26 Haziran 2010 Cumartesi

Türkiye Hain Kurşuna -Bihter'e- Ağlıyor!..













"Yiğitlik, en büyük korkunun ve en büyük ümidinin üstüne üstüne gitmektir." Friedrich Nietzsche




Geçtiğimiz yıllarda çalıştığım bir okulun bahçesinde mahalle sakinleriyle birlikte bayram kutlaması yapıyoruz... 23 Nisan kutlamaları esnasında dünya çocuklarını ve kardeşliğini temsilen ana sınıfı öğrencilerinin -yürüyüş- gösterileri büyük bir keyifle sergileniyor... Bu gösteride, zenci çocuğu temsil edebilmek için -doğal olarak- yüzün boyalı olması gerekiyor...


İşte böyle bir esnada ve tamamen tesadüf olarak getirdiğim, izlemesi ve eğlenmesi için Bursa Spor'un Zaireli oyuncusu Kifu'nun 3 yaşlarındaki oğlu ODEN; yanımda bulunuyordu. Üstelik eline Türk bayrağı tutuşturduğum o şeker mi şeker afacan şey, yerinde duramayacak kadar hareketli ve oynamaya hazır durumda iken... Ve bu coşkuya onu da dahil etmek için o an gösteriye Oden'in de katılmasını ilgili kişiye rica ettim. Öyle ya, gerçek anlamda Afrikalı zenci bir çocuğun yerini moda deyimle "çakma"sı tutamaz değil mi?! Ama Dünya Çocuk Bayramı olarak da kabul edilen ve yine dünya çocuklarını ülkemizde ağırladığımızı düşünerek benim Oden'in gösteriye girmesi talebime karşın aldığım cevabı yorumsuz bırakıyorum. Zira Oden'in, o minik çocukların yanına sokulmasına izin verilmedi...


"Yayına başladığı günden bu yana soluksuz izlenen Aşk-ı Memnu dizisinin "veda" heyecanı, Meclis çalışmalarına da yansıdı. Dizinin son bölümünün yayınlandığı perşembe akşamı mesaiye kalan bazı milletvekilleri, Karayolları Teşkilat Yasası’nın görüşmeleri sürerken Aşk-ı Memnu’yu izlemeye başlayınca Meclis’te ilginç diyaloglar yaşandı." 26.06.2010, Bülent SARIOĞLU Hürriyet


Aşk-ı Memnu dizisinin finali, günlerdir gazetelerde boy boy manşet oluyor... Türkiye ekranlara kilitleniyor... Ve ardından "Ağlatan Veda", "Bihter Kendini kalbinden vurdu Türkiye'yi ağlattı." nidaları...

Hatta gazetelerden edindiğimiz bilgilere göre;

"Dizinin son bölümü için evlerde "Aşk-ı Memnu" davetleri düzenlendi. Gündüz birbirlerini telefonla arayanlar, dizinin finali için sözleşti." ifade şekilleriyle toplum üzerine psikolojik yönlendirmeler yapıladursun; öte yandan insanlar için ekran başına neredeyse davetiyeler çıkarıldı...


Türkiye hergün şehit cenazesi kaldırıyor!..

Analar, babalar ağlıyor!..

Biz ise Bihter'e ağlıyoruz!


Evet, basın böyle gösteriyor güzel ülkemin güzel insanlarını... Gerçekten de bütün Türkiye, ekran başında gözyaşlarını bu sahnelere mi döktü?!.. Orasını bilemiyoruz...

Meğer sanal ve "çakma" yöntemlerle durumdan vazife çıkararak, mutlulukların en alâsını, acıların en karasını yaşar konuma gelmişiz de haberimiz yok...


Demem o ki... Asılları dururken çakmalarla durumu idare eder olduk... Ne güzel...

Selam olsun güzel ülkemin güzel insanlarına!


Sevgi ve saygılarımla!


22 Haziran 2010 Salı

Ne Tedhişi!.. Düpedüz Savaş!..















"Biz yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz... " ATATÜRK



Nasıl anlatılır bilemiyorum ama, duygularımı en azından paylaşmak ve ruhumun çektiği acıları yazıya dökmek için buradayım...

Henüz kara pazar sabahının şokunu üzerimizden atamazken, ardı arkası kesilmeyen bir bir şehit haberleri akmaya devam ediyor...

Sanki yüreğim sıkıştırılmış bir kafes içerisinde gibi; daraldığımı hissediyorum...


Hele yürekleri parçalayan, boğazımızı düğüm düğüm eden şehit cenazelerinin görüntüleri yok mu!.. Sanıyorum bu görüntüler "insanım" diyenin vicdanını derin derin kanatarak sızlatıyordur!!!

Tüm bunlar yaşanırken adına "TEDHİŞ" denilen örtülü ama gerçek adı konulmamış SAVAŞ, vatan topraklarımız üzerinde sürdürülüyor...

YİĞİTLERİMİZ... Acımasızca, haince yere seriliyor...

Ne uğruna?..

İyi de biz bu savaşı 1919'da vermedik mi?

Verdik...

Peki insanın kendi vatanında, nereden geldiği belli olmayan hain kurşunlara hedef olması, yollara alçakça döşenmiş serseri mayınların tuzağına düşmesi ve saldırıya uğrayarak, basılarak, çatışma yaşaması... Bütün bunlar neyin nesidir?..

Böylesi bir duruma dünyanın neresinde hangi millet, hangi devlet izin verir?!! O halde vatan topraklarına resmen işgal askerlerini sokamayanlar, bu yolla, emellerini maskelemek ve yaptıklarını gizlemek için tedhiş dedikleri yöntemle işgal yoluna mı çıktılar?!


