29 Ekim 2010 Cuma

Kıvançla Kutluyoruz!













"Benim hayatta yegane onur kaynağım, servetim, Türklük'ten başka bir şey değildir. Bu memleket tarihte Türk'tü, bugün de Türk'tür ve ebediyen de TÜRK olarak yaşayacaktır." ATATÜRK


Birey olmak... Sorgulamak... Ve kararlarını kimsenin etkisi altında kalmadan, özgürce verebilmek... Tüm bunlara sahip olmak, insanın özgürlüğüdür aslında. Ve bu durumun yönetimlerce güvence altına alınarak halkın aklını hür iradesiyle kullanmasına olanak tanınması şekli demokrasinin kendini gösterme biçimidir...


Ve bir öğrencim parmak kaldırarak söz istiyor:


Elif Sevgi, sevimli mi sevimli, dünya tatlısı çocuklarımdan bir tanesi. Başlıyor düşüncelerini o çocuksu içtenliğiyle anlatmaya:


"Öğretmenim, ben, sizin anlattıklarınızı artık anladım." Merakla dinlemeye devam ediyorum:


"Öğretmenim, ben ağabeyimle birlikte aynı odada yatıyorum. O, her gece ikimiz de aynı anda yatmamıza rağmen, benden sürekli kendisine su getirmemi istiyordu. İşte sizin söyledikleriniz aklıma geldi; ve bu defa kendisine "Ben senin kulun, kölen değilim! Kalk suyunu kendin iç!" dedim . "Artık yataktan kalkıp, ona su getirmiyorum öğretmenim." dedi.


Ah, ne kadar güldüm... :)


Ve bu açıklamayı yakınlarımla paylaşarak inanılmaz keyif aldığımın farkına vardığımı gördüm. Tabii, bu söz karşısında sınıfta öğrencilerime bir açıklık getirme ihtiyacı da hissettim. Zira Sevgi'nin davranışı kafasında bir sorgulama olduğunun belirtisiydi. Öte yandan çocuklarımın ayrıca bilmesi gereken şey, büyüklerine hizmet anlayışının ayırtına varmalarıydı şüphesiz.


İşte onlara "çocuklar, büyüklerimize hele de aile büyüklerimize koşulsuz hizmet etmek bizim öncelikle görevlerimiz arasındadır. Ancak Burada anladığım kadarıyla Sevgi'nin ağabeyi keyfe keder bir davranış içerisine girmiş... Yoksa büyüklerimize hizmet etmek bizim için sorun olmamalıdır...


Söz, insanın sorgulayıcı olmasından açılınca, konu bu küçük ama bir o kadar da anlamlı anıya geldi. Sevgi'nin o körpe beyninde oluşan sorgulayıcı tutumunun dayandığı temel nokta, hiç şüphesiz ki Atatürk Cumhuriyeti'nin ne demek olduğudur.

Zira cumhuriyetten önce vatandaş olmaktan uzak, adeta padişahın kulu, kölesi durumundaydık...


Demem o ki... Düşünen, sorgulayan insan, onurlu olmayı öğrenir! Onurlu yaşamak ise hür iradeyle gerçekleşir. Hür olmayan insan mutlu olamaz!

Bugün 87. yılını kutladığımız Cumhuriyet'imiz bize onurlu yaşam biçimini kazandırdı.

Bu vesileyle;


Yüce Türk milletinin onurla ve kıvançla sahiplendiği Cumhuriyet Bayramı, hepimize kutlu ve mutlu olsun!


Nice 87 yıllara...


Sevgi ve saygılarımla!



27 Ekim 2010 Çarşamba

Bir Zamanlar...













“İnsanoğlunun değeri bir kesirle ifade edilecek olursa; Payı gerçek kişiliğini gösterir, paydası da kendisini ne zannettiğini… Payda büyüdükçe kesrin değeri küçülür.” TOLSTOY


Asıl adı Mihail Yuhanna olan Tarık AZİZ; Irak devrik lideri Saddam Hüseyin'in yirmi yıl danışmanlığını yapan ve kabinenin tek Hıristiyan üyesi sıfatıyla hafızalarda yer edindi. Dahası kendisine, şüphe uyandıran davranışları münasebetiyle "casus" bile denildiği de bilinmektedir.


