31 Ağustos 2008 Pazar

Ramazan Ayı Kutlu Olsun!





Ramazan, biz müslümanların kutsal ayıdır. Bu ay içerisinde yaptığımız her davranış, konuştuğumuz her cümle daha bir özenle, daha bir titizlikle seçilir. Aslında da ruhumuzu, sevgi ve hoş görü ile doldurmanın ayrıcalığı olduğunu zihinlerimizden eksik etmemeye gayret sarf ederiz. Toplumsal ve bireysel olarak, insani ve ahlaki erdemlerin daha bir kuvvetli yaşanılması ile, sosyal hayatımızdaki manevi bağların güçlenmesiyle oluşan güven ve huzurun mutluluğunu yaşamak bambaşka bir güzelliktir. Böylelikle her alandaki maddi manevi paylaşımlar bizlere güç ve kuvvet kazandırarak, ayrı bir dayanışmayı da beraberinde getirdiği şüphesiz bir gerçektir.

Bu kutsal ayın üzerimizdeki etkileri o kadar güçlüki, günler öncesinden büyük bir özlemle söz edilerek, kalplerimizde oluşan huzuru bir beklenti süreciyle yaşarız. Sevginin paylaşımı, büyük bir özenle hazırlanmış sofralarımızın cömertce paylaşımı, kalplerimizde oluşan iyi niyetlerin yoğunluğu, vicdanlarımızın insani duygularla donanımı, yardımseverliğin hat safhaya ulaşımı gibi üstün insani meziyetlerin bir araya gelmesinin yanısıra, yüce Allah'a el açarak kalben buluştuğumuz günleri bünyesinde barındıran ayrıcalıklı bir zaman dilimidir RAMAZAN ayı.

Şimdi, bu güzel ayın bizlere sunduğu manevi doygunluğu elbette yanlış yola saptırmadan gereği üzerinde yapacaklarımızı, büyük bir sorumluluk ve mütevazılık içerisinde geçekleştirmek toplum olarak en büyük beklentilerimiz arasındadır. Nedir bu beklentilerimiz, şimdi onlar üzerinde durmak istiyorum:

Ramazan ayı ve dolaysıyla oruç tutmak sanıyorum, insanların nefsine hakim olmayı da beraberinde getirmektedir. Hemen yeri gelmişken sevgili Peygamberimizin bir hadisine burada değinmeden geçemiyeceğim: "En mukaddes savaş, insanın (nefsine) kendisine galip gelmesidir." Bunu her alanda genişleterek düşünebiliriz. Yine büyük bir üzüntüyle ve içim yaralı olarak gözlemlediğim şeylerden bir tanesi de televizyonlarda boy boy beş yıldızlı otellerin gösterişli iftar sofraları. İnanılmaz çelişki! Nasıl olurda İslam dini bu kadar çarpıtılabilir. Özellikle de insanların açlıkla karşı karşıya kaldığı bu dönemde bu gösterişi nasıl değerlendirmek gerekiyor? Bu çelişki hangi izana sığdırılır, onu anlayamıyorum. Ve hemen yine sevgili Peygamberimizin bir hadisiyle, yüreğimdeki acıyı açığa çıkarmada daha net olacağını düşünüyorum; "Allah Teala'nın en sevmediği şey, erkek veya kadınların ibadetlerinde gösteriş yapmasıdır." O halde ibadet olarak gördüğüm ve aynı zamanda kulluk görevlerimiz olarak da baktığım "oruç" ve iftarı, bu şekilde şatafat haline getirmek; hatta bununlada kalmayıp, basın aracılığıyla cümle aleme göstermenin, oradan yetmiyormuş gibi masadaki yiyecekleri yakın çekimle teşhir ederek ayrıca da bir bir saydırmak insanın hangi vicdanına yerleştiriliyor bir durup düşünmek gerekir, diye sorguluyorum. Üzerinde düşünülmesi gereken noktaları yorumlarınıza bırakıyorum.

Yine özellikle Ramazan ayında artan yardımlaşma da Hz. Peygamberimizin bir hadisiyle vurgulamak istediğim hassas noktalar olacaktır. "Allah arzı yarattığı zaman, arz sallanmaya (tıpkı bir hurma ağacı gibi sağa sola) yalpalar yapmaya başladı, bunun üzerine dağlarla onu sabitleştirdi ve böylece arz istikrarını buldu. Melekler dağların şiddetine hayrette kaldılar.

"Ey Rabbimiz, dediler, dağlardan daha şiddetli bir mahluk yarattın mı?"

"Evet, buyurdu. Demiri yarattım."

"Demirden daha şiddetli bir şey yarattın mı?" dediler.

Hak Teala: "Evet! Dedi. Ateşi yarattım.""

"Ateşten daha ağır bir şey yarattın mı?" dediler.

Hak Teala: "Evet, dedi, suyu yarattım!"

"Sudan daha şiddetli bir şey yarattın mı?" dediler.

Hak Teala: "Evet, rüzgarı yarattım."

"Rüzgardan daha şiddetli bir şey yarattın mı?" diye yine sordular.

Hak Teala: "Evet insanoğlunu yarattım" dedi ve devam ettim:

"Eğer o, sağ eliyle sadaka verir, sol eli görmeyecek kadar gizlerse (daha şiddetlidir)."

Görüldüğü üzere yüce dinimiz yapılacak ibadetlerin ne kadar hassas bir şekilde ve özenle yapılmasını emrederken, bizler gösterişi ve "desinler!"i bağıra bağıra, yetmedi, kameraları yanımızda sürükleyerek teşhir de kusur bırakmadan yapmaya gayret gösteriyoruz. Karşımızdaki kişilerin, onuru, gururu hiç ama hiç önemli değil!

İslam Dini bildiğim ve acizane araştırmalarım neticesinde öğrendiğim kadarıyla "sosyal bir din" olma özelliğine sahip. Özellikle de vicdanlara hitap etmesi, "fakirlik" ve "eşitlik" gibi kavramları esas alması büyük önem arz etmektedir. İşte bu ilkeler dikkate alındığında kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim ve Hz. Muhammed'in söylem ve davranışları bizlere gerçek manevi ışığın rehberi olduğunu kanıtlamaktadır. Bunun dışındaki ihtişamlı hayatlar, şatafatlı ibadetlerin hepsi bence birer aldatmacadan ibarettir.

Bu anlamda da umut ediyor ve yürekten istiyorumki; sade ve bir o kadar da sevginin hakim kıldığı birleştirici unsurlarla bezenmiş, mutlu ve kardeşliğin ön plana çıktığı bir RAMAZAN ayı geçirmeyi yürekten arzu ediyorum. Bunu düşünürken, özellikle sınırlarımız ötesinde acı çeken, kan ve gözyaşıyla mübarek ayın nimetlerini yaşamaya gayret gösteren mü'min kardeşlerimizin tüm acılarını ve yine vatanımızı tehdit eden unsurlarla mücadele ederkan şehit düşen askerlerimizi unutmamayı bir vicdani görev saydığımı da belirtmek isterim.

Ramazan ayı tüm ülke halkıma ve İslam dünyasına barış, huzur ve kardeşlik getirmesi dileğiyle herkese kutlu olsun! Sevgi ve saygılarımla!

29 Ağustos 2008 Cuma

30 Ağustos Zafer Bayramımız Kutlu Olsun!














İstiklal Marşı'mızın yazarı Mehmet Akif ERSOY şöyle demiştir:

"Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırtmasın!" Bu sözlere dayanarak, bizim de dileğimiz şudur: "Allah bu millete bir daha, düşman çizmesi altında esaret gibi onursuzca acılar yaşatmasın!" Ne Mutlu Türküm Diyene!..


****** *******


30 Ağustos 1922 yılı Türkiye Cumhuriyeti'nin cephede kazanmış olduğu zaferin tapusudur. Türk milleti tarih boyu yaşam varlığına kastedeceklere karşı savaşlar vererek egemenliğini ve özgürlüğünü elinde tutmasını hep başardı. Bu defa da başkomutanlığını büyük önder ATATÜRK'ün yaptığı meydan muharebesi adıyla, tüm dünyaya meydan okuyarak, yediden yetmişe kadını, yaşlısı, çocuğuyla beraberce verdiği eşsiz bir kahramanlık örneği ile tarihe altın harflerle geçirdi. 26 Ağustos sabahı Türk topçu birliklerinin Afyon'a girmesiyle düşman bozguna uğratıldı. Amansız verilen mücadele İZMİR'de Yunanın denize dökülmesiyle son buldu.


1071 Yılında Malazgirt Savaşıyla Anadolu'nun Türklere açılması ve buraları yurt edinmesinden asırlar sonra, düşman çizmeleri altında zulüm görmeyi, esaret altına alınmayı kabullenmeyen Türk milleti, bir kez daha inanılmaz eşsizliğiyle bir savaş sergileyerek "toprağı vatan yapan üzerindeki kandır" anlayışıyla bağımsızlığını ilan etti.


Osmanlı İmparatorluğu gerek iyi yönetilemediğinden, gerekse emperyalist güçlerin ince oyunlarıyla 1918 yılında düşman devletlerle "Mondoros Ateşkes Antlaşması"nı imzalayarak, fiilen teslim oldu. Güzel ülkemiz, bir bir düşman işgali altına bırakılarak, vatan toprakları İngiliz, Fransız, Ermeni, İtalyan ve Yunan işgallerine terk edildi. Bu durumu kabullenemeyen Mustafa Kemal ATATÜRK, ilk özgürlük işaretini Samsun'da yakarak KURTULUŞ SAVAŞI'nı başlattı. 1919'da başlayan bu mücadele Türk ulusunun azim ve kararlılığıyla başarıya ulaştı. Ordusu terhis edilen, silahı elinden alınan hatta yiyecek ekmeğe muhtaç bir haldeyken bizleri bugünlere taşıyan ulu önder ATATÜRK önderliğinde ki emsalsiz bağımsızlık mücadelesi dünya devletlerinin hala dillerinde destan olarak gıptayla söz edilmektedir. Öyle ki, Mustafa Kemal ATATÜRK bu yüzyılın lideri olarak seçildi.


Bakınız John F. KENNEDY (ABD. Başkanı) "Atatürk bu yüzyılın büyük insanlarından birinin tarihi başarılarına, Türk halkına ilham veren liderliğini, modern dünyanın ileri görüşlü anlayışını ve bir askeri lider olarak kudret ve yüksek cesaretini hatırlatmaktadır. Çöküntü halinde bulunan bir imparatorluktan özgür Türkiye'nin doğması, yeni Türkiye'nin özgürlük ve bağımsızlığını şerefli bir şekilde ilan etmesi ve o zamandan beri korunması, Atatürk'ün Türk halkının işidir. Şüphesiz ki, Türkiye'de giriştiği derin ve geniş inkılaplar kadar bir kitlenin olan güvenini daha başarı ile gösteren örnek yoktur." diyerek ne kadar şanslı bir millet olduğumuzu vurguladı. Ben de bu övüncü hatırlatmayı kendime görev saymaktayım. Bu anlamda bugün yaşadıklarımızı da, o günlerle kıyasladığımda, Türk milletinin üzerinde oynanan oyunların bitmek tükenmek bilmediğine bir kanıt olarak değerlendirmekteyim.


Büyük Atatürk'ün kıymetini anlayamayanlara bir örnekle hatırlatma yapmak isterim: Bugün Irak işgal altında; tıpkı bizlerin 1919'larda ki, işgali gibi. O halde emperyal güçlerin "böl, parçala, yönet" anlayışı harfi harfine şu ana kadar başarıyla uygulanmaktadır. Düşman ve haçlı işgalini bir kenara bırakan bölge halkı, birbirlerinin boğazına sarılarak, adeta kıyım yapmaktalar. Adına da "mezhep ve etnik köken " dedikleri kardeşi kardeşe kırdırtma oyunu. Atatürk bu oyunu farketti ve zekice bilgisiyle Türk milletini bir arada birleştirerek, adeta liderin önemini hissettirecek kabiliyetiyle "Kurtuluş Savaşı'nı" başarıyla vermemize vesile oldu. O halde, lider önemli değilse sorarım ki, bugün Irak niçin bağımsızlığını teslim etmiştir?


Tüm bu zor şartlar altında mücadelemizi el birliğiyle vererek, 26 Ağustos 1922 tarihinde de, düşman bozguna uğratıldı. Kaçan düşmanları kovalamak adına Başkumandan Atatürk, o meşhur sözünü burada ordusuna emretmiştir: "Ordular; ilk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!" 9 Eylül 1922 tarihinde Türk ordusu artık İzmir'e girdi. Ve Yunan ordusu Batı Anadolu'yu ve İzmir'i yakıp yıktıktan sonra geldikleri gibi gittiler.