Bu saldırıları "tedhiş" diye yutturmaya çalışanlar, aslında kendilerini açıkça çoktan belli etmeye başlamadılar mı?..

Alçak eylemleri tertipleyen maşalara, "tedhişçi" diyerek kendilerini maskelemiyorlar mı?

Bu sözde "tedhiş" örgütlerinin arkasında olanlar, gerçekte ve çok yakından tanıdığımız "Sevr"in hazırlayıcıları ve aktörleri değil midir?

Kim bunlar?..

"Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!"


Günümüz şartlarına uygun, "insan hakları" ve "demokrasi" savunuculuğuna (!) soyunan Avrupa Birliği ve Amerika / İsrail yapılanmaları değil mi?

Peki Sevr'i hazırlayarak ülkemizi işgal edenler kimlerdi?

Fransız, İngiliz, Yunan, İtalyan, Ermeni... Diğer yandan Türkiye'nin Tapusu olan Lozan'ı tanımayan ve Yunanın arkasında olan kimdi?
Amerika...

Şimdi günümüz oyuncularıyla bunlar aynı güçler değiller mi?


Eee, o zaman neyin ve kimin "tedhiş" ve "tedhişçi"si?..

Geçin bunları!..

Bu senaryonun yeni yazarları bizim bildiğimiz eski düşmanlarımız!!!

Eski düşman, dost olur mu?..

Olmaz! Olamaz!...


"Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın!"


Bu yeni anlatımlar, kafa karıştırmanın ötesine geçmiyor!!!

"Vır vır vır" her kafadan farklı sesler, ama düşünceler aynı!!!

Beyinleri yıkıyorlar!..

Yeni tanımlamalarla, ülke ve vatan topraklarımız elimizden alınmaya çalışılıyor!!!

"Siper et gövdeni dursun bu hayasızca akın"


Yapay gerekçe ve sözde sorunlar olarak ortaya atılanların hepsi palavra...

Kendi vatandaşlarımızı kullanarak bizi bize "düşman" etme yolları açılma gayretleriyle, tarihin acısını bizden çıkarmaya çalışıyorlar!..

Bizim kendimizle kavgamız yok!

Problemlerimiz olabilir!..

Bundan kime ne?..

"Kol kırılır yen içinde kalır!"...

Gün, birlik ve dayanışma günü!

Gün millî birlik günü...

Bırakalım içimizde hesaplaşmayı, intikam almayı...

Ve bir an olsun etrafımızdakilerle kardeşliğimizi hatırlayıp, onlara daha hoşgörülü yaklaşıp, oldukları gibi kabullenmeyi eskiden olduğu üzere bugün de devam edilmesi, bize ne kaybettirir ki?..


Sevgimizi esirgemeden ortak duygularımızın sahibi kardeşlerimizle paylaşmanın huzurunu kaybetmemeye her zamankinden daha çok ihtiyacımız var!

Hep kin...

Hep nefret...

Hep bencillik...

Bunun sonu düşmana fırsat yaratmaktan başka nereye varır, hiç düşündük mü?

Oysa "Yaratanı severiz yaratandan ötürü" anlayışına sahip olan milletin çocukları, biz değil miyiz?!..


Sevgi ve saygılarımla!

20 Haziran 2010 Pazar

Babalar (AĞLIYOR) Günü














•Türkiye Devleti ve Türkiye'de yaşayan halk kayıtsız şartsız bağımsızdır ve kayıtsız şartsız bağımsızlığını korumak için mücadele eder. 1921, ATATÜRK


Türkiye halkı ırksal veya dinsel ve kültürel yönden birleşmiş, bir diğerine karşı karşılıklı hürmet ve fedakârlık hisleriyle dolu ve kaderi, geleceği ve menfaatları ortak olan bir toplumdur. 1922, ATATÜRK



Vatan evlatları onlar... Dün, bugün ve önceki günler sıra sıra şehit düşen yiğitlerimiz! Şayet onlar, vatanları uğruna canlarını vermeseydiler bugün "Babalar Günü"nü onlarda kutlayacaklardı... Zira hepsinin de babası vardı; ve üstelik bazıları baba, bazıları ise baba olacaktı...

Dayanılmaz acı haberin ardından hepimizin yüreği yanıyor!.. Bugün yiğitlerimizin babaları, evlatlarının telefonla seslerini duyacak ve gününü kutlayacak beklentisini sonsuza kadar kaybettiler... Onların yüreği dağlanıyor! Uff!.. O yiğitler artık yok!.. Albayrağa sarılı tabutlarıyla bir bir aileler buluşuyor!..

Gözü yaşlı, yüreği dağlı babalar, analar, eşler, çocuklar, kardeşler! Biliniz ki bu yiğitler, hepimizin evladı, hepimizin biricik oğlu!.. Acılarınızı derinden hissediyoruz!..


Başımız sağolsun!


Sevgi ve saygılarımla!

18 Haziran 2010 Cuma

Doğadan Gelen Ses... Vuvuzela















"Bu dünya düşünenler için bir komedi, hissedenler için bir trajedidir."



Dünya Kupası tüm heyecanıyla sürüyor... Ancak hiç alışık olmadığımız bir şekilde stadları kaplayan bir ses var ki... işte o ses, şimdi neredeyse futbol heyecanının önüne geçmiş duruyor. Öne geçiş nedeni, Güney Afrika'nın yerel çalgısı yüzünden. Yani vuvuzela... Bu ses, üflemeli ve arı vızıltısı sesini çağrıştırıyor. Nitekim sesi ekran başından ilk duyduğumda, kendimi sıcak bir yaz gününde kırlık alanda... gibi hissettim. Demek ki Güney Afrika halkı, doğanın içinde yine doğal ortama uygun olarak yaşamlarını sürdürmeyi, doğal ortamdan kopmamayı alışkanlık edinmişler... "Ne kadar güzel!..." diye düşünmeden edemiyorum.