Zira Tarık AZİZ, sekiz yıl süren İran-Irak Savaşı süresince Amerikan yönetiminin en güvenilir isimleri arasında yer almaktaydı. Tabii, aynı zamanda Amerika güçlerinin 2003 yılında Irak'ı işgal etmesinin hemen ardından ilk teslim olan kişi olarak da ayrıca dikkatleri üzerinde toplamıştır.


Ne bileyim; Tarık AZİZ'in idam fermanının çıkartıldığını duyduğumda aklıma bazı sorular geldi işte... Mesela, emperyalizme el altından kim çalışıyor ve ikili oynuyorsa bir şekilde o kişilerin de kullanım süreleri dolar dolmaz, hiç gözünün yaşına bakılmaksızın ipi anında çekiliyor gibi...


Tarık Aziz'i asıl dünyaya duyuran olay; Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesiyle birlikte işgalin desteklenmesi yönünde Cenevre'de katıldığı bir toplantı sırasında (1. Körfez savaşı'nın hemen öncesinde) dönemin Amerika devlet başkanının Saddam'a yazmış olduğu mektubu reddecek kadar dik duruş (!) sergilemesiyle dikkat çekmişti. Hatta bu "dik duruş"tan (!) hemen sonra SAVAŞ BAŞLADI.


Ancak bu cesaret (!) ve dik duruş (!) Irak'ın işgal edilmesiyle birlikte anında ters yönde bir kararlılığa dönüverdi...


Nitekim gemiyi ilk terk eden kaptan misali halkına güzel (!) bir örnek model oldu! Dahası, Irak'ın işgal edilişinden hemen önce yine İtalya'ya giderek, orada Papa ve İtalya devlet yönetimi ile görüşmelerde bulunması da ayrıca soru işaretlerini beraberinde getirmez mi?


Bilmem ki bu türden kafa karıştırıcı sorular nasıl aklıma takılmasın?! Zira Aziz, ilk fırsatta ailesini de Irak'tan çıkararak böylelikle ülkesini ilk terk edenler kervanına katılmış olmuyor mu?!..


Hâl böyle olunca da bir dönem uluslararası arenada "kahraman" (!) olabilyor; ama iş başa düştüğü zaman ülkesinde korkak ve kaçak olacak kadar da küçülebiliyor!!!

Diyeceğim, bir defa alçakca kişisel menfaate düşerek birilerinin maşası olabilen tarihte pek çok Tarık Azizler çıkmıştır! Sonları hüsranla biten de bir tek AZİZ olmayacak...

Ancak;

"Böcek olmayı kabullenenler, ezilince şikayet etmemelidirler."

Sevgi ve saygılarımla!



24 Ekim 2010 Pazar

Halkçılık Oldu "Halt"çılık!!!















"Zayıfların haklarını korumak için konuşmayanlar, tutsaklardır." Lowell



"DAMAT, TBMM kartıyla gecelerde

CHP İstanbul Milletvekili Sevigen’in kızı Selen Sevigen ile evlenen Gökhan Özen’in eşini doğum günü partisine getirdiği araçta yer alan TBMM kartı dikkat çekti" 23.10.2010, Vatan



BU MİLLETVEKİLLİĞİ AYRICALIĞINI HİÇ BEĞENMEDİM...


ATATÜRK, bir sabah Florya’dan Dolmabahçe Sarayı'na dönüyor. Yeşilköy İstasyonu'nun önünden geçerken birdenbire otomobili durduruyor ve Başyaver’e:

" Sorunuz, tren var mı?" diye emir veriyor.

O sırada tren hemen hareket etmek üzeredir, hep birlikte otomobilden inip yanındakilerle trene biniyor. Karar anı verildigi ve tatbik edildigi için bu trene biniş hemen kimsenin nazari dikkatini çekmiyor. Bir müddet sonra, her seyden habersiz olan kondüktör, Ata’nın bulunduğu kompartımana geliyor. Kafileyi görünce çekilmek istiyor.

Ata hemen sesleniyor;

"Vazifeni yap!" (yanındakileri göstererek) "Bu efendilere niçin bilet sormuyorsun?"

Yanındakiler cevap verirler.

"Paşam biz mebusuz. Tren bileti almayız. Parasız seyahat ederiz."