İşte Türk ulusunun tapusu olarak da nitelenen bu tarihi gün, aslında cephede kazanılmış büyük savaşın inanılmaz büyük zaferidir. Lozan Barış Antlaşması ile de bu tapu senedi, diplomasi başarımızın tescilli tapusu demektir.


Evet, 30 Ağustos 1922 tarihi, şanlı Türk ulusunun dünya önünde, örtülü (ABD-Rusya) ve açık emperyalist güçlere karşı boyun eğmezliğini, özgürlüğünü ve bağımsızlığını onurlu mücadelesiyle top yekün direnerek, kanı ve canı pahasına bedel ödeyerek göstermiştir. Bu haklı gururunu adeta haykırırcasına, bayram yaparak coşku içerisinde ne kadar kutlasak azdır. Bu vesile ile başta büyük önder Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere; tüm aziz şehitlerimizi ve bu uğurda çaba sarfetmiş herkesi minnet ve şükran duygularıyla beraber saygıyla anıyorum. Bu mutlu bayramımız büyük Türk ulusuna kutlu olsun! Sevgi ve saygılarımla!

28 Ağustos 2008 Perşembe

Sigara Yasağına DİKKAT!



















Ben sigara içmeyen birisi olarak, sigara kullanan kişilerin mutlak suretle ikinci sınıf insan olarak gösterilmesini (caydırıcılık anlamında) toplum bilincine iyice yerleştirilmesi kanaatindeyim. Buradan yola çıkarak, son çıkartılan yasa ve yasaklar üzerinde sizlere farklı bir bakış açısı sunmak, oradan da ciddi anlamda düşünülmesi yönünde, paylaşımda bulunmak istiyorum.

Eğitimci gözüyle bakıldığında çocuklarımızın davranışlarının daima iyi yönde örneklerle, hayat bulması en doğru yöntem olduğunu söylemek istiyorum. Mesela hep söylenildiği üzere "sigara içmek, sağlığa zararlıdır!" bu söz içerik olarak, kesinlikle doğru; ama uygulamada geçerliliğini, söyleyenlerin üzerinde her zaman hakim kılmayan, şiddetle tavsiye amaçlı uyarıdır. Çocuklarımız ise çoğunlukla yaşadıkları çağ itibariyle bu sözleri dikkate almaz, aile bireylerinin ve çevresindekilerinin davranışlarını kayda değer görürler. Sonuçda da, yarı özentili, yarı büyüdüklerini gösterme anlamında sağlıklarını bilmeden tehlikeye atma pahasına sigara içme alışkanlığını edinirler.

Son çıkartılan yasayla, artık hiç kimse başkalarının sağlığına kastedecek girişimi de içine alan, sigara içmeyi, kapalı mekanlarda yasaklamıştır. Buraya kadar herşey çok anlamlı ve yerinde. Kesinlikle kararı sonuna kadar destekliyorum. Ancak, sorgulamak istediğim bir kaç noktayı da, sizlerle paylaşmak istiyorum. Sigara bağımlıları için, ne kadar yasak çıkartılırsa çıkartılsın, hiç bir engel tanımadan, içimlerine ara vermeden, aksine daha büyük bir istekle devam etmekteler. İstisnalar kaydeyi bozmaz anlayışıyla yazıyorum. O halde yaşadığım ve gözlemlediğim kadarıyla sigara tiryakileri, buldukları her fırsatta dışarıya çıkarak, olur olmaz demeden sigaralarını içmeye çalışıyorlar. Bayan erkek ayrımı gözetmeksizin sokakların her tarafında, cadde ortalarında bu manzarayla artık sıkça karşılaşıyoruz. Bu anlatımlarım onları kınamak açısından asla değil! Bu kişilerin iradelerine hakim olamamaları, yaşananları kaçınılmaz kılmaktadır. Onlara sorarsanız, bu durumdan kendileri de memnun değil "ama ne çare!" demekten kendilerini, alamıyorlar. Lokantaya gitmiş yemekten sonra en büyük isteği olan sigarasını içmek için, kendisini kapı önüne atıp, acilen sigarasını yakıyor! İş esnasında verilen mola da, kendisini kapı önüne atarak sigara yakıyor! Yine dinlenmek üzere girdiği pastane türü yerlerde sigara içmek için kapı önüne kendisini atıyor! Hastaneler de çalışan personel, sigara için bahçeye kendini atıyor! Okullar da çalışan personeller, en uygun buldukları sokak aralarına kendilerini atıyor! Ve dahalarıyla örnekler çoğaltılarak, tüm vatandaşlarımızın cadde ve sokak aralarında ellerinde sigarayla olumlu, olumsuz görüntülere sahne olan inanılmaz boyutta ki, sigara reklamı kimlere kötü örnek oluyor dersiniz? Bu arada da, bizim kültürümüze ters düşen bayanlarımızın ellerinde ki sigara ile nasıl desem, bir ters düşüme neden olduğu ortadadır.

Hal böyleyken, şimdi bir eğitimci olarak sizlere sormak istiyorum: Diyebilir misiniz ki, sigara kullanımında bir azalma olacaktır? Hayır! Hiç sanmıyorum; çünkü, küçük çocuklar, henüz ergenlik çağında olan çocuklarımız, muhtemel ve kuvvetledir ki, sigaraya özenip, kendileri de fırsat buldukları an içmeye çalışacaklardır. Canlı reklamın en yaygın bir şekilde sokak ve caddeler de boy boy teşhir edilmesi SİGARA REKLAMI anlamı taşımaktadır. Küçüklerin kafalarında iz kalacak, özenerek hafızalarına kazıyacaktır. Ergen çocuklarımız ise ne yaptığını bilmeyen asi ruhlarıyla, büyüklerine ve çevrelerine baş kaldırma, büyüdüklerini ispat etme telaşesiyle sigaraya sarılmanın özentisini yaşayacaklardır. Buraya uyar mı bilmem, ama ne derler:" bir kişiye kırk gün deli dersen deli olur" sözüyle anlatmaya çalışacağım, sürekli sigara içen insanlara tanık olanlar da, sigarayı kanıksayarak, sigaranın esiri olur! O halde, çocuklarımıza örnek ve özendiriciliği teşvik etmemek için bu görüntüleri mümkün olduğunca azaltmak, en güzeli ve doğrusu olacaktır. Yani sigara içenlere ne kadar aşağılatıcı da olsa, onlara da saygı göstermek adına mutlaka bir yer gösterilmeli, izole ederek, bir yerde ikinci sınıf insan muamelesi ile çocuklarımıza caydırıcılık anlamında örneklendirilmelidir. Bazı yerde kıssadan hisse ile yola çıkmanın doğru olduğunu düşünüyorum.

Çocuklarımıza bu şekilde örnekleme yaparken, onları gerek görsel, gerekse uygulamalı olarak davranış kazanmalarına yardımcı olacağız.Eğitimle pekişen bu görsellik eminim ki, yasaklayıcı zihniyetten daha sağlıklı bir yöntem olacaktır. Gördüklerini bilinçli bilinçsiz hafızalarına kaydeden çocuklarımız; bu yolla daha az sigara özentisine maruz kalacaktır. Diğer taraftan, sigara içen insanları da bir yerde aşağılayıcı tedbir de olsa, onların haklarına saygı göstermek olacağı kanaati taşıyorum. Gördüğüm zor ve anlatılması güç manzaralar karşısında sigara içen tüm arkadaşlarıma üzülerek bakıyorum. Durumları gerçekten zor ve çaresizce! Kendilerine çözüm arama peşinde oldukları da ayrıca tanık olduklarım arasındadır. Yapılan yanlış davranışlar, insanların gözleri önüne serilerek daha fazla teşvik edilmemelidir. Bu amaca hizmetle olduğunu düşündüğüm noktada, RTÜK de bilindiği üzere sigara görüntülerini yasakladı. Ama sokalar bu manzaraya fazlasıyla açık bırakıldı. Ortada bir çelişki olduğu kesin.
Sonuç olarak bu duruma açıklık getirmek ve tamamiyle iyi niyetle çıkılmış yolda bu neviden sorunların yaşandığını sizlerle birlikte sorgulamak istedim. Umarım, açılan bu pencerenin çarpıklıkları dikkatleri çeker ve gereği üzerinde iyileştirici tedbirler alınır. Ben sadece eğitimci gözüyle olayı ele aldım. Sevgi ve saygılarımla!

27 Ağustos 2008 Çarşamba

"O Ölmedi! Bugün O'nun Düğünü!" Diyor; Bir Şehit Yakını...

















Dün 9 kınalı yiğitlerimizi daha şehit verdik. İsimleri mi? Say say bitmez. Hepsi de bizim fidanlarımız, vatan için seve seve canlarını veren biriciklerimiz. Onlar için milletce gözyaşı döküyoruz; yüreğimizin bir tarafı hep buruk ve mahçup olarak çaresizce bu kan ve gözyaşının bitmesini beklemekteyiz.



Şehit haberleri geldikçe, gözüm televizyon kanallarını, haber manşetlerini tarıyor; acımıza millet olarak ortak olmak hissini yaşamak istiyorum. Ne çare ki, televizyon kanalları eğlence programlarını devam ettirip, bir de ardından şakır şakır oynatmaya davet ediyor. Yetmiyor stüdyo seyircileri de, bir coşku bir coşku, kalkıp göbek ata ata kendilerinden geçercesine oynuyor, gülüyor ve eğleniyorlar. Bilmem, bunları ben demiyorum, toplumsal aydınlanmayı bildiğimiz televizyon kanalları diyor; böyle istiyor ve istedikleri gibi de milleti yönlendirip, akıl tutulmasını gerçekleştirebiliyorlar. Gazeteler de öyle; dikkat ediyorum ve büyük bir ıstırapla buradan yazıyorum, "futbol, futbol, futbol". İki ara bir derede, üst manşetten yer veriliyor. Ya da, basının seçtiği kişileri "sanatçı" (!) sıfatıyla her adımları bizlere zorla sunuluyor. İşte öyle bir haber anlayışı ile milletimizin artık ortak duygusunu bu şekilde duyarsızlaştırmaya doğru zorlanıyoruz.



Evet, birileri bu zorlama ve yönlendirmeye devam ede dursun, Anadolu insanımız, vatan sever insanımız, "vatanı vatan yapan, üzerinde ki kandır!" anlayışını hücrelerinde hissedercesine, yiğitlerimizin acı haberleri karşısında "VATAN SAĞOLSUN!" demeyi yüreklerinden hissede hissede, feryat ediyorlar. Bu feryatlar dayanılır gibi değil. Burnumun direğinin sızladığını, gözyaşlarımı tutamadığım, bu acılı tablolarda yaşıyor ve hissediyoum. Bu acılı insanlarımızın kederlerine ortak olabilmeyi, biraz olsun yaralarını sarabilmeyi, bireysel olarak değil de, basın aracılığyla yanlarında olduğumuzu göstermesini bilmeliyiz. Onlara "şehadet" mertebesine erişen yakınlarının gururunu yaşatabilmeli ve bizlerin onlara minnet, şükran duygusunu hissettirebilmeninin mutluluğuyla yalnız bırakmamalıyız, diye düşünüyorum.



Basınımız yayın hayatını elbette kesemezler; ancak programlarında daha bir hassasiyet göstermeyi de ahlaken bir ilke olarak saymak gerekliliğini de unutmamalılar. Bu ülkede bir huzur varsa işte biz bunu kınalı kuzularımızın kanlarına borçluyuz. Allah TSK'ya güç kuvvet versin. Şimdi yeri gelmişken, bir önemli konuya daha değinmek isterim: Bugün manşetlerden edindiğim bir habere göre, İtalya başbakanı Berlusconi Türkiye'de bir televizyon kanalı ve bir de ortak arıyormuş. Ne güzel değil mi? İşte "ülkemizin ulusal bilinci nasıl ortadan kaldırılıyor?"a bir örnek. Düşünelim bir defa tv. kanallarımızın emperyal güçlerin ellerinde olması ile birlikte kendi istek, menfaatleri doğrultusunda yapacakları yayınlar ve beyinlerimizi işlemek adına programlar! Artık bundan sonra topa tüfeğe ne hacet? Her şey güzel güzel, mutlu mutlu bir şekilde olmak varken!...Kaleyi içten fethetme!



