evet; artık bundan sonra buralara Batılı sömürgeciler, yani efendiler (!), el atmış oluyorlar... Sonrası mı?.. Batı'nın gözüyle köle (!) olarak görülen Afrika halkına geçmiş olsun!!! Zira bakınız sonrasından günümüze kadar olan süreci, kısaca buradan izninizle özetlemek isterim:

Bundan böyle bu şirket, ülkede siyâsî ve ekonomik kontrolü elinde tutmasını başardı. 1923 yılından itibaren de tüm yetkileri beyaz azınlığa devreden bir muhtar sömürge anayasasının altında İngiltere, ülkeyi ilhak etti!


1968'e kadar ülkede yer yer inişler çıkışlar yaşansa da BM devreye girerek ülkeyi emperyalist sömürgeciler lehinde, "ambargolar bahane, olay şahane" babında gereğini yapmaya başladı... 1972 yılına gelindiğinde zencilerin beyaz yönetime karşı ayaklanmaları oldu. 1978 yılnda gerçekleşen gerillaların ayaklanması neticesinde 6000'in üzerinde ölümle olaylar bastırıldı. Bundan sonra (21 Nisan 1979) iktidar zenci çoğunluğa teslim edildi... Birleşik krallık yani İngiliz Hükümeti orada durumu idare edecek başka türlü gayretlere girdi...


Evet; bundan böyle Zimbabve, emperyalist güçleri ülkesinden kovarak bağımsızlığını kazanmıştı... Ülkenin lideri Mugabe, iktidarını sağlamlaştırmak için Ndebeleleri katlettiğinde bile hep aynı söylemlerin arkasına sığındı:

"Batı emperyalizmine karşı Zimbabve'nin tam bağımsızlığı için mücadele!"...

Gerçekten de Zimbabveliler, emperyalistlerin boyunduruğu altında değil; ama halk yarı aç ve tedhiş altında yaşıyor. Olsun, önemli değil; nasılsa artık "bağımsızlar" ya..! Yani ülkenin zenginlikleri kimler tarafından kontrol ediliyor ona iyi bakmak gerekiyor...

Demek oluyor ki, bağımsızlık sadece ve sadece silahlar altından arınmakla bitmiyormuş... Ekonomik bağımsızlık gibi çok önemli unsurları dikkatlerden kaçırılmamalıdır!.. Bugün Zimbabve belki emperyalistlerin fiili silah işgali altında değil; ama ekonomisi ile tam bir işgal yaşadığı gerçeği saklanılamayacak kadar gözler önüne serilmiş vaziyette!











Peki; şimdi araştırarak buraya konu ettiğim yazımın asıl nedeni üzerinde durmak isterim:


Kadınların ortalama 34 yıl yaşadığı ve 2 milyon kadar insanın AIDS hastalığıyla mücadele ettiği ülkede Zimbabve liderinin malikanesi internet sitelerinde bir hayli ilgi odağı olarak dolaşmakta...

Zira Mugabe'nin malikanesi olağanüstü muhteşem...

Bilmem; halkı sersefil, yaşam mücadelesi verirken, hangi vicdan sahibi bu debdebeli yaşamı onaylar?!


Kurdun Yol Göstericiliği

Lİder seçilen bir kurt, bütün halkını çevresine toplamış:

-Duyduk duymadık demeyin! demiş. Beni lider seçtiniz bunca kurda; ben de milletime göz kulak olmak için yeni buyruklar çıkarıyorum. Bunların en birincisi, aranızdaki bütün ayrı gayrılıklar kalkacak. Kim bir av avlarsa onu öbür kurt soydaşı ile pay edecek. Böylece milletimizden kimse aç açık kalmayacak. Üstelik zora geldik mi de birbirimizi yemekten kurtulmuş olacağız... Tamam mı?