Ata hayretle:

"Bu imtiyazı hiç beğenmedim" der. "Çok ayıp ve acayip bir kaide. Çok güzel halkçılık!" Ali Kılıç


" HALK yürüyorsa o da yürümüş, halk duruyorsa o da durmuş, halk acı çekiyorsa o da çekmiş, halk gülüyorsa o da gülmüştür. Öyle bir nokta gelmiş ki, halkın her eylemiyle Mustafa Kemal’in eylemleri bütünleşmiş, tek bir eylem haline gelmiştir. Yalnızca savaş için, cumhuriyet için, devrimler için hazırlık yaparken değil, tarlada çalışırken, düş görürken, yemek yerken de halkın ve onun eylemleri bütünleşmiştir. Mustafa Kemal hiçbir zaman tek başına yemek yememiş, yemeğe otururken çoğunlukla arkadaşı olan veya halktan kişilerle birlikte oturmuş, sohbet ederek yaklaşık iki saat boyunca sofrada kalmış, sıcak iklime sahip yerlerde yanındakilerin ceketlerini çıkarmalarına izin vermiş, servis yapanları telaşlandırmadan acele etmeden yemek yenmesini istemiştir." Şükrü TEZEL, Atatürk’ün Hatıra Defteri, TTK Yayını; Ankara 1972, sf: 115


Bilmem... yukarıdaki yazıma konu ettiğim habere yorum olarak, Atamızın bu soylu davranışına konu edilen anısıyla birlikte çok şey karşılık bulacaktır sanıyorum. Ve... Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve önderi Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK; düşünceleriyle ve felsefesiyle nasıl bir kişiliğe sahip olduğuna tanık olduğumuz bu anısıyla da bir kez daha görüyoruz ki o, kendisini Yüce Türk milletine adayarak halkının bir parçası olduğunu her fırsatta kıvançla ortaya koyuyor. Onun içindir ki eşsiz mütevazı tutumuyla Türk ulusunun gönlünde derin iz bırakarak, sarsılmaz bir taht kurmuştur!


Kısaca... "Halkçılık" neredeeen nereye gelmiş... :(


Sevgi ve saygılarımla!

21 Ekim 2010 Perşembe

Şeytanın Ne suçu var ki?!












"ABD'de 11 Eylül saldırılarını konu alan bir belgesel çeken ve tanıtım afişinde Türk bayrağı kullanan Christian Action Network (CAN - Hıristiyan Eylem Şebekesi) adlı kuruluş, Türklerden gelen yoğun tepkiler üzerine yeni bir afiş ve DVD kapağı hazırladı. Ancak ABD'li Hıristiyan grup, Türk bayrağını kaldırmak yerine afiş ve kapağa yeni bayraklar ekledi." 19.10.2010, Hürriyet


Birkaç gündür üst üste okuduğum bu haber üzerine aklıma bir öykü geldi. Hikayenin üzerinde durarak konuyu biraz da açmak isterim...

E madem ülkemize ve bayrağımıza yönelik sinsice bir saldırı planlanıyor, o vakit biz de durumdan vazife çıkararak olaya yorum getirelim...


"Günlerden bir gün şeytanın yolu bir köye düşmüş. Keyfi yerinde olan şeytan, sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineği sağan genç bir kadını uzaktan izlemeye başlamış. Şeytan, kadını epeyce izledikten sonra yerinden kalkıp kazığa bağlı buzağının ipini biraz gevşetmiş.


Buzağı bu, az ötede annesinin sütünün kovaya sağılmasını aç karnına izlemeye daha fazla dayanamamış. Buzağı yerinde debelendikçe boynundaki ip biraz daha gevşemiş ve sonunda yular hepten çözülmüş. Koşarak annesini emmeye giden buzağı, süt kovasına çarpmış ve bütün süt yere dökülmüş. Sağdığı sütün heba olduğunu gören genç kadın, sinirlenerek eline geçirdiği odunu buzağının kafasına vurmasıyla yavru, kan içinde yere yığılmış. Yavrusuna saldırılmasına kayıtsız kalmayan inek bir tekmede kadını yere serip öldürmüş.

Uzaktan geçmekte olan kadının kayınpederi, ineğin gelinini öldürdüğünü görüp, elindeki tüfekle ateş ederek ineği öldürmüş.

Silah sesini duyan koca koşup gelmiş. Karısını yerde cansız yatarken, babasını da elinde tüfekle görünce, belinden silahını çekip, tek atışta babasını öldürmüş.