Bu durumu aynı zamanda doğaya ve diğer canlılara saygı olarak da görüyorum. Afrika halkı, bizler gibi yaşamlarını ve yaşamlarına renk katan heyecanları da doğadan uzaklaşarak gerçekleştirmiyorlar. Zira bundan bir süre evvel Bursa Spor'un eski adı Zaire olan Demokratik Kongolu oyuncusu Kifu ve ailesiyle geçirdiğimiz günlere dayalı olarak, Güney Afrikalıların yaşamlarını yakından tanıma olanağına sahip oldum. Gözlemlediğim en önemli ayrıntı, yaşamlarının özünün doğal zemin üzerinde olmasıydı... Ondan öte Paris ve Belçika'da sürdürdükleri yaşamlarından, "modern hayat"ın izlerini ve kazandırdığı davranışları, buldukları ilk fırsatta bir kenara itiyorlardı. Bu durumu şahsen gözlemledim... Özlerine duydukları müthiş özlemleri, yer yer ihtişamlı ve pırıltılı "modern hayat"ı bir kenara itebilecek kadar kuvvetliydi... Keşke bizler de böyle olabilsek! Ve kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi iyi tahlil edebilsek; yani özümüze sahiplenebilsek...


Konumuza dönecek olursak; Güney Afrika'nın evsahipliğinde yapılan müsabakalarda şüphesiz ki, evsahibinin sunumlarına ve hakimiyetine saygı duyulması gerekiyor. Batı Dünyası bu duruma tahammül gösteremeyecek kadar anlayış sergilemesinin altında yatan nokta, yoksa "üstünlük" gösterme duygusu ile "efendi" "köle" özlemine yeniden istek uyanması mı? Ya da hoşuna gitmeyen ve kendisinin icadı dışında gördüğü şeylere karşı duyduğu hırs ve bencilce ihtirasları yüzünden mi? Tabii ki de bunların ekseninde olayı değerlendiriyorum... Zira Batı'nın hırsı ve bencil tutumuyla birlikte beraberinde getirdiği koşulların, tarih sayfalarından günümüze pek çok örnekleriyle dolup taşıyor olması, bu düşünceyi kaçınılmaz kılıyor!


"cnnturk.com" adresindeki akademik düzeydeki bir şahsın konu üzerindeki düşüncelerini okuduğumda, inanamadım! Zira neredeyse vuvuzelayı insanlar için bir "öcü" ilân ediyor... Hatta bölge halkına karşı -özenilerek de olsa- kullanılan ifadelerin içeriği dikkatle icelendiğinde, Güney Afrikalıları küçültücü imâlarda bulunulmuş! En azından şahsım adına ben böyle hissettim.


"Vuvuzela'nın yarattığı rahatsızlık, ülkeye ve ülke insanına karşı bir antipati de doğuruyor." 16.06.2010, Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Ünsal Söylemezoğlu


Peki bu cümleler içerisinde "antipati" doğacak kadar vuvuzelanın ne zararı var... O zaman onlar da Batı Dünyası'nın stadlara hakim olan borazan vs. seslerine karşı, tepki verirlerse ne olacak? Dahalarını saymak gerekir mi, bilemiyorum...


Öte yandan yeri gelmişken bir konun daha önemle altını çizmek isterim: Batı'nın icat ettiği ve hızla tüm dünyaya yaydığı yüksek sesle ve çoğu zaman, ne olduğu anlamsız olan müzik dinleme anlayışına ne demeli? Bu konuda kendini "otorite" sayanlar, vuvuzelaya saldırıken, yüksek sesle dinlenen müzik karşısında, insan sağlığına verdiği zararların üzerinde, niçin ciddi anlamda tartışma yapmazlar? Ve hatta gençlerin "aptallaştırıldığına" yönelik iddialara, açıklık getirilerek niye tepki verilmez?!..


Netice itibariyle madem Güney Afrikalıların evsahipliği yaptığı bir yerde müsabakalar sürüyor; o halde sevseniz de sevmeseniz de, sunulan ortamı saygıyla değerlendirmeyi uygar bir insan olarak bilmelisiniz! Şayet bilmiyorsanız, o vakit en azından mevcut ortama uymak zorundasınız!..

Onların yaşamlarını, üstü örtülü de olsa aşağılamayı bırakıp, sahip oldukları kültürlerini ve değerlerini insanlığın bir zenginliği olarak kabul etmeli; ve korumayı bilmelisiniz! Gelecek kuşaklara, bugün yapılmakta olan (ki vuvuzela buna en canlı örnektir...) dayatma, tek tip -fabrikasyon- yaşam biçimi yerine, insanlarla birlikte gelişen ve çeşitlilik içeren doğal kültürel yaşamı, en azından koruyarak emanet etmeye gayret gösterelim!


Sevgi ve saygılarımla!

16 Haziran 2010 Çarşamba

Birlik Olmazsa Kavga Haklı Olmuyor!..












"Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep aynı cevherin damarlarıdır. " ATATÜRK



Dörtnala gelip uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi
Uzanan bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde,
Dişler kenetli, ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu,
Bu davet bizim... Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine,
Bu hasret bizim...

Evet; Nazım Hikmet, Kurtuluş Savaşı destanını böyle dile getiriyor...

Bugün ise Türk coğrafyası parçalanma aşamasında... Yani tarihte neler yaşandıysa bugün aynıları bir bir tekrar sahnelenmeye çalışılıyor!.. Türkler yeryüzü coğrafyasından sökülüp atılmak isteniyor!..