Yeni başkanın yeni kuralına uzaktan kulak misafiri biri araya girmiş:

- Tamam olmasına tamam ya, kurt kardeş, demiş. Sen dün bir av avladın; onu sürüyüp kendi inine götürdün, sakladın. Bu dediğini niçin önce kendi kendine uygulamıyorsun?

Kurdun verecek cevabı yokmuş. Bir yönetici kural koyacaksa, önce ona kendi uymalıdır, yoksa biri çıkar bu utancını yüzüne vurur.


Sevgi ve saygılarımla!

6 Temmuz 2010 Salı

Tedbirbirsizlik Ölüm Saçıyor!
















En büyük günah pişmanlıktır… Jean Paul Sartre


Diyarbakır’dan Ankara’ya giden yolcu otobüsünün kum yüklü kamyonla çarpışması neticesinde "9 kişi öldü" ve onlarca kişi yaralandı... 05.07.2010


Valla ülkemiz neredeyse trafik tedhişinde dünyada ilk sıralarda yerini korumaya son sürat devam ediyor... Zira yollar adeta kan gölü... Bu konuda şüphesiz ki çeşitli faktörler sayılabilir. Ancak bir kaç hafta önce bizzat yaşadığımız tatsız ve mutlak ölüme neden olabilecek bir kazaya değinerek, üzerinden önemli sayacağımız bazı hususlara vurgu yapmak isterim:


BURSA şehir merkezinde -sol şerit- anayolda seyir halindeyken zincirleme gelişen tarfik kazasına vesile olan, devasa büyüklükteki kamyonun, sol şeritteki seyiri ile hızının sorgulanmaya muhtaç olduğuna buradan dikkat çekmek istiyorum! Zira büyük vasıtalar, bırakınız hız yapmayı, sol şerit üzerindeki seyir iştahlarına engel olamadıkları bir dürtüyle hareket etmekteler. Malum trafikte sol şerit, olması gerektiğinin aksine ağır vasıtalar ve servis araçlarına tahsis edilmiş gibi bir anlayışın hüküm sürdüğüne dehşet ve ibretle tanık oluyoruz! Hâl böyle olunca da yollar ölüm kusuyor...


Öyleyse bu türden olayların önlenmesi için kesin çözümlerin tedbiren alınması gerekiyor! Yani ağır vasıta sürücülerinin ehliyetlerine ve araçlarına el konulması ŞART! Hem böylece ağır vasıta kullanıcıları üzerinde, mutlak bir caydırıcılık olacaktır.


Öte yandan kaza neticesinde kamyon kullanıcısı bakınız nasıl bir itirafta bulunuyor:

"Şayet kamyon yüklü olsaydı, buradan 50 ceset çıkardı!" Aferin!.. Böylelikle olası bir felaketten kılpayı kurtulmuş olduk! Yani, şimdi yaşayan o, olası "50 kişi" bugün, "mefta" da olmuş olabilirdi! Ne diyor araç sürücüsü; yaklaşık "50 ceset" üzerinde duruyor... Ne kadar rahat ve kolay bir anlatım!!!

Bu nasıl bir anlayıştır?.. Bu nasıl bir cahil cesareti?.. Bu nasıl bir kural tanımazlık?..

Demek oluyor ki mevcut yasalar, bundan böyle yetersiz kalıyor!!!

Yoksa, yasalarda ağır yaptırımlar olsaydı, bu denli cüretkârlığa rastlamak mümkün olabilir miydi?

Şimdi biz, "verilmiş sadakamız varmış!" diyerek yaşadığımız korkunç kazanın vebali olan tedbirsizliğe kısa ve zahmetsiz yoldan, "kader" diyerek boyun mu eğelim? Yoksa büyük bir facianın eşiğinden dönen şanslı kazazede olarak, olayın ciddiyeti üzerinde mi duralım?

Şüphesiz olayın üzerindeki önemli ayrıntıları sorgulayarak, kamuoyuna dikkat çekmekte fayda olacağına inanmaktayım!