Kısa bir süre sonra gerçeği öğrenen genç adam bu kadar acıya dayanamayacağını düşünüp, bir kurşun da kendi kafasına sıkarak canına kıymış.

Bütün bu olayları bir kenardan izleyen şeytan, "Bu felaketi de bana yüklerler. Buzağının ipini gevşetmekten başka ben ne yaptım şimdi?" demiş."


Emperyalist güçlerin hep yaptığı ve yapmakta olduğu şey, insanların etnik kökeni, dini ve mezheplerinden faydalanarak milletleri birbirine düşürüp boğazlatmasıdır. Bunun için de şüphesiz ki ince ince planları devreye sokmakta bir tereddüt yaşamıyorlar. Tıpkı "11 Eylül saldırısı"yla birlikte akabinde işgal ettikleri ülkeler gibi...


Ve bir defa buzağının ipi gevşedi mi...

Ortalık kan gölüne çoktan dönüyor bile...

Buzağı, gelin, sığır, baba, oğul zincirleme peşpeşe öldüler...

Bak Allah'ın işine ki burada herkes, şeytanı suçluyor!!!

Oysa zavallı (!) şeytanın bunda ne rolü var? O, sadece buzağının ipini, şöyle bir gevşetiverdi işte...


Diyeceğim... Emperyalist güçlere karşı, buzağının ipinin gevşetilmesine olanak tanımadan, o ipi sıkı sıkı tutmasını iyi bilelim!!!

Yoksa...

Sevgi ve saygılarımla!


17 Ekim 2010 Pazar

Bir Zamanlar Kimsesizlerin Kimsesiydik!









"Allah Teâlâ'nın en hoşuna giden şey, insanın, kendi çalışmasıyla elde ettiği azıcık kazancından, gücü yetmeyenlere yardım etmesidir." HADİS (Tolstoy, Hz. Muhammed, sf:26)



"Hiç kimse kimsesiz değil, herkesin var bir kimsesi
Hiç kimsesiz kaldım medet, kimsesizler kimsesi."


Bu anlamlı ve soyluca sözlerin sahibi, ecdadımız Fatih Sultan Mehmet Han'dır. Bu beyiti her okuyuşumda, içimde oluşan sımsıcak duygularla birlikte ruhum mutluluğa erişiyor... :)

Ne bileyim, belki bu sözleri sayfama alarak da (bakınız; "mululuğun resmi"ne) herkesle duygularımı paylaşmak istedim. Zira hem atalarımla, hem de tarihimle duyduğum gururu, açık ve net bir şekilde böylece ifade de etmiş oluyorum...


Kimbilir kimlerle paylaştım bu duyguları... Orasını bilemem ama, bildiğim şey, bu anlamlı beyitden esinlenip, hatta aynı duyguları hissederek, talihsiz ve kimsesiz "Semanur"un intiharı üzerindeki düşüncelerimi yazmak istememdir. Zira toplum olarak övünçle sahip olduğumuz "yardımlaşma" duygumuzun şimdilerde kocaman bir vurdumduymazlığa dönüştüğünün kanıtıdır bu hazin öykü... Hani genlerimizden gelen ve inancımızla bütünleşen toplumsal dayanışmamız var ya...

Artık yok gibi... Zira babası dört yıl önce cinayetten hapse girmiş, annesi de fuhuş operasyonu kapsamında tutuklanmış olan Semanur'un, çaresiz ve kimsesiz kalmanın bunalımı karşısında intihar etmesi nasıl açıklanacak?!

Kısaca kimsesizliğe terk edilen "Semanur", intihar etmekle aslında atalarımızın deyimiyle yüzümüze, "Osmanlı tokadı"nı atmış oldu!


Sessiz sedasız yediğimiz bu tokadın acısını vicdanlarında ve yüreklerinde kimler hissetti, orasını bilemiyorum... Ancak ortada olan bir gerçek var ki, Semanur'un gencecik yaşında intihar edecek kadar kendisini yalnız ve çaresiz hissetmesidir. Bilinmelidir ki bu intihar, toplumsal dayanışma duygumuzun maalesef yerlerde süründüğünün bir göstergesidir!