Bizler millet olarak o asil metanetimiz ve vakur duruşumuzla, birbirimize kenetlenmiş olarak, acı da, tasa da, keder de, kıvanç da bir yürek olarak yeniden şekil almak adına sınırları değiştirmeye çıkan bu acımasız , ağır sisteme karşı durmasını bilerek yola devam etmek zorundayız. Bu duygu ve düşüncelerle başta Türk milletine, TSK'ya ve kederli şehit yakınlarımıza baş sağlığı ile kınalı yiğitlerimize "ALLAH'tan rahmet" dileyerek, "VATAN SAĞOLSUN!" diyorum. Sevgi ve saygılarımla!

Kafkasya'nın Ardındaki Gerçek; "Güçler Savaşı"





SSCB'nin dağılmasının ardından gelişen olaylarla, dünya yeniden şekillenme peşine düştü. Önceleri çift kutuplu bir hakimiyet vardı. Ardından tek güce dönüşen dünya hakimiyeti şimdilerde tekrar çift kutuba doğru hızla ilerlemektedir. İşte bunun göstergesi yani kanıtı olarak da Kafkaslar'da gelişen ciddi boyuttaki sıcak gelişmelerdir.



Bugün itibariyle Güney Osetya'da belki savaş alameti olarak da algılanan ve tüm bölgeye yayılma olasılığı ile büyük sıkıntıların hakim olacağı, kaygılı beklentilerin ve tedbirlerin üst düzeye çıktığı gerçeğini burada açmak istiyorum:

Osetya, küçük bir alan olmakla birlikte stratejik öneme sahip, 70 bin nüfuslu bir yerdir. 1990'lı yıllardan bu yana hem etnik, hem de siyasi anlamda çekişmelere sahne olmuş bu tarihsel bölgenin perde arkasındaki asıl konu, Rusya ve ABD'nin güçler savaşıdır. Yaşanılan restleşme de keza ABD'nin Orta Asya'yı almak istiyor olması ve bir zamanlar bölgenin önemli hakim gücü olan Rusya'nın doğal olarak buna izin vermeme kararlılığının dünyaya yansımasıdır.


Tüm bu sıcak gelişmeler yaşanırken, ülkemiz olayı elbette kaygıyla izlemektedir; çünkü Gürcistan bizim için hayati önem taşımaktadır. Bütün bunların yanısıra, G. Osetya'nın etnik köken nedeniyle de bölgesel benzerlik taşıyan KKTC varlığıdır.

Yine "pandoranın kutusu"na benzetilen Kosova krizi, arkasındaki büyük güçlerin ( ABD = Batı) rol aldığı bir oyunla, Kosova bağımsızlığını ilan etti. Bu anlamda da Kosova, KKTC ye benzetilmektedir. Nitekim, Putin KKTC'nin de tanınması gerekliliği üzerinde açıkca Kosova ile kıyaslama yaparak dünya kamuoyuna dillendirdi.


Rusya; Kosova bağımsızlığını ilan ederse, Güney Osetya ve Abhazya için de bağımsızlığın kaçınılmaz olacağını ileri sürmekteydi. İşte yaşanan bu gelişmelere, bir süre önce Kosova'nın bağımsızlığıyla ABD'nin Kosova üzerinden, Balkanlar'da kurmuş olduğu hakimiyetine karşılık, amiyane tabirle, "attığı bir golle", G. Osetya'yı Rusya eski nüfuzu üzerinden hareket ederek, kendi himayesi altına alması yolunda ki işaretlerdir. Bu bağlamda Kosova'nın benzetildiği üzere, "pandoranın kutusu" şayet açılırsa, ki o vakit dünyayı büyük bir kırizin beklediği kesin; büyük güçlerin kılıçlarını çektiği zamandır. Ruslar kendi çıkarları, güvenlikleri ve bölgesel hakimiyetleri için muhakkak ki, bölgeyi batının kontrolüne bırakmayı asla kabul etmeyecektir. Nitekim Putin'in "Münih Konuşmasında" altını çize çize ABD ve NATO'yu eleştiren sözleri bugünlerin habercisi niteliğindeydi.


Rusya Lideri Putin'in Münih Güvenlik konuşmasının tam metnini, Genelkurmay kendi internet sitesinde yayınladı. Değişen dünya koşullarının ve dünya üzerindeki tek kutuplu hakimiyeti ile birlikte, ABD'nin diğer ulus devletlere ekonomik, siyasi, kültürel ve eğitimsel politikaların dayatması olarak gösteren PUTİN'in sözleri, bizim için de hayati önem arz ettiğinin göstergesi olarak, Türk kamuoyuna duyrulmuştur.


Yaşadığımız bu ciddi krizin, henüz savaşa dönüşüp dönüşmeyeceğini zaman gösterecektir. Şu anda Gürcistan seferberlik ilan etmiş olmasına rağmen, stratejist uzmanlar şimdilik buna pek olanak tanımıyor. Bizlere gelince; dünya yeni bir şekil alma aşamasında, tehlikeli boyutlarda savaşların yaşanabileceği senaryolar içerisinde, "biz ne kadar hazırlıklıyız?" sorusu ile her alanda düşünmek zorundayız!


Hal böyle olunca, millet olarak birbirimizi haklama değil, birbirimize sıkı sıkı sarılmak peşinde olmalıyız. Elimizden ekmeğimizi, ağzımızdan lokmamızı alacak kadar ince planların yürütüldüğü bu acımasız düzene karşı durabilmek için, çarenin öncelikle birlik ve beraberliğimizi sağlamaktan geçtiği kaçınılmaz bir gerçektir. Sosyal adaletin sağlanması şarttır. Bunun için de tek düşmanımız olan "cehalet ve yoksulluğu" mutlaka yenmek zorundayız! Cehaletle etrafımızda olanları, yanıbaşımızda gelişen olayları göremiyoruz! Yoksullukla da, birilerine kul köle olarak elimiz kolumuz bağlanıyor! Sonuç olarak da "sınıf farkı" oluşuyor ki, bu çok tehlikeli.

O halde, güzel ülkemizin güzel imkanları, zenginlikleri, varlıkları her bir şeyiyle sadece ve sadece bize ait olduğunu, cümle aleme kıskandıracak bir birliktelikle göstermeliyiz. Üzerimizde oynanan oyunların farkında olarak, birleştirici unsurlarımıza sahiplenmeye daha bir gayret göstermeliyiz. Görüldüğü üzere artık top, tüfekle değil, toplumların arasına nifak tohumları atılarak, vatan toprakları ele geçiriliyor. O halde bizim dışımızda gelişen hadiseleri ancak bu şekilde bertaraf edeceğimiz kesindir.

Sevgi ve saygılarımla!

Savaş Suçlusu Olmak Cezalı ödül mü?




Bosnalı Sırp lider Radovan KARACİÇ Sırbistan'da yakalandı. Evet! Tam 13 yıldır aranan kaçak lidere yöneltilen suçlar arasında; "soykırım yapmak, soykırıma suç ortaklığında bulunmak, kasıtlı adam öldürmek, cinayette bulunmak, insanlara eziyet etmek, insanları göçe zorlamak" filleri ile Srebrenitsa'da 8 bin müslümanın katledilmesini organize etmekle aranmaktaydı. Buna göre Lahey'deki savaş suçları mahkemesine götürüldüğü söylenmektedir. Yine bir televizyon haberinde Sırp lideri KARACİÇ'in cezasını çekeceği odanın görüntüleriyle birlikte bir üniversite araştırma odası niteliğinde olduğu iddia edildi. Nedir bu iddia? İnternet bağlantılı bilgisayar, televizyon, kitaplık, lüks donanımla birlikte özel yemek ihtiyaçları vs.
Radovan Karaciç, tüm bu suçları işlerken "BM ve Batılı devletler nerede?" diye bir soru aklımıza geliyor. Hatta Srebrenitsa'da BM'e teslim edilen 8 bin müslümanın katliamına göz yumanlar kimlerdi? Olay bitti; savaş bitti ve göz boyamalık bir kişi olarak sorumlu olan Radovan KARACİÇ, mahkemede yargılanarak savaş suçlusu ilan edildi. Ardından bu kişi nasıl olduysa bilinmez; tam 13 yıl elini, kolunu sallaya sallaya yine kendi ülkesinde, rahat bir şekilde yaşadı. Bunu bizlere kanıtlayan ise televizyonlarda yayınlanan, bir toplantıya gidişindeki rahat tavırları ve ev sahibinin, sıcak karşılamalarıyla anlamış olduk. Bu vakte kadar kimler bu kişiyi sakladı? Kimler görmezden geldi? Oysa ki istediklerini anında yakalayabilen bunlar değil midir? Haa, bir de yakalandıktan sonra beş yıldızlı otelleri andıran konforda cezasını çekmek gibi bir saltanata hayret ve ibretle izlemekteyim.
Geçmişi karıştırmaya devam edelim: hakkında Nazi subayı iken Balkan işgali sırasında yapılan katliamlara katıldığı iddia edilen, BM eski genel sekreterlerinden Kurt Waldheim; tüm insanların dil, din, ırk, cinsiyet ayırt etmeksizin en doğal yaşama haklarını korumakla görevli bir cemiyetin başkanlığı sıfatını yürüten bu kişinin, eski bir Nazi Subayı olduğu son ana kadar bilinmiyordu. Bu hayretlik olayı anlamak çok zor. Böyle bir makama oturtulan kişinin, sicili nasıl olurda bilinmez? Nasıl olur da, hakkında araştırma yapılmadan oralara getirilir? İnanılmaz bir şaşkınlık! Ya da, bir göz boyama desek daha iyi olacak. Pekii, acaba bunların altında yatan gerçek aslında bir ödüllendirme mi, yoksa bu türden "militan kişilerin duyguları kullanılarak, istedikleri amacı gütmek midir?" diye sorgulamayı yapmak, ister istemez aklıma gelmektedir. Yok! Geçmişe yönelik sicillerinin kabarık olması önemsiz ise, Nazi Subayı oluşu niçin yankı buldu ve gizli tutuldu? Üstelik 2. Dünya Savaşı esnasında Nazi Almanya'sına yardım etmekle görevini gölgeleyen bu kişi, iki dönem BM'de görevini sürdürmeyi büyük bir rahatlıkla gerçekleştirmiştir. HARİKA(!)...
Konuya devrik lider, Saddam Hüseyin'le devam etmek istiyorum. Saddam Hüseyin de, bir yerde savaş suçlusu niteliğinde yargılandı. Yani kendi halkına yaptığı katliam ve zulüm iddiası ile. Pekii, bu kişinin televizyonlardaki görüntülerini hatırlarsak, ve öldürülme şekline bakarsak, inanılmaz bir ayrımcılık söz konusu gündeme gelmektedir. Hatta müslümanlardan intikam alırcasına, kutsal günümüz sayılan bir bayram ( Kurban Bayramı) sabahı vahşice öldürüldü. Yani idam edilecek başka bir gün bulunamadı ve "işte size kurban!" dercesine hakimiyet ve üstünlüklerini insafsızca, fütursuzca ve de küstahça sergilediler. O halde bir de Karaciç'in mahkumiyetine bakarak kıyaslayalım ve burada yorumu sizlere bırakmak istiyorum!...
Yine SABANCI'nın katili Fehriye ERDAL'ı ele almak istiyorum. Tedhişçi ve bir örgütün üyesi olarak bilinen bu kişiyi Belçika gibi, insan haklarının merkezi olarak beynimize kazınan mahkemeler ise, bırakınız tedhişi, neredeyse masumiyetini(!) ilan edecek pozisyonda savunarak, elindeki silahın niteliği gibi saçma sapan gerekçeyle bizlere "insan öldürmeyi adamına göre bizler suç sayarız!"ı gösterdiler. Hangi adalet? Hangi İnsan hakları? Tüm bunları Batı'nın çifte standartı ile öğrenmiş oluyoruz! TEBRİKLER(!)...
Şimdi ise dünyanın gözü önünde bir tarih yazılıyor! Irak'da BM'in resmi olarak onay vermediği; ama hiç de sesini çıkarmadan sessiz sedasız cevaz verdiği SAVAŞ!... Milyonlarca insan, çoluk çocuk demeden, kadın, erkek, yaşlı demeden katlediliyor! Arap Yarımadası'nın en büyük fuhuş pazarı haline getirilen Irak! İnsanlık suçunun işlendiği en büyük örnek! Nerede BM? Nerede Batı? Nerede İnsan hakları savunucuları? Nerede Lahey Mahkemesi? Bunların sesi şu anda yok; çünkü, suça hepsi ortak! Çünkü, çıkarlar onu gerektiriyor! Çünkü, daha yapacak çok şeyleri var! Sonrası mı? Sonrası malum! Geçmişte ne olduysa, yine o şekilde bir kılıflandırma ile ödüllü bir ceza, mutlaka birilerine kesilir. Tıpkı diğerlerinde olduğu gibi...
Tüm bu yaşananlar karşısında Aziz Türk Milletinin bir ferdi olarak, gerçekleri görmeyi ve üzerinde düşünülmesi gerekenleri, bir an evvel fark edip, birlik ve beraberliğimize kastedecekleri ellerimizin tersiyle itmenin zamanı diye düşünüyorum. Adaleti kendi çıkarları doğrultusunda işletip, bizlere gelince adaletin savunucuları olan "BATI" çifte standartıyla, sınıfta kaldığını bir gün algılayacağını umut ediyorum. Sevgi ve saygılarımla!