Bugün bahis konusu "50 kişi" ölümden dönmenin, hayatlarının en büyük talihi olduğunu belki kavrayamamış olabilirler... Zira ortada ölüm yoksa, bir şey yok anlayışı sergilenmiş olabilir! Ama ya tersi olsaydı?..

O halde bundan sonra yeni kazalara ve olası ölümlere sebebiyet vermemek için, gerekli tedbirlerin bir an önce alınmasını ivedilikle bekliyoruz! Zira kazaya sebebiyet vermek ölüme yol açmak demektir; ki bu da ağır suç kapsamına girer... O zaman da bu yaptırımın uygulanması için, daha ne kadar insanımızın canını feda etmemiz gerekiyor?!


Sevgi ve saygılarımla!

2 Temmuz 2010 Cuma

Üç Varmış Bir Yokmuş!...













2 Temmuz 1993... İnsanlıklarını kaybeden -dış güdümlü- insan kılıklı güruhlar; "Allah Allah" nidalarıyla sözde "din" adına otuz yedi insanı diri diri yaktılar!..


Yüce Allah, hiç insanları öldürmeyi doğru bir davranış olarak kabul eder mi? İnsanın insana zulmünü reva görür mü? Bırakınız İslâm'ı; hangi din anlayışı böyle bir katliama izin verir?!

Yüreğinde; Allah sevgisi taşıyan, Allah korkusu olan hangi vicdan sahibi bu caniliği yapabilir?

...


Öte yandan bugün dünyada da adı konulmamış bir savaş yaşanıyor...
Peki biz bu yaşanılanları "3. Dünya Savaşı" olarak mı algılamalıyız acaba? Üstü örtülü ve adına da "tedhiş" dedikleri şiddetli çatışmalar, zulümler, milyonlarca insanın katledilmesi, işgaller...

Siz buna "tedhiş" diyebilir misiniz?


Bugün bu savaşların yaşandığı Müslüman coğrafyası, kan ve gözyaşı ile yıkanıyor! Ölüm kol geziyor! Şiddet, korku bütün bölgeyi sarmış durumda!.. İşgalci emperyalist haçlı güçler, ölüm kusuyor... Peki bu durumda Müslümanlar ne yapıyor? Birbirlerini boğazlamakla meşgul!.. Cehalet hat safhada...

Hemen bu düşüncemizi doğrulayan sıcak bir haberi buradan paylaşmak istiyorum:

Pakistan'ın siyasi, askeri ve kültürel merkezi olarak bilinen Lahor kentindeki bir türbeye dün saldırı düzenlemiş.

"Bölgesel yönetiminin yetkilisi Kusro Perviz Bahtiyar, Data Darbar türbesine düzenlenen intihar saldırısında ölenlerin sayısının 42'ye yükseldiğini, hastanelerde tedavi altına alınan 175 kişinin 40 kadarının durumunun kritik olduğunu söyledi." 02.07.2010, Vatan

...

Bunları yazarken çocukluğumda sıkça okuduğumuz Ezop Masallarından bir tanesi aklıma geldi.


Aslanın Öküzlere Oyunu

Birbirleriyle çok iyi dost olan üç öküz varmış.
Gezmeye gidecekleri zaman beraber gider, yemek yemek için beraber otururlarmış.

Bir gün aslan bu üç öküzü görüp yemek istemiş ama üçü bir arada olduğu için yanlarına yanaşamıyormuş.

Günlerce öküzlerin peşinde koşuyor ama bir türlü onları parçalayıp yiyemiyormuş.
Aslan bakmış olacak gibi değil haince bir plan yapmış.
Öküzlerin arasını bozacak yalanlar uydurup birbirleriyle kavga etmesine neden olmuş.

O günden sonra öküzler yalnız başlarına gezmeye başlamışlar.

Aslan da kolayca onları yaklayıp yemiş.


Masal bu ya...