"Kırgızistan felaketi yaşıyor. Ülkenin güneyindeki Oş ve Calalabad eyaletlerinde başlayan iç çatışmaların planlı olduğu ortaya çıktı. Yaşanan kardeş kavgasında can verenlerin sayısı 100’ü geçti. Yaralı sayısı ise binlerle ifade ediliyor. " 14.06.2010, Yeniçağ

"Kardeşi kardeşe kırdırtan" kanlı olayların "yurt dışından yönetiliyor" olduğuna dikkat çekilerek devam eden haberde, binlerece ev ve işyerinin yakılıp yağmalandığının altı çiziliyor! Yani Kırgızlar, Özbekler, Ahıska Türkleri gibi etnik kökene mensup halklar birbirine düşürülerek boğazlatılıyor!.. Kırgızistan'da "can pazarı" yaşanıyor!..

Türk coğrafyasının paramparça edilme plânları emperyalist güçlerce hızla uygulanmaya konuldu! Bütün bölge üzerinde önceleri kültürel alanda ve dilde yıkım sürecine başlayanlar, bugün kardeşi kardeşe kırdırarak hain emellerini gerçekleştirmeyi amaçlıyorlar! Adını "etnik ayırımcılık" olarak göstermeye çalıştıkları asıl gerçek, içeriden ayrıştırmak sonra paramparça ederek bölgeyi kontroleri altına almak... Haritadan silinen Yugoslavya, bölünme aşamasındaki Irak bu planın bir parçası ve en yakın canlı örnekleri olarak tarihe geçti bile...

Bize gelince; ulus olarak buralardan ders alır mıyız?.. Orasını zaman gösterecek... Pekii, biz yine de bizi ilgilendiren ve yakın tarihimizin onurlu, ibret ve hayranlık uyandıran mücadelesini tekrarlayalım: Kurtuluş Savaşı esnasında cepheye silah taşıyan halkı, anlatan bir ifadeyi buradan hatırlatmak isterim:


"Kavganın haklı olanı erkek dişi bilmiyor
Bütün halk birlik olmazsa kavga haklı olmuyor" Kavga, Cem Karaca


Demek ki kavganın haklı olması için o ülke toprakları üzerinde yaşayan bütün bir ulusun dışarıdan gelen açık ya da gizli saldırılara karşı birlik olması gerekiyor! Kurtuluş Savaşı örneğinde olduğu gibi! Zira Türk milletinin vermiş olduğu kavgada, yediden yetmişe bütün halk birlik olmuştu... Bu haklı bir kavgaydı... Özgürlüğün, kavgasıydı... Ahlâkın ve vicdanın kavgasıydı... Mazlumların kavgasıydı... Onurlu olmanın, dik duruşun kavgasıydı... Kardeşin kardeşe düşman edilmesine "hayır" demenin kavgasıydı...

Netice itibariyle, Kırgızistan'da yaşanılanlar kardeş kavgasıdır! Bu kavgada haklı olan taraf olamayacağı gibi kaybeden de bütün bir halk olacaktır!!! Hâl böyle olunca da "iç savaş" kaçınılmaz demektir! Nitekim, olaylara tanıklık eden bir kişi, Kırgızistan'da yaşanılanları şöyle anlatıyor:

“Toplu kıyım yapılıyor, evler ateşe veriliyor. Cesetler kokmaya başlamıştı. Ortam cehennem gibiydi. Kırgız gençler, çılgına dönmüş gibi her yakaladığı Özbek’i öldürüyor.”... 16.06.2010, Vatan


Demem o ki... Canım ülkemin gençleri, yaşlıları, kadını erkeği, çocuğu demeden bütün herkesin bu durumu iyi anlaması ve geçmişte neler yaşadığımızı çok iyi hatırlaması gerekiyor!.. Ki o vakit, bugün Kırgızistan'da yaşanılan ve kardeşi kardeşe boğazlatanların arka plânda neleri hesap ettiklerini iyi okumalarına vesile olacaktır.


Sevgi ve saygılarımla!

12 Haziran 2010 Cumartesi

Evliliği (de) Oyuncak Ettiler!

















“Ey Rabbimiz! Onları da, onların babalarından, eşlerinden ve soylarından iyi olanları da, kendilerine vaad ettiğin Adn cennetlerine koy. Şüphesiz sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.” Mü'min Sûresi, 8. Ayet


Magazin dünyasının sözde renkli yaşamı; malum, hepimizi çok yakından ilgilendiriyor (!)... Zira onlar olmazsa biz sade vatandaşlar olarak ne yaparız bilemem... Allah muhafaza!.. Sonra yolumuzu kaybeder, sudan çıkmış balık gibi, sersem bir vaziyette şaşkınlık yaşarız, haberiniz ola!..

Magazin dünyasındaki sözde ünlülerin yaşamı bize "örnek" olarak dayatılıyor; istenilen de onları takip etmemiz... Zira bir süre sonra neredeyse her yaptıklarını aynen bizler de yapıyoruz... Yoksa "ünlü" isimlerin yedi yirmi dört yaşamları, ulu orta topluma niye ifşa edilsin ki?! Hani, yediklerinden, içtiklerinden tutun da, aşk hayatları, ilişkileri ve kimlerle nasıl konuştuklarına kadar detay detay bilgilendiriliyoruz ya... Sonra, alın size aynı tip karakter ve aynı model olmaya çalışan "sürü"ler topluluğu...