Türk Alfabesi 29 Harf mi?


1 Kasım 1928 tarihinde harf inkılabı kabul edildi; Mustafa Kemal ATATÜRK, kara tahtanın başına geçerek yeni Türk alfabesini tanıtmaya başlamıştır. Türkçe'nin kolaylığı bir anlamda okunduğu gibi yazılıp, yazıldığı gibi de okunmasıyla anlaşılabilir. Karmaşa yok, öğrenme de zorluk yok. Diğer dillerde olduğu gibi bir sesi çıkarmak için bir kaç harfi yanyana getirerek kalabalık bir görüntü ve zahmete hiç lüzum görülmüyor. Evet, tam 29 harfle istediğimiz her sesi çıkarabiliyor ve yazabiliyoruz. İşte Türk Alfabe'sinin güzelliği ve sadeliği sanırım buradan kaynaklanıyor.

Biz alfabemizin 29 harften meydana geldiğini biliyoruz da, etrafımızdaki gelişmeler, bunun öyle olmadığı yönünde ısrarla bir dayatma sürecini hızla beynimize kazıma peşindeler. Reklam dünyası, tanıtım levhaları, marka isimleri ile alfabemize "x,q,w" harflerini ilave etme peşindeler. Sınıflara asılan harf tabelalarına, defter arkalarına zaman zaman sıkıştırılmaya çalışılan ve sanki 29 harfin devamı gibi gösterilmeye gayret edilmenin nedenlerini izninizle sorgulamak istiyorum:

Ülkemizin her alandaki batı özentisi ve hızla kültürümüze hakim olan bu süreç içerisinde çaktırmadan sızan bu harfler kimilerine göre evrenselliğin karşılığı olarak cevap bulmaktadır. O halde harf sayımız 32 mi oldu dersiniz? Onu bilemiyorum ama resmi olarak yasalarımızın ve anayasamızın buna izin vermeyeceğini biliyorum. Zaten Türkçe'nin zengin olmasının yanında her kelime ve sese yetecek kadar da harfleri vardır. Henüz okula başlayan çocuklarımızın en heyecanlandığı ve yaptığı işlerle gurur duyduğunun ilk işareti okumaya başladığı zamanlardır. İşte, her gördüğünü okumaya çalışarak, etrafına gururunun ve heyacanının verdiği mutlulukla bir şeyleri başardığını haykırırcasına göstermeye çalışır. Çocuklarımızın bu gururunu ne yazık ki, etrafındaki tabelalar ve alfabemizde olmayan harflerle karşılaştırarak, kafa karışıklığına neden olunmaktadır. Bundan sonrası, ruhlarında ezilmeyi beraberinde getirerek Türkçe'nin sanki yetersizmiş izlenimi verilerek, dillerine yabancılaştırdık. Bu sayede anlam karmaşası ile, bizzat öğrencimin ağzından ilk sorgulamayı içim sızlayarak işittim:" Öğretmenim, ters "p" harfi nedir?" Karşılığında ilk etapta ne sorduğunu anlayamamanın şaşkınlığıyla, defterini getirerek harflerin sonuna ilave edimiş "q"yu gösterince, ruhumda ki acı, beni çaresizliğe ittiğini fark ettim. Çocuklarımıza, ruh ezilmesini, kafa karmaşasını, yaşadığı gururun yerini şaşkınlığa ve zihin bulanıklığına çevirmesine sanıyorum ki, hiç kimsenin hakkı yoktur.

Ülkemde ki tabelaların bu denli yabancı kelimelerin istilası altına alınarak, kuşatılması; doğrusu beni kaygılandırmaktan öte, artık acı vermeye başlamıştır. Körpecik beyinler bu yabancılaştırma karşısında elbette kendi dilini, kendi müziğini, kendi öz kültürünü tanımadan bir başka milletin kültürüne teslim olacaklardır. Buradan yazılı ve görsel basının hızla körüklediği bu değişim ve yozlaşmaya, en önemli etkendir. Haber ve eğlence kanalları sürekli olarak bu yönde servis yapmaktadır. Öyle ki, Türkçe harfler bile artık telaffuzunu yabancı sese çevirmiştir. Mesela mı? İlk aklıma gelen radyolarda ki "FM" kanallarını "EF, EM" diye telaffuz ettiğimiz gibi. Yine kanal adları, keza aynı şekilde telaffuz edilmektedir. Oradan sıçrayarak yayılan bu moda akımın adını ne koymak gerekiyor, yorumu sizlere bırakacağım. Diğer taraftan bu türden sözcüklerin cümle aralarına yerleştirilmesi sanki daha bir bilimsellik ve entellektüellik katar edalarıyla anlatımların kendimizi aşağılayıp, ezmekten başka bir amacı olamaz! Sonu olmayan bir gidişle neredeyse güzel dilimizi unutup yerini derme çatma ingilizceyle devam ettirme niyetlerini, hayret ve ibretle izlemekteyim. Artık mahallelerde yarı ingilizce, yarı Türkçe tabelalar, başka yerde ingilizce ses veren harfleri kullanarak Türkçe kelime uydurma kabiliyeti(!) gibi garip yazılımlarla adlandırmalar ve dahalarıyla güzel dilimizin rezil edilişini içim yanarak takip etmekteyim.

Tüm bu gelişmeleri aziz Türk milletimizin dikkatlerine, sorgulayarak sunmak istedim. Gerek eğitimci kimliğimle, gerekse Türk vatandaşı kimliğimle köklü zengin ve bir o kadar da diğer milletleri kıskandıracak boyuttaki, türetme yeteneği olan TÜRKÇE'ye bir an evvel sahip çıkmalı; içerisine düşürüldüğümüz bu gizli ve sinsice yürütülen planı bozmak için milletçe tepkimizi ortaya koyarak, gerekirse bu tür tabelalı yerlerden derhal alışverişi kesmeliyiz! Tabii ki, gerekçesini söyleyerek. Sevgi ve saygılarımla!

"Recep Bey" Kimi Temsil Ediyor?




Günlerdir televizyonlar aracılığyla reklam kuşaklarında "Recep bey" konulu senaryonun yaygın bir şekilde, Türk halkına sunumlarını izleyerek, üzerinde gerçekten düşünülmesi gereken bir kaç noktaya temas etmek ve sorgulamak istiyorum:

Reklamların toplum üzerinde sosyo-ekonomik ve kültürel anlamda etkin rolü olduğu bilinmektedir. Hatta her aile, bunu kendi üzerlerinde test edebilir; aile bireylerinin talepleri ve beklentilerini gözden geçirerek anlaşılabilir. Özellikle, eğitimci sıfatımla müşahade ettiğim acizane görüşümün altını çizerek, sizlere sunmak isterim. Reklamların çocuklara yönelik olduğu ve yapısı itibariyle de bunun farkındalığıyla hareket eden reklamcılar, ağırlıklarını bu noktaya verirler. Bu yüzden de, sektörün istek ve yönlendirmelerini iyice anlayarak, üzerinde sorgulayarak acilen gerekli tedbirlerin alınması gerekliliğini düşünüyorum. Bu bağlamda, yayınlanan reklamların, dizilerin milli değerlerimizin, kültürümüzün, ahlak anlayışımızın, geleneksel yapımızın dokusuna zarar vermeden, koruyucu ve hatta gurur sembolü halinde senaryoların hazırlanarak, toplumumuza sunulması gerekmektedir. Bebeklerin dahi ilgisine mashar olmuş reklamlar; işte bu süreç içerisinde beyinlere girme yolunun, çağımız araçlarının en önemli ayağı halinde kullanılan bir unsurdır.

Toplum olarak "nasıl bu kadar değerlerimizden uzaklaştık?" sorusuına bir cavap niteliği olarak gördüğüm reklamlar, diziler. Her alanda bizleri yozlaştıran! Kültürümüzü taklide çeviren! En önemli hazinemiz olan ahlakımızı çökerten! Televole kültürünü hızla beynimize kazıyan! Bütün bunlar televizyonlar vasıtasıyla aşındırıldı. "Recep bey" konulu reklamdaki şahsiyet beni derinden yaralayarak, altında yatan kimlik ve kişliğimize, bence hakaret olduğunu düşündüğüm gerekçeleri, beraberce sorgulayalım: "Recep bey"in konuşma şekli ve ele alınışı sözde espiri aracılıyla kendi kimliğimize bir hakarettir. Saf ve masum Anadolu insanımızın şive ile hitabını bakınız nasıl da aşağılama ruhuna büründürülmüştür. Görüntüsü ise, affedersiniz! "kıllı" Benzetmesini ele alarak, nereye varılmak istendiği ortadadır. Oysa ki bir kaç yıl önce bu anlamda bir gazetecinin "Türk insanının" buna benzer şekilde ele alınarak "donla denize girme tartışması" yazısına konu edilmesi günlerece, tartışma konusu yapılmıştı. "Recep bey"in duruş ve davranışı, özellikle de ayakkabılarını çıkartıp, ayaklarını uzatması, yanına da ayakkabılarını koymasının, ne anlama geldiğini; altından neler çıkarmamız gerekliliğini, Anadolu insanımızın masumane, insancıl ve tertemiz ruh halini, bir takım çevrelerin ticari zihniyeti kullanarak, aslında emperyal güçlerin milli şuurumuza saldırıyı hedef alıp, kültürümüzün ve değerlerimizin tahrip edilmesi, çocuk ve gençlerimizin kendi kimlik ve kişiliğine karşı utanç duymasına, aşağılanmasına vesile olmaktadır.
Başka bir reklama konu olan, "Ali Desidero" şahsiyetiyle de aynı amaç sürdürülmekteydi. Yine yakın bir tarihte reklama konu olan şahsiyetin, anne ve babalarımızın yıllarca giydikleri (Avrupa Yakası dizisine de, altını çize çize konu edilerek, dalga geçilen) çizgili pijamanın zayıf ve niteliksiz kişilikle anılmasını millet olarak hafızamıza kaydettiğimiz gibi lahmacun, ayran gibi bize ait geleneksel yiyeceklerimizi aşağılayarak, zayıf, niteliksiz kişilerle birlikte yanyana verilmesi herhalde güzel ve olumlu izler bırakmadı. Özellikle genç diğmalar üzerinde nasıl bir tahribat yarattığını gözden kaçırmamalıyız. Bütün bu unsurlar niçin özellikle bizlerin özünde olan objelelere denk getirilmektedir? Her şey iyi niyetleyse o vakit "hamburger, kola, pizza" gibi yiyecekler bu ezik karakterlerle neden yan yana getirilmez? Soğanı, sarımsağı aşağılatmayı, kuru fasülyeden utandırılıp, "suşi" gibi ne olduğu belli olmayan yiyeceklerin "üstünlük" olarak aşılanmasına nasıl bir açıklama getirmeliyiz? Yine cinselliği her şekilde ön planda tutarak, çocuklarımızın ve gençlerimizin öncelikli yaşam nedeni olarak işlenmesini, ahlaki değerlerimizin bu yolla yerle bir edilmesinin, ölçülü yayın ilkeleriyle nasıl bağdaştırılğını merak ediyorum!
"Recep bey" reklamında sunulmak istenen kişilik kimi temsil ediyor? Şimdi sizlere bu soruyu bir kez daha sorarak, üzerindeki sorgulamamı devam ettirmek istiyorum:
Anladığım üzere ruh sağlığı bozuk ve psikiyatriste gitmiş görüntüsüyle senaryo devam ediyor. Şimdi, buradan Anadolu insanımızın toptan ruh sağlığı bozuk anlamı mı çıkarmamız gerekiyor? Aklımıza ne getirmemiz gerekiyor? Bir zahmet reklamı konu eden kurum ve iligili kişilerin açıklık getirmesini önemle istirham edeceğim. Benim zihnimden bunlar geçmektedir. Şayet altında bu amaçlar yatmıyorsa niçin bu izlenime kapıldım? Konu edecek başka bir kişilik bulunamadı mı? Espiri denildiği zaman kimlik ve kişiliklerimizle dalga geçilmesi mi lazım? Ya da değerlerimizle mi? Bütün bu olaylar ve dahaları, beni inanılmaz rahatsız etmektedir. Ruhumun, kimliğimin, milliyetimin derin yara aldığını düşünüyorum. Kendi ülkemde, kendi kimlik ve kişiliğimizle bu denli oynanarak, aşağılatmaya maruz bırakılmak kimsenin hakkı ve haddi değildir!