Fazla söze gerek var mı?..


Sevgi ve saygılarımla!


1 Temmuz 2010 Perşembe

Dikkat!.. Kitap Oku(mu)yoruz!

















"Asırlar önce yaşayıp ölen büyük bilim adamlarıyla tanışıp görüşme fırsatını sadece kitaplar verir." Descartes


Bir tatile daha girdik... Çocuklarımızı ve ailelerini tatlı bir telaş, çoktan sardı bile... Herkes kendince ve imkanları doğrultusunda tatil planı yapıyor. Hedef; bir yılın yorgunluğunu üzerlerinden atmak...

Ancak bu süre içerisinde beynimizin ve ufkumuzun gelişmesi yönünde vakit kaybetmeksizin, kitap okumaya zaman ayırmak gerektiğine önemle dikkat çekmek istiyorum. Zira çocuklarımızın dünyasını zenginleştirecek tek çözümün, kitap dünyasıyla iç içe olmaktan geçeceği bir gerçektir. Ve bu sayede de daha donanımlı olabilecekleri gibi, bunun keyfiyle birlikte, kendilerine bir ayrıcalık kazandırdığını fark edecek olmalarıdır.


Ne kadar harika bir duygu, değil mi?


O halde bu güzel duygulara sahip olabilmek için çocuklarımızın tek yapacağı şey; temin edebildikleri kitapları en kısa zamanda okumak olmalı...


Okumayı, insanın en doğal gereksinimleri olarak bildiğimiz zaruri ihtiyaçlar gibi kabul etmeliyiz. Zira nasıl yemeden-içmeden duramazsak, insanın okuması da işte öyle bir şeydir...


Peki hangi tür kitaplar okuyacağız diye tereddüte düşebilir miyiz derseniz, bunun mümkün olduğunu şimdiden belirteyim. Çünkü kitapların arasında "Ne okusam acaba?" sorusuyla karşı karşıya kalmamak işten bile değil... Bir defa seçeceklerimiz arasından öncelikli olarak, kimliğimizi, yaşantımızı veya insanlığı anlatan kitaplar olabilir.

Mesela tarihimizi, atalarımızı, kim olduğumuzu, kısaca geçmişimizi anlatan bir kitap seçebiliriz. Veyahut edebiyatımızı temsil eden yazarlarımızdan seçeceğimiz irili ufaklı eserler olabilir. Hem böylelikle işe kendi yazarlarımızı tanımakla başlamış oluruz diye düşünüyorum...

Ya da işe felsefi düşünceleri içeren kitaplarla başlayabiliriz. Keza, bunun yanında klasik eserleri de aklımızdan geçirebiliriz... Söz klasiklerden açılmışken bu konuda şöyle bir kanıya yer verilir: Klasikler insan hayatında üç kez okunmalıdır:

Gençlikte, olgunlukta ve ileri yaş dönemlerinde. Zira insanın her dönemde hayata bakışı farklı olacaktır... Olayları değerlendirirken içinde bulunduğu yaş dönemi de çok önemlidir...


Klasik kitapları okumaya başladığım vakit, her birinde sanki uzun bir yolculuğa çıkıyor gibi heyecanlanıp, ruhumda derin mutluluk hissettiğimi paylaşmak isterim... Galiba bu duyguyla birlikte kitap okumanın zevki ve tadı bambaşka oluyor...

Kısaca kitap, insanı apayrı dünyalara, hayâllere, düşüncelere götürüyor... Ruhumuzdaki sevgiyi, acıyı, kederi, mutluluğu algılayarak, tekrar tekrar yaşamamıza vesile olmaktadır...

Yani en azından ben kitabı böyle algılıyor ve seviyorum...

Gerçekten kitap harika bir dost... Ve kitaplarla buluşmanın şimdi tam zamanı...


Herkese iyi tatiller; ve bol kitaplı günler diliyorum :)



Sevgi ve saygılarımla!