Bakınız bir süre önce Van yöresinde bir koyun, kendisini uçurumdan aşağıya atmıştı; arkasından da yüzlerce koyun, aynı şeklide kendilerini uçurumdan atarak, "toplu intihar" vakıası ile dünya basınının manşetlerine taşındı. Bilmem; bu durumda da bizim bu koyunlardan "ne farkımız var?" sorgulamasını yapmadan geçemiyorum. Hani, sürü psikolojisini anlatırken, aklıma birden koyunlar geldi; ve aramızdaki farkı anlamaya çalıştım işte... Yoksa koyunlarla biz düşünen ve sorgulayan insanlar... Ne alâka!.. Kıyas göstermek bile yanlış... :(

İşte bu küçük hatırlatmadan sonra mutat bir haberle yazıma dikkat çekmek istedim:

"Petek Dinçöz, eski eşi Can Tanrıyar'dan neden boşandığını açıkladı"ğını ciddi gazetelerimize, baş sayfa haberi olarak geçmesi demek, toplum için bu haberin hayati önem taşıyor (!) anlamına gelmesi demektir... Vallahi gelişmeler o yönde :)... Oysa ciddi anlamda olayı irdelediğimizde "evlilik kurumu"nun, toplumun temel yapısı olduğunu görürüz. Şayet çekirdek yapı olan "aile" oluşumu zaafa uğrarsa, toplumun her alanında çöküş yaşanacağı kaçınılmaz olur!


Peki magazin dünyasının "şarlatan"ları, sayısız evliliklere neden imza atma ihtiyacı duyarlar derseniz, bu durum; hem kendileri için, hem de "toplum mühendisliği" yapanlar için bulunmaz bir fırsat! Zira bir bakıyorsunuz ünlü (!) isimler, evlilik için ortaya çıkıyorlar; gösterişler havada uçuşarak dillere destan, masal dünyasını aratmayacak evlilikler yapıyorlar...


Aaaa, hemen ardından bir de bakıyoruz ki, aynı evlilikler yerini boşanma davalarına bırakarak bağıra bağıra gazetelerde boy boy haber olmuş... İyi de kardeşim, ne zaman ayrılacak kadar birlikteliğiniz oldu?.. Yok şiddetli geçimsizlik, yok aldatılma vakıaları gibi sebebiyetleri bizleri çok alâkadar edermişcesine niye afişe ediliyor? Yoksa tüm bu yaşanılan kepazelikler, topluma "örnek model olmak" için mi gerçekleşiyor?..

Pekii, bu durumun neticesi nelere mâl oluyor, bakınız bir kaç cümleyle ortaya koyalım:

Ballandıra ballandıra anlatılarak ve neredeyse kırk gün kırk gece süren düğünler, balayları... Bunların finansörleri kim? Tabii ki de büyük marka ve isimler! Onlar bu sayede kendilerini reklam ediyorlar!!! Onları takip eden kesim de, haydi, bu markaların arkasına düşüyor...

Sonuç: Toplum yozlaşıyor! Evlilik kurumu yara alıyor! Bu durumu fırsata çevirenler, nemalanarak ünleniyor (!); öte yandan marka ürünlerin reklamı yapılarak alıcı çevresi genişliyor!


Diğer taraftan toplumun ahlâk ve manevi değerleri, bir anda ayaklar altına alınıyor! Ayrıca evliliği çökertmeye çalışanların ağzıyla, "evlilik aşkı öldürüyor" ifadeleri, insanların kendilerini gözden geçirir konumuna getirmesi anlamına geliyor! Ki artık yapboz tahtası gibi evlilikler, oluşmaya başladı bile!..


Böyle giderse ortada aile kalmadığı gibi, çocuklarımızın geleceği ve eğitimleri de büyük tehlike ve tehdit altına gireceği kesindir!


Sevgi ve saygılarımla!

10 Haziran 2010 Perşembe

Çiy Taneleri...















"Nasıl kafa sayısı kadar düşünce varsa, kalp sayısı kadar da sevgi çeşidi vardır." Lev Tolstoy


5-11 Haziran Dünya Çevre Günü... Dünyamız içine düştüğü hastalığın pençesi altında hızla doğal yaşamını kaybeder durumla karşı karşıya. Ne yazık ki bu durumun en baş müsebbibi de insanlar. Hâl böyle olunca da derdimizi kime yanacağız bilinmez.

Bir taraftan yeşil alanları, tarım arazilerini, havasını, suyunu kaybettiğimiz mavi dünyamızı yaşanılmaz hale getiren güçlerin, aşırı ihtiraslarıyla boğuşmak, diğer taraftan da doğal afetler neticesinde büyük yıkım ve ölümlerle çaresiz kalmanın sıkıntılarını taşımak; bu anlamda yaşadıklarımızı, insanların hoyratça davranışlarının bir bedeli olarak görüyorum. Zira doğaya hükmetmeye kadar varan pervasızlık ve aşırı ihtiras bir yere kadardı...

Sürekli tüketiyor, tüketiyor ve tüketiyoruz! Tükettikçe tükeniyor ve dünyamızı yok ediyoruz... Diğer taraftan doğada bulunan bütün canlılarında tükenmesine sebebiyet veriyoruz. Ve ne yazık ki ileri teknolojideki yaşanılan çılgınlığın, bizlere verdiği aşırı güvenle birlikte, bu güzelim dünyamızın bize sunduğu o nadide güzellikleri koruyamadığımız gibi, kıymetini bilemeden anlamsızca Aymazlar Sınıfı'nın amaçsız debdebeli yaşantısına feda edildi...


Çimenlerdeki Çiy Taneleri

"Güneşli bir yaz günü bir koruluğa ya da ormana gittiğinizde, çimenlerin arasında parıldayan pırlantalar görürsünüz. Bu pırlantalar güneşte sarı, kırmızı, mavi renklerle ışır ve parıltılar yayarlar. Daha yakına gelip dikkatle baktığımızda, onların aslında, otların ince uzun yaprakları üstüne düşmüş ve günışığıyla parıldayan çiy taneleri olduğunu görürsünüz.

Onlar, incecik yapraklar üzerinde kadife gibi yumuşacıktırlar ve aşağı doğru bir iz bırakmaksızın yuvarlanırlar.