Sonuç olarak, bu reklamların genel ahlaka uygun düşmemesi yine hisleri ve zayıf karakterleri örnek alarak, Türklüğü, gelenek ve göreneklerimizin, masum duygular taşıyan davranışlarımızın, istismara açık; reklam ve dizilerin yasal olarak suç kapsamına girdiğini düşünüyorum. Bu anlamda, sizlerle hem sorgulama yapıp, hem de bizlere ne mesajlar verildiğini ve bunları yaparken de, ticari zihniyetin bu denli hoyratça kullanıldığına dikkatlerinize sunmak istedim. Her şeyiyle ülkemi seviyor, çeşitliliğiyle varlığımızı savunup, ayrım yapmaksızın bir bütün halinde koruma ve kollamayı birinci derece görev sayıyorum. Sevgi ve saygılarımla!

Ergenekon Destanı

















Çıkıp Ergenekon'dan dost ile dost oldular
Varıp atayurduna, yiğitçe öç aldılar
Yüzlerce yıl solmadan, hep tomurcuk verdiler
Dirlik düzen içinde, yaşayıp yeşerdiler
Ateşte demir dövüp, her yıl hiç unutmadan
Yaşattılar o günü, hem de hiç aksatmadan...
............





Ergenekon: Göktürkler'in çoğalarak, ortaya çıktığını anlatan bir Türk destanıdır. Tarihsel anlatımlara göre düşman tarafından, yok edilmeye çalışılan Türkler, içerisinde her türlü ihtiyaçlarını karşılayacak bolluk ve zenginlikte ki, bir vadiye yerleşmişlerdir. Etrafı dik dağlarla çevrili olan bu vadide "Allah'a şükrederek" yüz yıllarca geçimlerini sağlayıp, çoğalmayı gerçekleştirmişlerdir. İşte bu türemeyi borçlu oldukları ve kendilerine yurt edindikleri vadiye de "Ergenekon" adı verilmiş.



Türkler, atalarının yurtları olan eski yerlerine dönmeleri gerekliliğini ve yaşadıkları Ergenekon'un kendilerine yetmediğini Kurultay kararı ile kesinleştirdiler; bundan sonra da destanlara konu olan, Ergenekon'dan çıkış yollunun tek çaresi; dağı eritme planı ile kendilerine çıkış yolu hazırlama yeteneğini sergilediler. İşte, Türklüğün sembolü varsayılan gökyeleli Bozkurt'un önderliğinde, Ergenekon'dan çıkmayı bu sayede başardılar. O günü de kutsal gün sayarak çok iyi belleyen Türklerin, aynı zamanda bayram günü oldu. Türkler'in Ergenekon'dan çıkışı, her yıl büyük coşkuyla kutlanır. Bir parça demir, ateşle kızdırılır sonra kıskacla tutulup örse konulur ve çekiçle dövülür.



Bizlere tarih şuurunu veren ve devam ettiren sözcük; aynı zamanda gururla, şerefle taşıdığımız ERGENEKON'un yüklendiği görevi, şimdilerde bizlere oldukça sıkıntılı çağrışımlarla anılmasına ve kafalarımızın karışmasına vesile olması ile de, bir o kadar düşündürücüdür. Üstelik de millet olarak derin üzüntüye, endişeye neden olan belki "çete" tabiriyle eşleştirilen bu anlamlı sözcük ne yazık ki kelime olarak, zihinlerde kirlenmiştir. Doğal olarak da bizler, gururla taşıdığımız bu sözcüğü çeşitli yerlere ad olarak da vererek, tarihsel geçmişimizi bir anlamda ölümsüzleştirmiş olup, devamlılık sağlamayı görev saymışız. Ülkemizin çeşitli illerinde ki okullara "Ergenekon" adı verilmiştir. Bu örneklemeleri çoğaltmak mümkündür. O halde farkında olunmadan ve iyi niyetli olarak düşündüğüm ancak içimizi sızlatan bu adlandırmanın aslında bizlerin yıpratıldığını ve geçmişimizle bugünüzümüz arasındaki sürecin kafa karmaşasını beraberin de getirmiştir.


Sorgulamamız gereken, bu adı taşıyan okullarımızda ki çocuklarımızın tarihine saygı ve güven bunalımına sürüklenmesidir. Dahası bir zihin karmaşası yaşayacaktır. Kısacası, Türklerin varlığını temsil eden sözcüğün aslında, varsayılan, belki "çete" benzetmesiyle eşdeğer olduğunu kabul ederek, kökümüze duyduğu saygıyı zedeleyecektir.
Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi, kültürel değerlerini korumak, kollamak ve geliştirmek hepimizin birinci görevidir. Bu bağlamda devletimizin devamlılığı ve bölünmez bütünlüğünü sağlamlaştırarak, payidar kılmamız, bu ilke ve esasların korunarak, kollanmasıyla gerçekleşecektir.
Bizler millet olarak büyük bir aileyiz. Aileler arasında da, zaman zaman sorunlar çıkabilir. Bu sorunları kendi iç meselemiz sayarak, çözümüne de bu gözle bakmalıyız. Ne derler "kol kırılır, yen içinde kalır" Büyük Türk Milleti her zaman olduğu üzere bu defa da, bütün sorunlarını SAĞDUYU, KARARLILIK ve AZİMLE çözmesini bilecektir. Bundan hiç bir zaman, vatandaş olarak kuşku duymadım ve duymayacağım. Ülkemi, çok seviyorum! Hangi görüşte, hangi düşüncede olursak olalım, hepimizin birlikte yaşaması gerekliliğini ve birbirimize tahammül göstermemizin şart olduğunu unutmamamız gerekiyor. Gidecek başka vatanımız YOK! Sevgi ve saygılarımla!

Avrupa Birliği Amaç mıdır, Araç mıdır?















Sade fakat milli değerlerimiz ve ulus bütünlüğümüzü koruyarak, olayları anlamaya çalışan bir bakışla düşündüklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum:

Başlangıç itibariyle, hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygılı demokrasi anlayışının hakim kıldığı bizlere hayaller kurduran Avrupa Birliği...

Halkımızın bir kısmı, AB denildiği zaman, Avrupa'da iş olanağı sağlayan, bizlerin sınıf atlamasına vesile olacak, güzel yaşamın adresi olarak algılamaktadır. Tarih boyunca değişik isimler altında karşımıza çıkarılan ve bizlere modern hayatın adresi olarak gösterilmeye çalışılan ve bugünkü adıyla "Avrupa Birliği" olan bu plan, aslında gizli siyasi emelleri olan ve yine kuruluş felsefesi "Hristiyanlık" temellerine yatan "SÖMÜRME" düzeninin kılıflandırılmış şeklidir.


"1- 1838 Balta Limanı Gümrük Birliğ Antlaşması = 1995 Gümrük Birliğ Antlaşması.

2- 1839 Tanzimat Fermanı =AB Uyum Yasaları ve IMF dayatmaları.

3- 1856 Islahat Fermanı = AB Türkiye İlerleme Raporları." (Arslan BULUT, Yeniçağ Gazetesi)


Görüldüğü üzere tezgah aynı! Her alanda bizlere bitmek bilmeyen, kabul edilemez istekleri önümüze sunuyorlar. Böyle olunca da, milli devlet anlayışından çıkartılıp, çok milletli devletler konumuna getirilmek istenmemizdir. AB'nin bayrağı bilindiği üzere 12 yıldızdan ibarettir. Hz. İsa'nın 12 havarisi'ni işaret etmektedir. Bu demektir birliğin dayanışması ve beslendiği adres de dinseldir. Yani "haçlı zihniyeti" ortaklığıdır. Evet, bu zihniyetin tarih boyunca Türklük ve müslümanlıkla bir hesaplşması vardır. Yine bu anlayış, 1453'teki çağ atlatan zaferimiz, batı için bir travmadır! Bunu asla unutmadılar ve o günden bugüne planları, bu coğrafya üzerinde ki ülkemizi tekrar ele geçirmek üzerinedir.

Devletler arasında "mütekabiliyet" diye bir ilke vardır. Yani karşılıklılık ilkesi. Ama ne yazık ki, bu ilke bize işlemiyor. Mesela bizim tarih kitaplarımızdan, Yunan mezalimlerinin çıkarılmasını istedikleri gibi. Kendileri ana sınıfı çocuklarından başlamak üzere, Türkleri "düşman gösterme" ruhu aşılanmaktadır. Buna karşılık bizler iyi niyet çerçevesinde "yabancı damat" dizileriyle yapılan düşmanlıkları ört bas etme peşine düştük. Keşke bu iyi niyet, gerçek olsa ve tek taraflı olmasaydı!

Geçtiğimiz haftalar da İrlanda'da refanduma sunulan "Lizbon Ant." İrlanda halkının onurlu duruşuna bir örnek teşkil etti. Yani bir yerde AB yasası reddedildi. Daha önce de Fransa ve Hollanda reddetmişti. Bazıları da referandumu ertelemekle sıkıntıyı aşma gayretindeler. Kendi aralarında çatırdamalarla birlikte, anlaşmazlıkları yaşayan bu birlik, daha ne kadar ayakta kalabileciğinin şüphe götürdüğü ortada.


Hal böyleyken, bizi de baskıları altına alarak her istediklerini yaptırma gayretleri, etik olmayan davranışlarıyla sürdürülmektedir. Yine bizler, biz olduğumuzu unutarak, hep birileri gibi olma anlayışından acilen vazeçmek durumundayız. Türkiye Cumhuriyeti ülkesi diliyle, diniyle, kültürüyle, gelenek ve görenekleriyle bu zor coğrafyanın üzerinde kurulmuş, Atatürk felsefesi ile ayakta durabileceğini, Kurtuluş Savaşı'nı yedi düvele karşı onurlu mücadelemizle kanıtlayarak göstemiş; geçmişi ve tarihiyle zengin bir milletin çocukları ve devamıyız.


Çevremizde oynanan oyunların, bitmek tükenmek bilmeyen emperyal akımların, baskılarına ancak ATATÜRK ilke ve inkılaplarıyla ayakta kalabileceğimiz ortadadır. Onun içindir ki, Avrupa "Atatürk'ün resimleri indirilsin" deme cüreti ve küstahlığını gösterebiliyor. Biliyorlar ki, Atatürk'ün fikirleri benimsendiği ve ayakta kaldığı sürece emellerine ulaşamıyacaklar! Bunu başarabilmenin yolu da bizleri birbirimize düşürüp, Atatürk düşmanlığı yaratılmak istenmesidir. Yıllardır bu plan için fersah fersah ilerleyip, bu uğurda da yüce dinimiz kullanılmak istenmiştir.

Oysa ki, İslamiyet emperyal fikirlere karşıdır. Mazlum insanların yanındadır; zulme karşdır! Atatürk'de bu yüce dinin emirleri ve ışığı doğrultusunda hareket ederek, imanla birleştirdiği vatan sevgisini, bir güçte toparlayıp, Kurtuluş Savaşı'yla bütünleştirmiştir. Onun içindir ki, mazlum milletler Atatürk'ü kendilerine örnek almışladır.

Bizler, insanlarımızın mutlu, özgür ve kendi ayakları üzerinde durabilen, üretken olmamız için sadece ve sadece hukukun en idealini, yasalarımızın bizlere uygun şekilde, insan haklarına saygılı, ama ulus bütünlüğümüzü sarsmayacak anlamda gerekli olan caydırıcılığı kullanarak (ki burada hemen belirtmek istiyorum, İngiltere terörle mücadele kapsamında göz altı süresini 28 günden, 42 güne çıkartmıştır. Biz de ise "insan hakları" ileri sürülerek, AB'nin dayattığı, 2- 4 gün süre ile sınırlıdır.) karşılıklı alışverişin menfaatler gözeterek yapılması anlamında ve tabii ki onurluca bir birlikteliği düşünebiliriz.