Anne ve babasının vebali altında ezilen zavallı Semanur, çareyi intihar etmekte buldu (!). Ve ne acıdır ki bu yavrucağın cenazesini kaldırmaya dahi kimse gelmemiş... "Cenazesini almaya gelen olmayınca genç kızın cenazesi belediye tarafından toprağa verildi. Semanur’un cenaze törenine sınıf arkadaşları ve İlçe Milli Eğitim Müdürü katıldı." 14.10.2010, Milliyet


Pekii, bu talihsiz olayın yaşandığı yer neresi?

Mevlâna şehrimiz Konya...

Uff!.. Bu elim tablo karşısında atalarımızın kemikleri sızladı da, bizim yüreğimiz ezilmedi mi?

Diyeceğim...

Şüphesiz ki atalarımıza karşı büyük utanç içerisindeyim...

Ve yine bununla birlikte, "komşusu açken tok yatan bizden değildir" felsefesinden gelen inanç birliğimizi unutmanın derin acısını yaşıyorum...

Çağ atlatan ve çağ kapatarak tarihe imza atan, kimsesizler kimsesi Fatih Sultan Mehmet'in biz torunları!.. Ve Müslümanlığıyla övünen Müslüman halkımız!.. O müthiş değerlerimizi nerede yitirdik de bugün TOPLUM olarak bu utanç verici sızının altında ezilmeye mahkûm olduk?


Sevgi ve saygılarımla!

14 Ekim 2010 Perşembe

Asalet Ruhtadır, İncelik Dildedir!






















"Asil bir insan yedi şeye en büyük dikkat ve itinayı göstermelidir:
Gözlerine dikkat etmelidir; açıkça görmesi için.
Kulaklarına dikkat etmelidir; vuzuhla işitmesi için.
Yüzüne dikkat etmelidir; hürmet telkin etmesi için.
Sözlerine dikkat etmelidir; doğru olması için.
Kafasındaki tereddüt ve şüpheye dikkat etmelidir; başkalarına sormak ve öğrenmek için.
Hiddetine dikkat etmelidir; doğacak güçlükleri önlemek için.
Faydalı olanı ararken dikkat etmelidir; adaleti uygun olarak düşünmek için." Konfiçyüs


"Asalet nedir?" diye sorulduğunda aklımıza neler gelmez neler... Ama biz şimdi bu durumu bir kenara bırakıp, soruyu tersden ele alarak düşünsek diyorum; şüphesiz ki o vakit asaletin ne olduğuna değil de, nelerin asalet olamayacağı üzerinde hepimizin az çok tespit edeceği davranışlar vardır. İşte bu bağlamda -benim de kısmen izlediğim- bir televizyon programında sarfedilen kelimenin gazetelere yansımasıyla "asalet" kavramı üzerinde durmak istedim.


Zira bu defa öyle televole kültüründen gelen bir program falan değil, söyleyeceklerimize konu olan kişi, bir dönem milletvekilliği de yapmış emekli bir büyük elçimizin (İnal BATU) kızı. Üstelik bu kişi akademeik düzeyde de incelendiği zaman, "kocaman kocaman" etiketlere sahip olduğunu görürsünüz... Dahası ayrıca da tarih üzerinde bir kitap "yazmış"; şu anda da Boğaziçi Üniversitesi'nde "edebiyat doktorası" yapmaktaymış... Peki bütün bunların anlamı ne oluyor? diye sorarsanız, hani ne bileyim ilk etapta bu kadar "donanım"a sahip kişler için, "ne güzel gerçekten soylu yetişmiş..." denilecek veriler var ortada...


İzninizle söz konusu davranışı hatırlatarak devam etmek isterim:

"Pelin Batu Habertürk ekranlarında tam 4 defa P...venk dedi. Az kalsın kanal kapanıyordu..."13.10.2010, Vatan


Vallahi, ne diyelim... bu şekilde toplumun ruhu zayıfladıkça "asalet"de anlamını yitirip, ortadan kalkıyor... Hele de eğitimci olmanın verdiği hassasiyetle çocuklarımızı eğitmek gibi bir sorumluluğum olduğunu da gözönüne alırsam, konunun vehametini vurgulamam gerekir mi doğrusu bilemediğim gibi, kafam iyiden iyiye karışıyor...