Eğer üzerinde şebnem taneleri bulunan bir çimen yaprağını koparırken dikkatli davranmazsanız, damlacıklar, parlak kristaller gibi dökülecek ve siz farketmeden yaprağın dibinde gözden kaybolacaklardır.

Bazen incecik bir dalı koparırsınız. Sonra onu yavaşça ağzınıza alırsınız ve çiy tanelerini yudumlarsınız.

Bu, dünyadaki bütün içeceklereden daha tatlıdır." Lev Nikolayeviç Tolstoy


Doğayı ve onun hiç farkedemediğimiz eşsiz güzelliklerini oya oya işleyerek bu harika anlatımı yazan Tolstoy... Bu yazıda hissedilen güzellikleri, o doyumsuz tarifleri bugün kaçımız hissediyor ve yaşıyoruz? Şüphesiz ki bu eşsiz mutluluğu keşfedenler ve yaşayanlar dünyanın en mutlu insanlarıdır. Hiçbir şey bu mutluluğun ve güzelliğin yerini dolduramaz...

İçinde yaşadığımız bu muhteşem güzellikleri bir bir yokedip, yakıyor ve yıkıyoruz... Ne uğruna ve ne için?.. Elde ettiğimizi zannettiklerimiz, koskoca bir hiçten öteye geçemeyecektir!

Dünyayı idare edenler; Aymazlar Sınıfı... Bitmek bilmeyen ihtiraslarıyla sonu olmayan hayallerinin peşinde koşarken görünen o ki, emanetçisi olduğumuz bütün güzellikleri hoyratça kullanıp, bedeli ne olursa olsun, uğruna her şeyi yapmaya değer görecek kadar insanlıklarını kaybetmişler...

O halde dayatılan türlü hayalin yarattığı kargaşada "Dünya Çevre Günü" insanların uyanmasına ve yapılan yanlışların durdurulmasına yeterli olabilecek mi?

Sevgi ve saygılarımla!


6 Haziran 2010 Pazar

İşaret Edilen Hangi "Barış"?















"Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alaya alıp oyuncak edinenleri ve öteki kafirleri dost edinmeyin. Eğer mü’minler iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının." Maide Sûresi, 57. Ayet


Vatikan'ın İsrail'in insani yardım konvoyuna saldırmasına ilişkin açıklaması:

"İnsanların yaşamlarını yitirmesinden sözetmek acı verici. Durum Vatikan tarafından dikkat ve kaygıyla takip ediliyor" dedi. Peder Federico Lombardi ayrıca, "Vatikan her zaman, nereden geliyorsa gelsin, suç işlenmesinin karşısında durmuştur. Çünkü her zaman kalıcı barışçıl çözümlerin bulunmasını zorlaştırır" dedi. Lombardi ayrıca Papa 16. Benedict'in önümüzdeki günlerde yapacağı Kıbrıs Rum kesimi seyahatini hatırlatarak, "Kendisi orada da barışı işaret edecektir" dedi. 31.05.2010, Vatan

Peki bugün ne oldu? Yine Vatan'ın haberine göre; "Rum Fileleftheros gazetesi de, İsrail’de yayımlanan "Jerusalem Post" gazetesine dayandırdığı haberinde, Gazze’ye giden gemilerin ardından, İsrail’den de Kıbrıs Rum Kesimi’ne yönelik bir gemi filosunun yola çıkacağını, filonun vermeyi amaçladığı mesajın Kıbrıs’taki "sözde Türk işgalinin sona ermesi" şeklinde olacağını yazdı... 06.06.2010


Şimdi bu haberler üzerinde bizim de sormak ve yorumlamak istediğimiz önemli noktalar olacaktır:

*"Vatikan her zaman, nereden geliyorsa gelsin, suç işlenmesinin karşısında durmuştur..."
O halde Vatikan, gerçekten bu ifadelerinin arkasında duruyor mu, yoksa işlerine geldiği gibi Vatikan merkezli siyasi politikalarının sürdürülmesi yönünde davranışlar sergilediklerini mi ima ediyor?! Hemen bir örnekle sorumuzu açıklığa kavuşturalım:


Müslüman coğrafyanın tek tek işgali, Vatikan'ı nasıl (Dinlerin mesajı insanları zulmün karanlığından kurtarmak ve ilahi hakikati yeryüzünde muteber kılmaktır. 01.06.2010 Basın Toplantısı, Prof. Dr. Ali BARDAKOĞLU Diyanet İşleri Başkanı) ve hangi alanda ilgilendiriyor? Irak'ı işgal eden Haçlı emperyalist güçlerin insalık dışı davranışlarıyla birlikte, 1,5 milyon masum Müslüman Irak halkının katledilmesine karşı hangi tedbirleri aldılar ve ne yaptılar?


*"Kalıcı barışçıl çözümler"den bahsederek, sebebi ziyaretlerini belki de bu ifadeyle örtüştürme bahenesiyle Papa 16. Benedik, Kıbrıs Rum kesimine 4-6 Haziran tarihleri arasında ziyarette bulunuyorlarmış... Acaba Irak'a da aynı niyetler çerçevesinde geçmişte bir ziyaret düzenlediler mi?.. Bundan sonrası için bu doğrultuda bir ziyaret gerçekleştirmeyi düşünürler mi?

Zira Irak halkı, aynı coğrafyanın sahibi olarak paramparça ayrıştırılmaya doğru sürüklenmek isteniyor... Aynı kültürden, aynı inançtan olan kardeş insanları, sözde demokrasi safsatalarıyla birbirinden koparılıp, aralarına sınırlar çizilmek isteniyor ya, işte onun için Kıbrıs Rum kesiminde istenilen "barış" gibi, bu zül duruma bir son vermeye, aynı Papa, hani bir el atsa diyoruz...