Unutulmamalıdır ki, hiç bir ortak özelliği olmayan, beraber yaşanmış bir geçmişi olmayan, aynı duyguları hissetmeyen, kısaca tasa da, kıvanç da, mutluluk da berberliği olmayan toplululukların bir arada yaşaması zordur. Şayet bu birliktelikler kolay olabilseydi, Yugoslavya kanlı bir şekilde parçalanabilir miydi? Kısacası, Batı zihniyeti kendilerince bir plan tutturmuş; bizler ve yaşadıklarımız bu planın bir parçasıdır. AB gibi olgular da, bu zihniyetin, amaçlarının gerçekleşmesi adına bir ARAÇTIR! Sevgi ve saygılarımla!

Bir Fincan Kahvenin Kırk Yıl Hatırı Var..




"Bir fican kahvenin kırk yıl hatırı var." Biz bu sözün içeriğini tüm vücudumuza nüfuz edecek kadar anlayarak ve yaşayarak büyüdük. Biz büyüdük de acaba şimdilerde bu sözün ne kadar anlamı var? İşte izninizle onu sorgulamak istiyorum:


Küresel ekonominin insanları kullandığı bir dünyada, insanlar iki guruba ayrılmıştır. Gözü aç olanlar, karnı aç olanlar. İşte bu iki gurubu da doyurmak çok zorlaştı. Karnı aç olanlar doymasına doyacak ama, gözü aç olanlar doymadığı müddetce aç olanların doymasına imkan yok. Aslında dünyada var olan kaynaklar, tüm insanlığa yetecek kadar olduğu ortada. Ama tüketim toplumunun çığ gibi büyüdüğü bir zamanda, her geçen gün karnı aç olanların sayısı da bir o kadar tırmanışa geçecektir. "Birleşmiş Milletler 2004 Kalkınma Raporuna göre, Afrika'da 323 milyon insan günde 1 doların altında bir gelirle yaşıyorlar." 185 milyon afrikalı hergün açlıktan ölme riski ile yaşıyor.


Dünyanın durumu bu! Biz de faklı mı? İşte bir zamanlar savaştan çıkmış ülkemiz de fakirlik vardı, ama aç mezarı yoktu. Bu kültürün evlatları olarak fakirleri "aç" bırakmayan kültürümüzün yok edilişinin acısını, her geçen gün içimde hissediyorum. Bu yok oluş, bir canavar gibi büyüyerek, adeta gözü açlar ordusunun doymazlığını gözler önüne seriyor.


Evet, bir televizyon kanalında, hem de haber kuşağında 35 YTL. değerinde bir fican kahvenin artık zevki mi desem, yoksa acısı mı, kararı yazımın konusu oldu. İşte, hepimizin ağız tadı olan acı kahveyi nasıl da ulaşılmaz bir tat haline dönüştüğünün ibretlik haberiydi; altın tozlu "Türk Kahvesi". Adı Türk Kahvesi; ama "altın tozu" ithal. Hem de kuzey Avrupa'dan ithal. "Olur mu?" demeyin, oldu bile! Tıpkı İdi AMİN'in balıklarına altın attığı gibi; biz de insanlar, bir yandan açlıkla boğuşuyor çöplerden besleniyor, öte yandan da işte böyle altın tozlu kahveyi, "sınıf atlama" keyfi yaratarak içebiliyor! Bilmem bu durumdan utanç duyabilecek miyiz?! Hani "komşusu açken, tok yatan bizden değildir!" diye bir hadisimiz var. Ne güzel ifade etmiş sevgili peygamberimiz. Ama bu felsefeyi gözardı etmekte, acaba bizlerin günahı değil midir? İşte bu anlayışla çıktık yola, "komşu anne" düşüncesiyle aç bırakmadık çevremizde. Gizli gizli, aç anneleri doyurduk. "Bir elin verdiğini, öbür el görmez" zihniyetiyle büyütüldük. Ama ne oldu da, bu düşünceleri bir çırpıda harcadık ve yok ettik? Nasıl oldu da karnı aç insanları çoğalttık?


Bir alyans yapımı için 3 ton zehirli atık ortaya çıkmaktadır. Bu atıklar da siyanür ve kimyasal maddeler içermektedir. İşte bu durumu bilen olarak, altın tozlu "Türk Kahvesi" içmenin ne anlama geldiğini ve aç gözleri doyurmanın bedelini hem doğa, hem de masum insanlarla birlikte, tüm canlıların ödediğini üzülerek burada ifade ediyorum. Bir başka açıdan da konuya yaklaşmak istiyorum: Bu neviden sunumları belki ekstra bir hizmet olarak algılamak isteyenler olabilecektir. O vakit, bu haberin tüm ülkeye duyrulmasına ne dersiniz? insanların kalplerinde, ruhlarında nasıl bir yara bırakır hiç düşünüldü mü? Karnı açlar nasıl etkilenir bu haberden? Yorumu sizlere bırakmak istiyorum.


Ülkemiz insanlarının büyük bir kısmı inanıyorum ki "açım" diyenleri o muhteşem kültürümüz ve inancı doğrultusunda sessiz sedasız doyurmayı asil ruhlarıyla yerine getiriyordur. Duyduğum korku ve endişe bu asil ruhların yok edilmesi sürecine sokulmak istenmesidir.


"Biri yer biri bakarsa, kıyamet ondan kopar!" anlayışının bugünlerde her alanda ortaya çıktığı bir sürecin içerisindeyiz. Korkarım ki, kıyamet alameti olarak algılamamız gereken açlık, susuzluk ve doğal afetlerle bir dizi tehlike sinyalleri çoktan kapımıza dayandı. Bunu görmemek için kör ve sağır olmamız gerekiyor. Milyonlarca insan katlediliyor! Milyonlarcası açlıktan ölüyor! Milyonlarcası! kendi ellerimizle yok ettiğimiz doğanın intikamıyla ölüyor! Bir kısım insanlar da aymazlık içerisinde "sınıf atlama" heyecanıyla yanıp tutuşuyor!


Tüm bu nedenlerle ölen insanların bir de katilleri var! Bu sorumsuzluğa DUR diyebilecek vicdanların, tekrar yeni bir ruhla, eski güzelliklerimize ve değerlerimize sahip olarak heyecanını paylaşabilmenin umudunu, yüce milletimizden bekliyorum.

Sevgi ve saygılarımla!

Haziran Ayı ve Umutlarımız...





Haziran ayı, kimileri için özlemle beklenen tatil coşkusunu müjdeler, kimileri içinse, geleceğine yön verecek başlangıcın, yani endişe ve tedirginliğin yaşandığı ayın temsiliyetidir. Evet tüm genç dimağların korkulu rüyasını ve bedenleri gelişirken ruhlarında açılan ilk derin travmayı oluşturan sınavlarla dolu HAZİRAN ayı!..


Orta, lise de okuyan tüm çocuklarımızla birlikte, beraberinde sürüklediği anne ve babaların heyacan ve umutla bekledikleri; elleri yüreklerinde çaresizce boyun eydikleri, sistemler zincirinin ne denli ağır olduğu konusunda ki, önemli bir halkayı, sizlerle paylaşmak istiyorum:

Tüm anne ve babaların en değerli varlıkları evlatlarıdır. Bunlar için yaşamlarını düzene koyarak, hayatlarını onlara vakfederler. Tek istedikleri de çocuklarının mutlu ve özgürce geleceklerini inşa edebilmeleridir. Bu amaçla da çocuklarımızın, çocukluklarını sindire sindire yaşayarak, insani duygularla yetişmiş, kültürleriyle beslenip, erdemli, atasına ve atalarına sırtlarını gururla dayayarak kendilerine yön tayin edebilen, kendi ayakları üzerinde durabilen, mevcut durumlarını oldukları gibi kabul edip, başkalarına özenmeyi bir kişiliksizlik olarak algılamasını bilen, "vicdanı hür, irfanı hür" donanımlara sahip olsun istiyoruz. İşte o vakit hiç kuşku yoktur ki, ülkelerini ve geleceklerini yüceltebilme kabiliyetleri de gelişecektir!


Tüm aileler gibi bizler bunları istiyoruz da, birileri bunları İSTEMİYORLAR! Onun içindir ki en değerli varlıklarımızı, bizleri uyutarak, ellerimizden alıyorlar. Nasıl mı? Basın yayın yoluyla ruhlarını ezerek! Kültür emperyalizmi ile beyinleri boşaltılarak! Benlikleri ezilerek, hedefsiz ve ülküsüz yaşamı, sanal yollarla işaret ederek! Bencilliği ve bireyselliği ön plana getirerek! Ahlaki yaşamın yok edilmesini, bir meziyet gibi sunarak! Tüm bunlarla da olmazsa çocuklarımızı "sınav manyağı" yaparak! O da mı olmadı "şehit, gazi ederek" çocuklarımızı, göz bebeklerimizi elimizden alıyorlar!


Oysa ki, çocukluklarını, ergenliklerini, gençliklerini doya doya yaşayamadan, adeta çalarcasına, gelecek endişesini nakış nakış işleye işleye, kabus ve tedirginliği, henüz yaşamın ne olduğunu dahi bilmeyen minicik beyinlere kazıyarak, yapılabilecek en korkunç işkenceyi, kendi ellerimizle yaptığımızın farkında bile değiliz. Bırakınız okul çağını, artık ana kucağı sayılacak çocuklarımıza da bu işkenceleri yavaş yavaş enjekte etmeye başladık. İşte moda tabirle yabancı dil öğretme telaşı! Nereden sızdırıldığı belli olmayan saçma sapan düşüncelere bir örnek. Çocuğa küçük yaşta öğrenmesi kolaydır anlayışıyla başlatılan akım. Yabancı dil öğretimi! Bu nasıl bir vicdansızlıktır? İnanamıyorum! Yeri gelmişken değinmek isterim, minicik çocuklarımıza yabancı dilde şarkı öğretimi. Bunu özellikle ana okulu programlarında sıkça görürüz.


Oysa ki, çocuklarımız daha iki kelimeyi bile bir araya getirmekte zorlanırken, anlamını bilmediği sözcükleri hafızalarına kazıtıp, ruhlarını ezmeyi ve başkalarına hayranlık duygularını kendi ellerimizle verdiğimizi hesap edebiliyor muyuz? Acaba yabancı ülkeler de kendi çocuklarına bizlerin yaptığı gibi "Türkçe şarkıları" minicik beyinlere yerleştirme gayretleri var mıdır? O halde vereceğiniz cevaplara göre yorumu sizlere bırakıyorum!..


Sınav heyecanı ve tedirginliğiyle en güzel dönemlerini yaşatmadan, büyüttüğümüz çocuklarımızın geleceği ne kadar sağlıklı ve mutlu olabilir sorgulamasını bir kez daha dile getirmek isterim. Artık çocuklarımızın sorumlulukları bir tek okul günleriyle kalmıyor. Oradan bir, değil iki, üç dersane, yetmedi, özel kurslar, o da yetmedi evde tekrarlanacak test çalışmaları (ki, burada test tekniğini ayrıca da iyi anlamak gerekir. Bu yöntemle çocuklarımızın düzgün anlatım, konuşma ve yazılı ifade yetenekleri yok edilmiştir!). Bunların dışında yabancı dil öğrenme gayretleri, oradan kendi duyduğumuz özlemlerin giderilmesi adına, "sosyal etkinlikler" adı altında yönlendirmeler ve dahalarıyla yitip giden zaman. Sonrası mı? Malum ortada, fazla söze gerek yok!


Şimdi düşünüyorum: Çocukluğunu yaşayarak yetişen bireyler mi, yoksa bu koşuşturma içerisinde ezilmiş ruhları ile çocukluklarını yaşayamamış bireyler mi tercih edilmeli? Bu sıkıştırılmış duygular arasından sıyrılan tüm çocuklarımıza ve diğerlerine "Allah kolaylık versin!" demekten başka bir çare kalmadı. Umutları alınan ve çocuk düşüncelerinin yerini, omuzlarına yüklenen psikolojik baskıyla beraber, endişeli beklentinin alması, toplumumuzun geleceği açısından ne kadar sağlıklı olduğu konusunu anlamaya ve anlatmaya çalıştım.

Gözbebeklerimiz, yarınlarımızın teminatı çocuklarımıza, mutlu, aydınlık dolu günlerin onlarla olmasını diliyorum.


Sevgi ve saygılarımla!

Batı'nın İslam Korkusu (!)













Dün bir televizyon kanalında emekli büyükelçi sn. Şükrü ELEKDAĞ'ı dinledim. Bir açıklamaları esnasında; Batı'nın, özellikle 11 Eylül'den sonra takip eden olaylarla birlikte, radikal İslam'dan çok korktukları ve bunun için de Türkiye'ye "Ilımlı İslam" modelini uygun gördükleri anlamında sözleri oldu. Belki bu açıklamaları çeşitli ağızlardan defalarca dinlemişizdir.


Bir defa İslamın radikali olur mu? Şayet var ise bunu kim yarattı? Herhalde İslam dini yeryüzüne gönderildiğinde, iki parça halinde değildi. Yani "Radikal İslam" ve "Ilımlı İslam" diye. İnanılmaz üzüntü ve hicap duyuyorum. Ne zamandan beri İslam dini parça, parça edilerek kutuplaştırıldı? İslamın ne radikali, ne de ılımlısı vardır, bunları yakıştıranlar Batı'nın ta kendisidir.

Gelelim "radikal" sıfatına. Afganistan'da, Rusya'ya karşı bir akım geliştirip, oralara yerleşebilmek için kendilerine bir kuvvet yaratmak ve bu doğrultuda eleman yetiştirmek, bugün de bu kişileri terörist ilan etmek kimin icadı? Yine Rusya'nın dağılmasıyla birlikte tüm dünyaya yeni bir korku ve düşman yaratmak, hatta bugünlere zemin hazırlamak için "Yeşil Kuşak" adı altında müslümanları terörist göstermeleri, kimin düzenbazlığı? İngiltere Başbakan'ı Margaret TEACHER 1990'lı yıllarda İskoçya'da düzenlenen NATO toplantısında "Düşmanı olmayan ideoloji yaşayamaz.Sovyetlerin yerine bir düşman bulmamız lazım, işte o düşman İslam olacaktır." demiştir. İşte ondan sonrasını hep birlikte yaşıyoruz.

Yine Batı çok iyi biliyor ki, Arap yarımadası ve o coğrafya üzerinde ki tüm yeraltı ve yerüstü zenginliklerini kendileri, bir şekilde ele geçiriyor ya da Irak'da olduğu gibi zorla gasp ediyor. İşte bunun karşısında, o bölgenin insanları direniyorlar. Bu direncin adı "terör" oluyor. Böyle kafa karmaşası ile tüm dünyaya, kendilerinin hazırlamış oldukları senaryoyla korku salarak, oyunlarını oynamaya devam ediyorlar. Yani insan vatanına yurduna saldırı veya işgal olduğunda eli kolu bağlı, gelenlere buyrun mu demesi gerekiyor? Vatanlarını savunmayacaklar mı? Kurtuluş Savaşı ve Çanakkale Destanımızın kahramanları terörist mi olmuş oluyorlar? Bu kabul edilecek bir açıklama ve gerekçe olamaz! Kimse yaşama hakkını ve özgürlüğünü bir başkasına ya da güce teslim edemez.


Tekrar konuya dönecek olursak, İslam'ın radikali gibi saçma sapan ve bir o kadar da müslümanları aşağılayan bir tabir olamaz. Hıristiyanlığı biz katagorize edebilir miyiz? Hatta Papa'nın bu açıklamaları çıkıp şiddetle red etmesi gerekirdi. Ama Papa ayağının tozuyla gelir gelmez, Hz. Muhammed'e olmadık iftiralarla, bir din adamına yakışmayacak düşünceler içerisinde, bizlerin onurunu kırmaya devam etmiştir.


Hal böyleyken, yok radikal İslam, yok ılımlı İslam diye sıfatlarla bizlere, yön ve şekil vermeye kalkmasınlar. Bu sözler insanları birbirine düşürmekten başka bir şey değildir. Bir konuya daha dikkat çekmek isterim. Yıllardır müslüman insanlar patır patır ölürken, bombalar patlarken, yaşam alanları tarumar edilirken, bunlara hiç kimse kulak vermezken, Batı'da ufacık bir olay olsa tüm dikkatler oralara çekilip, insanlara korku ve dehşet salma politikası izleniyor. Tabii ki, dünyanın hiç bir yerinde şiddet ve can kaybı olmasın. Ama anlayamadığım yanı başımızda hergün oluk oluk kan akıyor, kimse ne oluyor diye sorgulamak istemiyor. İnsanlar camiilerde ibadet ederken toplu halde katlediliyorlar, kimsenin umurunda değil! Nerede insan hakları? Nerede Birleşmiş Milletler Cemiyeti? Nerede Avrupa Parlementosu? Nerede bayan Miterand ve diğerleri?


Amerika Başkanı George W. Bush güvenlik ve "terörle savaş" bahanesiyle ilk savaşı Afganistan'da başlattı. Burada "ya bizimlesiniz, ya teröristlerle!" diyerek tüm dünya ülkelerini kendilerinden yana olmaya zorlamıştır. Akabinde haçlı seferini başlattığını da ilan etmiştir. Taliban tarafından yasaklanan afyon ekimine ABD tarafından tekrar izin verildiğini Afganistan'da NATO yöneticiliği yapan Hikmet ÇETİN resmen açıklamıştır. ABD'nin yılda 70 milyar dolar kazandığının altını çizen bölge uzmanı gazeteci Hüsnü MAHALLİ ise "niyetlerin ne olduğu ortadadır" sözleriyle bizlerin ne anlamamız gerekliliğini düşündürmeye sevk etmiştir.

Tüm bunlar ortadayken bizler, üzerimizde oynanan oyunları iyice anlayarak, ne kutsal dinimizi ne de ayrılmaz bütünlüğümüzü gölgeleyen ve Batı'nın dışarıdan üreterek birbirimize karşı düşmanlığı hazırlayan unsurları elimizin tersiyle geri çevirerek geleceğimize, barışımıza, kardeşliğimize özgürlüğümüze ipotek konulacak her türlü senaryolardan uzak kalmamızın ŞART olduğunu bir kez daha hatırlatarak, bu millet bizim! Bu vatan bizim! Bu din de bizim! Karışmak, karıştırmak kimsenin haddine değildir! Sevgi ve saygılarımla!

Türk Halkı Kobay mıdır, Kader Kurbanı mıdır?



Yazıma güzel bir sözle başlamak istiyorum: "Aynı dili konuşan değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir." Evet böyle demiş Mevlana. İnsana, insani duyguları hatırlatan müthiş bir söz! Bu duygular, yeryüzünde ki tüm insanların ortak hisleridir. İşte bu duyguları iyi tahlil edip anlamak için, bir tek kendi yaşadıklarımızla duygular sınırlı tutulmamalı. Aynı şeyleri başkalarında da hissedip anlamasını bilirsek insani duygularda birleşmiş oluruz.



Anlatacaklarımı ve sizlerle paylaşacaklarımı bu duygularla başlatmak istedim. Çünkü, değerli bir belediye başkanımızın yaptığı icraat beni, derinden yaraladı. Kendi adıma, bu duygularımı izninizle dile getirmek isterim. Haberin patlak verdiği sıralarda bir başka haber dikkatimi çekti ve ister istemez sorgulama yaptım.


Bilim adamlarının araştırmaları neticesinde ve kobay maymunlar üzerinde denenen protez kolun beyinle hareket ettirildiğini haber olarak duyuruldu. İnsanlık adına müthiş bir olay, bilim için ise harika bir gelişme. İnsanlık için kaydedilmiş bu gelişme hergeçen gün ilerleme olarak tarihe geçen güzel bir haberin dünyaya duyurulması, Ankara'da yaşanan utanç verici gelişmeyle ne kadar çeliştiğini sorgulamadan geçemedim. Bir tarafta bilim kobay hayvanlarda denenerek hayata geçiriliyor, bir taraftan da milyonlarca insan neredeyse kobay gibi kullanılarak hizmet anlayışı gerçekleştiriliyor! İşte aynı anda duyduğumuz ürkütücü bir çelişki örneği.



İnanılması güç, anlatılması ve açıklanması utanç verecek boyutta olan bu gelişmeye nasıl bir açıklama getirilir bilemiyorum. Yani, insanların kobay olarak kullanıldığını mı anlamalıyım? Yoksa masumane duygularla verilen bir hizmet anlayışı olarak mı algılamalıyım? Bu olayda, nasıl olurda insanlarımızın zarar görebileceği hesap edilemez? Aradan 21 gün geçtikten sonra "Kızılırmak suyundan içildi, görüldüğü üzere kimsede ishal vakaasına rastlanılmadı!" mealinde ki açıklamalar talihsiz bir beyanat değil midir? Yetki ve sorumluluk sahibi kişiler, görev ve yetkilerini ne zamandan beri işi şansa ve deneme yanılma yöntemine bırakmışlardır?

Milyonda bir olasılıkta olsa, bir kişinin dahi sağlığı tehlike altına atılabilinir mi? Pekii, diyelim (ki Allah korusun!) içilen su neticesinde ishal vakaları çıksaydı, ardından can kayıpları yaşansaydı, ne olacaktı o vakit? Özür dileriz bir yanlışlık oldu mu denilecekti? Dahası, Kızılımak suyunun bilimsel anlamda, 2. kalite su olarak nitelenen resmi belge olduğu söyleniliyor, yine bu suyun içerisinde ki maddelerin insan sağlığına uzun vadede zarar verici olduğu anlatılıyor. Tüm bu veriler ortadayken, Ankara halkına bu suyun harmanlanarak dahi olsa, içirilmesine izin vermek hangi insani duyguyla bağdaştırılabilecek? Hukuki boyutunu bilemem, ona herhalde yargı karar verecektir, ama ben bir insan olarak karşımdaki tüm insanların duygularını hissederek konuya bakıyorum. İnsanın değeri bu kadar mı hafife alınır?


Benim ülkemde bu olan ilk değil ki! Bakınız bir zamanlar bir bakan çıkıp radyasyonlu çayı halkın önünde içerek adeta bilimi yok sayıp meydan okurcasına, insanları içgüdüsel, günü birlik yaşama davet etmiştir. Yine, geçtiğimiz yıllarda hızlı tren vakasını yaşadık. Göz göre göre onlarca masum vatandaşımız hayatını kaybetti. Yine Gölcük depremi ile on binlerce insanımız yaşamlarını kaybetti, binlercesi sakat ve evsiz kaldı. Oysa ki aynı büyüklükteki depremlerin sıkca yaşandığı Japonya ve diğer gelişmiş devletlerde can kaybı neredeyse yok denecek kadar az.


O halde, bilimden uzak ve insan değerinin olmadığı bir anlayışı içimize nasıl sindirebiliriz? Modern, çağdaş Atatürk Cumhuriyeti bunu taşıyabilir mi? "Bir insanın gerçek zenginliği, onun bu dünyada yaptığı iyiliklerdir" diyen sevgili Peygamberimizin anlayışına sığar mı? Bu yapılanlar iyilik mi dersiniz? Yoksa tüm bu gelişmeler neticesinde tedbirini almaktan imtina eden ve bilimden uzak duran sorumlu ve yetkili kişilerimizin zafiyetleri neticesinde "kader kurbanı" olarak gösterilmesine mi bağlanmalı?!


Duygu ve düşüncelerimi "En büyük yoksulluk ilim ve ahlak yoksulluğudur!" sözüyle pekiştirerek, yaşadıklarımıza aslında tesadüfen yaşadığımızı gösteren bu örnekler dizisine eklenen akıllara ziyan olaya bir bakış açısı sunmak istedim.

Sevgi ve saygılarımla!

Planın Parçası "Etnik Köken"














Emperyalist devletlerin yüzyıllardan bu yana, karakteristik özelliği milletlerin, halkların arasında minicikte olsa bir etnik ayrımcılık yaratma isteğidir. Hatta bu konu üzerinde özel gayretleri vardır.Kurumlaşmış, araştırma ve geliştirme organları, devlet destekli faaliyet göstermektedirler
Ülkemiz üzerinde de bu gayretleri eskiden bu yana devam etmektedir. En yoğun bilinen, etnik köken ayrımcılığı ile Türk-Kürt ayrışması için tüm güçleriyle, özellikle İngiltere ve Amerika / İsrail tarafından sürdürülmektedir.