*Yine İsrail'in Kıbrıs'ta "Türk işgalinin bitmesi..." yönünde bir talepleri varmış. İyi de adama sormazlar mı?.. Senin o coğrafyada yıllardır, estirdiğin tedhiş, vahşet, katliam da neyin nesi oluyor?!.. Kurulduğun günden beri, Filistin, Gazze işgal altında değil mi? Bütün bu fırtınalarla birlikte insanın insana reva gördüğü zulmün parçası kim? Ayrıca "Vadedilmiş Topraklar" bahanesiyle Irak'a kadar uzanan ve genişletilerek tüm coğrafyada gizlice sürdürdüğünüz faaliyetlere ne demeli?


Kısaca demem o ki... Papa'nın Rum kesimine ziyaretleri bir tesadüf mü?.. Zira Kıbrıs Barış Harekatı'nı Mehmetçiklerimiz gerçekleştirdiğinden bu yana bir tek kişinin burnu dahi kanamadan iki ayrı toplum huzur içinde yaşamlarını sürdürmektedirler! O halde neyin barışını tesis etmeye düştüler?


Papa, bir zahmet Irak, Afganistan ve Filistin'e de ziyaret düzenlerse şayet, işte o zaman gerçekten "barış" için gayretler gösteriliyor deriz! Ama ne yazık ki, barış olan yerde huzursuzluk çıkarmak için yıllardır, harıl harıl gayretler sürdürülüyor... Hem ortada olan bir gerçeğin kanımca gözardı edildiğine de dikkat çekmekte fayda olacağına inanıyorum. Nedir o gerçek? Kıbrıs'ta iki ayrı ve bambaşka dünyaların insanları yaşıyor. Dili, inancı, kültürü vs. gibi insanları biribirine bağlayan pek çok unsurlar! Peki, nasıl olurda bu insanları, ila nihayet birarada yaşayacaksın diye zorlamaya tâbi tutuluyor? Diğer yandan Müslüman coğrafyasında binlerce yıl birarada yaşamış halkları ise biribirine düşürerek, boğazlatanlar kimler?!..

Görünen köy kılavuz istemez...


Sevgi ve saygılarımla!

3 Haziran 2010 Perşembe

Önce Can...
















"Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." Mustafa Kemal ATATÜRK



Vatan evlatlarımız, şehitlerimiz... Artık neredeyse sayılarını sayamaz olduk. Gün geçmiyor ki bu kara haberi duymayalım. Millet olarak hepimizin canı sıkkın... Nasıl sıkılmasın ki!.. Bu evlatlar henüz yirmisinde mübarek bedenlerini toprağa veriyorlar... Nasıl dayansın bu acıya analar, babalar, kardeşler, sevgililer?..


Millet olarak içimiz yanıyor!.. Fidanlarımız daha ne olduğunu anlayamadan alçakça ve haince kurşunların ya da mayınların hedefi oluyor... Televizyonlarda izlediğimiz şehit cenazelerinden yükselen bir ses vardı ki, insanın tüylerini diken diken ediyor... "Benim oğlum tek başına 50 kişiyi yenecek güçteydi! Ama kalleşçe vuruldu!.." İşte İskenderun'da kalleşçe şehit düşen vatan evladımızın acılı babası böyle bağırdı... Ne çare ki bu acılarla Türk milleti, sabır gücünü zorluyor...

Dayanılmaz acılarımızla doruk yaparken, sağduyumuzu kaybetmemeyi bilen bir millet olduğumuzu da biliyorum. Zira yine de gördüğüm bir endişeyi buradan paylaşmadan geçemeyeceğim:

İsrail'in haydutluğu üzerinde hepimizin söyleyecek bir sözünün, yediden yetmişe var olduğuna eminim. Hatta üzerinde romanlar yazılacak kadar da birikmiş öfkeye sahibiz. Ancak bir gerçek var ki, üzeri asla örtülemez.


* Bir defa her şeyin üstünde göreceğimiz ve ağlayarak sızlanacağımız önceliğimiz; üzerinde yaşadığımız ve bize güç veren, bağımsızlığımızın adresi topraklarımızın savunmasıyla bizi, biz yapan vatan evlatlarımız yani Mehmetçiklerimiz olmalıdır!


* Unutulmamalıdır ki vatan evlatlarımız yani askerlerimiz olmazsa, bizim de diğer Arap ve Müslüman dünyasındaki çaresiz ve zavallı durumunda görünen topluluklardan hiçbir farkımız kalmayacaktır!!! Bu durumda da gözü yaşlı bu zavallı kesime dahil oluruz; ki asıl istenilen de bu olsa gerek... Zira İsrail'in "insani yardım" gemisine saldırısının altında yatan nedenlerinden birisinin bu doğrultuda olduğuna dikkat çekmek isterim.


* Millî güç olabilmemiz için, millî duyarlılığa sahip olmalıyız. O zaman da öncelikli olarak kendi vatanımız için ayağa kalkıp, ağıtlarımızı ve acılarımızı ortaya koymalıyız... Yani "önce can sonra canan" anlayışını vatan sathında da sergilemeliyiz.


* En önemlisi de biz güçlü olmazsak, bizim diğer bölge halklarından hiçbir farkımız olmayacağını iyi görmeliyiz. O zaman da demek oluyor ki kendi derdimize öncelik sağlamalıyız! Ki ardından gücümüz doğrultusunda diğer kardeşlerimizin de derdine derman olabilelim! Zaten güçlü olan bir milletin ve devletin yaptırımı da o denli güçlü ve kararlı olacaktır!


* Kendimize acımaz ve kendi sorunlarımızı göz ardı edersek, unutulmasın ki Irak'ta, Filistin'de ve Afganistan'da neler yaşanıyorsa, tıpkısının belki daha fazlası bizlere de Allah korusun reva görülecektir!!! İstenilen de bu değil midir? Peki böyle bir felakette bizi kim koruyacak ve kollayacaktır?! Zira Osmanlı'nın, Filistin halkını güvenceye almak ve topraklarını İngilizlere karşı savunmaya gittiğinde, bizi, arkadan vuran din kardeşi saydığımız Araplar değil miydi? Elalemin İngiliziyle bir olup askerlerimizin bağırsağına kadar deşmedi mi?!..


* İnsani ve vicdani görevimizi yerine getirebilmek için, önce kendi gücümüzün, özgürlüğümüzün elimizden alınmasına olanak tanımamalıyız! İşte o vakit dünyaya karşı yaptırımlarımızı sonuna kadar kullanabilir, sesimizi duyurabiliriz! Tabii aynı duyarlılığı Irak'ta 1.5 milyon Müslüman kardeşlerimiz katledilirken de göstermeyi unutmadan!


* Diğer bir nokta da, böyle bir durumu özellikle isteyen dış güçlerin amacı; bizim millî ulus anlayışımızı untturup, kaybettirmektir. Zira Arap dünyasında ulus anlayışı olmadığı için istedikleri gibi o bölgeyi ve o coğrafyayı şekillendirip, arzularını yerine getirebiliyorlar. Bu noktada bu anlayışı bize uygulayamıyorlar! Çünkü!.. Evet çünkü, Atatürk Cumhuriyeti'nin temel felsefesi ulus anlayışı üzerine kuruludur!!! Yani tasada, kıvançta, kederde millî refleksimizle hareket edip, ayrım gözetmeksizin tek yumruk olabiliyoruz! O zaman da bizi yutmak zor oluyor!


O halde ne yapılmalı? İşte bugün üzerimizde oynanan oyunlar gibi; yani dini ve etnik köken üzerinden birbirimizden ayrıştırma gayretleri sürdürülmelidir!!! Bunda ne kadar başarılı olurlar derseniz, Irak'ta ayrışma yapılıyor... Yugoslavya paramparça!!! Bize gelince, gayretler görüldüğü üzere tüm hızıyla sürdürülüyor...

Sevgi ve saygılarımla!

1 Haziran 2010 Salı

Bandırası Belli mi?












"Çalışmadan, yorulmadan, öğrenmeden, rahat yaşama yollarını aramayı itiyat haline getirmiş milletler, evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar. "ATATÜRK


Bugün büyük bir öfke ve endişeyle üst üste aldığımız kara haberlerle sarsıldık... Zira ard arda verdiğimiz şehitlerin üzerine bir katliam daha... 6 ŞEHİT, 7 YARALI... Uff, dayanılmaz bir sızı... Öte yandan Türk bayrağı taşıyan "insani yardım" gemisine, İsrail'in kontrolsüz ve fütursuzca saldırısı da hiçbir şeyin tesadüfen olmadığının habercisi gibiydi.


Öncelikle ülkemin içerisine ayrılık tohumlarını ekmeye çalışanları iyi anlamak ve görmek gerekir... Kim bu güçler? Emperyalist Batılılar... Zira bölücü PKK terör örgütünü yaratıp silah ve maddi olanakları sağlayanlar da bunlar değil mi? Peki, bugünkü Türk bayraklı "insani yardım" gemisine saldırıları düzenleyen İsrail'in arkasında hangi güçler var? Hiç şüphe yok ki, Batılı aynı güçler!

AĞDAKİ KUŞLAR

Bir avcı göl kıyısında kuşlara tuzak kurmuş koca bir ağla birçok kuş yakalamıştı. Fakat kuşlar o kadar büyüktüler ki, ağı da havaya kaldırıp uçtular. Bunun üzerine avcı başladı peşlerinden koşmaya. Derken yolda bir çiftçiye rastladı.

Çiftçi:

"Nereye koşuyorsun? O kuşları peşlerinden koşarak yakalayacağını mı sanıyorsun?" dedi.

Avcı şöyle karşılık verdi:

"Eğer o ağın içinde sadece bir kuş olsaydı, onu yakalayamazdım. Ama göreceksin bunları yakalayacağım."

Avcının dediği çıktı.

Akşam olunca, ağdaki kuşların hepsi kendi yuvasına gitmek istedi. Bu nedenle her biri gitmek istedikleri yöne doğru ağı çekiştirdiler. Biri ormana öbürü bataklığa, bir diğeri de tarlalara doğru ağı sürüklemeye çalıştı. Sonunda hepsi birden yoruldu ve ağla birlikte yere düştüler.

Derken avcı geldi ve birer birer topladı onları.


Yukarıdaki yazıyı, bugün 1000 yıllık kardeşliğimizi çeşitli bahanelerle ayrıştırmaya ve herbirimizi bir yöne çekiştirmeye çalışanların oyununa örnek bir öykü olarak düşündüm. Bu münasebetle Tolstoy'un bu ince yazısı üzerinden, "birlik olma" vurgusuna değinerek yazımı tamamlamak istiyorum.

Büyük Atatürk'ün önderliğinde Kurtuluş Savaşı gibi büyük bir destanı yazan Türk milleti ayrışmak yerine, güçlü birliktelikle bağımsızlığını kazandı; ve bugünleri gördü...

Dün olduğu gibi bugün de niyet aynı, senaryo aynı... Ancak bardak taşsa da sabır ve sağduyu hepimizin üzerinde olmalı. Zira;

Gün birlik günü! Gün dayanışma günü! Gün her zamankinden daha dahalarını gösterme günü...


Sevgi ve saygılarımla!