Bütün bu gayretler sürdürülürken, halk arasında geçerlilik kabul gördü mü? Diye kendi kendime sorarım. İnandığım üzere bunu gerçekleştirmekte oldukça zorlanılıyor. Neden mi? Bizler millet olarak beraberce kurtuluş mücadelesi veren ve binlerce yıldır içiçe yaşayan, aynı gelenekleri paylaşan, aynı inanca sahip olan, kültürlerimizi birleştirdikçe zenginliğinden yararlanan, aynı müzikle coşan, tasada kıvançta beraberliği sürdüren ve artık "et tırnak" misali olan ulusun çocuklarıyız. Kültürel dili farklı diye oradan tutturularak, bir ayrışımı oluşturmak emperyalizmin arayıp da bulamadığı kadar ellerine geçen koz misali, istedikleri şekli vererek, arzularına bu noktada ulaşmak için yıllarca üzerinde durdular, duracaklardır.


Şimdi bir bakalım, ülkemizin bu hassas coğrafyası üzerinde dönen oyunlara: Yıllardır o bölgede sürdürülen "ağalık" sistemi neden kaldırılmaz? Peki bu sisteme hiç ses çıkarmayan aşiret sisteminden memnun olan ve aşiretten meclise kadar giren kişiler bu noktada "demokrasi" aramaz ve sormazlar da, bunun dışında dış güçlerin güdümüne girerek belki şahsi menfaatleri için, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nden neden "demokrasi, insan hakları" gibi moda sözcüklerle ayrışmak isterler? Aslında orada ki, masum hakımız gerçekten özgür mü? Türkiye Cumhuriyeti'nin yasaları önünde elbette özgürler! Yasa ve kanunlar önünde elbette eşitler! Bunu örneklendirmek adına devlet memurluğuna alımda bir kimse söyleyebilir mi ki, "sen kürt kökenlisin, seni işe almıyoruz!" Cevap tabii ki koskoca hayır olacaktır. Yine, yönetim kadrosunda bir ayrım yapılmış mıdır? Hayır! Turizm, seyahat, iş kurma, sanayi vs. de ayrım yapılmış mıdır? Hayır!. İsrail'de şu anda uygulandığı üzere, evlilikte etnik ve ya dinsel kökene önemle dikkat edildiği gibi, bizim ülkemizde bakılmış mıdır? Hayır! O halde, herkes aynı şartlarda, eşit imkanlarla değerlendirilmiş midir? EVET! Peki, sıkıntı nedir? Sıkıntı, birileri sevgili Kürt kardeşlerimizi kullanarak, bu topraklara ve zenginliklerine özellikle de Fırat ve Dicle sularına sahip olmak istemektedir. Bunlara direk gelip el koyamayacaklarına göre, bir yara bulup orayı kaşıyarak yarayı kangren haline dönüştürüp, kangrenli bölgeyi kesmeye çalışacaklardır.


Sorarım Kürt halkımıza; ağalık ve aşiret düzeninden niçin hiç rahatsızlık duyulmaz? Buralarda toprak ağalığı neden şikayet konusu edilmez? O halde "ağasına baş kaldırmaktan" korkanlar nasıl olur da Türkiye Cumhuriyeti Devletine baş kaldırmaktan söz edebilir? Yörenin akil adamları, acaba bu sorunların giderilmesi yönünde neden uğraş vermez? Bölge halkına eğitim getirilmesi ve toprak reformu için çalışmaz? Çünkü, o vakit halkımız bilinçlenir ve asla kimsenin maşası olmayacaktır! Diyelim ki, o bölge bizden koparıldı. Hiç düşünüldü mü acaba? Elin Amerikalısı, elin İngilizi ve diğerleri Kürt kardeşlerimizi çok mu seviyor? Ya da müslümanlara çok mu acıyor? Tabii ki hayır. Daha sonra bu bölgede ikinci bir Filistin yaratılarak, bu insanlar kullanılacaktır. Ne zamana kadar? Büyük İsrail Devleti'nin oluşumuna kadar. Ondan sonra seyredin kan ve gözyaşını! Yugoslavya parçalanırken, BM barış gücüne teslim edilen 8 bin küsür müslümanın kesilmesini sanıyorum henüz unutmamışızdır! Hocalı katliamını hatırlıyor olmamız gerekir! Şimdi ise Irak'ta yapılan katliam halen sürmekte! Ya yıllardır Filistin'de yapılan ve olanlar?!..


Bizler hiç bir zaman bu oyuna gelmeden, aklımızı başımıza alarak güç birliği içerisinde ülkemizin ve coğrafyamızın hem zenginliğini hem de güzelliklerini beraberce yaşamaya, binlerce yıldır yaptığımız gibi yine yaparak, geleceğimiz için, aydınlık günleri kucaklamaya hazır olduğumuzu, cümle aleme göstermek zorundayız diyorum. Unutmayalım ki, şu anda sorunlarımız olsa da, en azından can güvenliği endişesi taşımadan ailemizle birlikte mutlu ve ÖZGÜR bir şekilde inancımızı yaşıyor, hayatımızı idame ettirebiliyoruz! Sonrası iç sorunlarımızdır, bir şekilde halleder, düzeltme yaparız. Yeter ki, birlikteliğimize gölge düşürmeyelim! Mutlu birlikteliğimiz, ayrılmaz beraberliğimiz ilelebet payidar olacaktır! Sevgi ve saygılarımla!

Bir Varmış, Bir Yokmuş...



Bir varmış bir yokmuş bir ülkenin bir kralı ve bir de kraliçesi varmış!..Birden çocukluğumuza döndük değil mi? Evet, 21. yüzyılın içerisindeyiz, ama ne yazık ki, hala krallıkla idare edilen ve bizlere de demokrasiyi anlatan, herkese de demokrasi, insan hakları hakkında nutuklar atan, modern, çağdaş ülke olarak beyinlerimize kazınan Avrupa var. Kafa karışıklığı yaşatan bu karmaşayı anlamaya ve anlatmaya çalışacağım.

********



İngiltere, Hollanda, Norveç, Danimarka, Belçika, İspanya gibi ülkeler krallıkla yönetiliyorlar! Tabii, bunu kılıflamak içinde "sembolik" sıfatıyla bir şeylerin üzerini örtmeye çalışıyorlar. Bunun adı krallık mı? Evet krallık! Pekii, sembolik de olsa babadan çocuğa geçen bir ünvan ve yaşama tarzı var mı? Evet var! Ülke halkı kral ve kraliçeye karşı sonsuz biat içerisindeler mi? Evet içerisindeler! Saraylar da yaşıyorlar mı? Evet yaşıyorlar! İmza yetkileri var mı? Evet var! Toplum da ayrıcalıklı mı? Evet ayrıcalıklı! Soyluluk ünvanları var mı? Evet var! Eee! Geride ne kaldı? Sembolik değer mi! İşte anladığım ve anladığımız, affedersiniz! bir o kadar da anlayamadığımız üzere, Avrupa gerçekten çok demokratik! Günümüz şartlarına uygun bir kılıfla krallığı yaşıyor ve yaşatıyorlar. Hatta sınıf farkını net olarak ortaya koyuyorlar. Kimse ne oluyor? Neden böyle? Diye bir sorgulamaya geçebiliyor mu? HAYIR! O halde, yorumu sizlere bırakmak istiyorum. Yani "monarşik" düzenin devam ettiğini hatırlatarak.
*
********
*
Gelelim, din ve devlet işlerini, birbirinden ayırmak konusuna. Harika bir düşünce! Ama bakınız, Avrupa ve Amerika siyasetinin belirlendiği yer Papa'dan ve Vatikan'dan geçiyor; neredeyse birlikte hareket ediyorlar! Haa, bir de şu meşhur ve sözde "ermeni soykırım" yasa tasarısını görüşen Amerikan siyasi görüşmelerinin yapıldığı mekanda, elinde asası, boynunda haçı, üzerinde kara cübbesi ile din adamı siyasetin arasında boy göstererek, televizyonlarda görüntülendi. Görüntü tüyler ürperticiydi. Ne zamandan beri din, hukukun üstünlüğünü gölgeledi ve siyasi kararın içinde oldu? Yapılan dinin siyasetteki varlığıyla, kamu oyuna psikolojik bir baskı niteliğindeydi.
*
*****
*
Demek ki, ülkemizde var olan demokrasi ve hukukun üstünlüğü gerçek bir halkın idaresi anlamında yasalarla çizilerek, kendini kanıtlamıştır. Tabii ki, eksiklerimiz, sıkıntılarımız var; ama demokrasinin hamisi olarak kendilerini gösteren, medeni olduklarını iddia eden ( ki bunu teknolojik anlamda sayıyorum, öteki türlü kanla ve gözyaşı ile beslenen zihniyet oldukları kanıtlanmıştır) Batı'yı gerçek anlamda incelediğimiz de kendimizle ve Atatürk Cumhuriyeti ile GURUR duyuyorum!...
*
*******
*
Geçtiğimiz hafta, ülkemize İngiltere Kraliçesi geldi. Çok güzel bizler, atalarımızdan ve geleneğimizden öğrendiğimiz Türk misafirperverliğini sonuna kadar uygulayarak, devletimizin onuruna yakışır ağırlamayı elbette yaparız. Herşey buraya kadar normal. Ancak, Kraliçe'nin Bursa'ya gelip, Yeşil Cami'de Kur'an dinlemesi o kadar samimi ve inandırıcı değildi! Yani ikiyüzlülük diyebilirsiniz. Niçin mi? Bakınız, geçtiğimiz temmuzda olsa gerek, İngiltere hükümetinince, 1989 yılında, büyük infial uyandıran, tüm islam alemine hakaret sayılan ve değerlerimize saygısızca saldırıda bulunan, bunu kitaplaştırarak dünyaya kışkırtıcı bir şekilde teşhir eden Salman RÜŞTİ'yi, tekrar gündeme getirerek nişan ödülü verildi. ( Yıllar sonra bu sıkıntılı olayın tekrar gündeme getirilmesi hayret verci değil midir? Saygısızlık, kişilerin inanç ve vicdanlarına saldırıyı desteklemek hatta teşvik anlamında değil midir?) Kraliçe de bunu "topluma yapılmış hizmet" olarak beyan etti.
*
******
*
Bu beyanet şahsımı bir insan olarak incitti ve müslüman kimliğimle de, derin üzüntü içerisine sevk etmiştir. Bu beyanattan hareketle, sorarım ki 1,5 milyar müslüman insan, toplum değil mi? (Müslüman Toplumuna burada, hangi hizmet var?) Ayrıca İngiltere insan haklarına saygılı, kişinin inanç ve değerlerine önem veren, tüm özgürlükleri teminat altına almayı bir görev sayan, kendi tabirleriyle hukuk ve anlayışlarını "demokrasinin beşiği" olarak, tüm dünyaya kabul ettirmeyi ilke saydıklarını gözönüne alırsak, bu ödül ve beyanatı hangi konuma oturtmak gerekiyor? Kraliçe o gün verdiği beyanatla hükümetinin verdiği "nişan ödülünü" çok yerinde görerek sözleriyle de ONAY vermiştir. Bu düşünceyle müslümanları aşağılayıp, değerlerini hiçe sayarak, nereye varılmak istendiği ortada. Hal böyleyken, şimdi Bursa'da camii gezip, Kur'an dinlemesini nasıl değerlendirmemiz gerekiyor? Yani bir yandan döv! öte yandan pansuman yap! İşte bu zihniyetin, yarattığı kafa karışıklığı, bizlerin bir kez daha, düşündüklerimizin, ne yazık ki haklılığını ortaya koymuştur.
*
*********
*
Kendilerini bir imparator gibi takdim etmeye ve ettirmeye özen gösterenler, geçmişte ki, kraliyet hükümranlıklarını "çaktırmadan" devam ettirmenin özlem ve hırsıyla bir o kadar da acımasız emperyal yayılımlarıyla sömürge özlemlerini hortlatmayı büyük hedef olarak görmenin arzusuyla, planlarını sürdürüyorlar.
*
********
*
Kraliçe Hanım, İngiltere halkının kraliçesi! Bizim değil! Türkiye'ye geliş nedeni de, biz Türkleri ve müslümanları sevdiği içn değil! Hayrımıza olmadığı da kesin! Ezelden beri büyük Kürdistan hayalleri değil mi? ( Tarihimiz ingiliz oyunları ve ihanetleriyle yazılmıştır.) Perde arkası çıkar ve isteklerini ise zaman içerisinde göreceğiz! Sevgi ve saygılarımla!