Ne bileyim; aklıma öğrencilik yıllarım geldi işte... Zira o zaman düzgün konuşmak, iyi bir Türkçe ile kendini ifade etmek bizlere ve topluma hep örnek gösterilmiştir. Bu anlamda da sürekli öğretmenlerim tarafından takdir edilip, arkadaşlarıma örnek tutulduğumu hatırlıyorum :) Şimdi ise yaşadıklarımı bugünle kıyaslıyorum da... Her geçen gün gelişmelere baktıkça dünün bugünle hiç alâkası olmadığına üzülerek tanık oluyorum. Aksine bugün, özünde sanki "kötü" hep örnek tutuluyor gibi...


ASALET; televizyonların örnek tuttuğu ve topluma dayattığı üzere, magazin dünyasındaki kişilerin gösterdiği olgular değildir!
KAPİTALİST düzende paranın getirdiği renkli hayatın, parayla satın alabileceği bir şey, hiç değildir!
Şan, şöhret, mevki ve gösterişle elde edilebilecek kadar da ucuz olmadığını işte bu gibi örneklerle görebiliyoruz!


Tabii, bu pek kaba sözcüğü sarfeden Pelin hanım için değişik anlamda savunmalar da yapılmıyor değil hani... Zira sözcüğün "tanıtımı yapılan kitapta geçtiğini ve bunun tekrarlanmasında bir sakınca görülmediği" gibi, "özürü kabahatinden büyük" dedirtecek açıklamaları okuduğumda, bir eğitimci olarak, "hadi canım sen de..." diyesim geliyor!

Bu türden kaba sözcüklerin peşinden zihinlerde uyandıracağı anlamların oluşmasını nasıl izah edecekler o vakit? Toplumda her ne sebeple olursa olsun, geride bırakacağı kötü izlenimleri ve tahribatları neden hesaba katmazlar ki?..


En azından söylenilen bu kaba kelime, bir hanımefendinin ağzına yakışır mı? Üstelik kariyer sahibi ve bilimsel açıklama adına oraya çıkan kişiler bunlar... Konuşacaklarını "bin düşünüp bir söylemesi" gerekmez mi?

Bu gibi kişiler, topluma önder ve örnek değiller mi? O vakit bu "ağız" ve söylemler toplumun ahlâkında bir kırılmaya, ruhunda da bir zayıflamaya neden olmaz mı?


Kısaca sormak istediğim şu ki; okullarda çocuklarımızın ağzından düşürmedikleri ucuz ve basit kelimelerin yanında, hakarete varacak affedersiniz küfür ve kaba sözcüklerin kaynağı neresi acaba? Bu çocuklar, bu türden sözleri nereden işitip, özenip kullanıyorlar dersiniz? Ha, ailelere soracak olursanız, kendilerinin bu türden sözleri kullanmadıklarını ifade ediyorlar!

Ee, o değil, bu değil...

İyi de o zaman bu çocuklar, bu davranışları nereden öğrenip, alışkanlık ediyorlar diye, sormazlar mı adama?!


Sevgi ve saygılarımla!


11 Ekim 2010 Pazartesi

Has Sanatçı
















"Ödülü hak edip sahip olamamak, sahip olup hak edememekten iyidir."


Bir televizyon kanalında "Ey özgürlük" şarkısı çalıyor... Bu şarkıyı dinlerken, şüphesiz ki herkes gibi ruhumun derinliğinde "özgürlük" coşkusunu bekliyorum; ama ne yazık ki ben, bu duyguyu ruhumda hissetmediğim gibi bilakis zihnimde tam tersi duygular oluştu...

Nasıl mı?

Bir defa benim özgürlük anlayışımda;

Anadolu insanının özgürlüğü... Temiz ve dupduru sevginin tüm insanları kucaklaması... paylaşımcı duyguların hakim kıldığı, insan vicdanının susmadığı, sorgulayıcı ve insanın insana kulluğun yok edildiği bir anlayışın egemenliği vardır! Anadolu türkülerini, ezgilerini ve halk ozanlarmızı dinlediğim zaman işte bu duyguların ruhumu sardığını hissediyorum...

Öte yandan "Ey özgürlük" gibi "özgün" şarkıların özgürlüğü hatırlatması sadece sözde kalıyor. Mesela bir takım kendilerini "aydın" diye nitelendiren kesimin özüne inildiğinde, ortada sadece ve sadece gerçek halkın gerçek yaşamından çok uzakta, kendilerince oluşturdukları yepyeni bir zümrenin varlığı görülecektir.


Sanat, toplumların yaşamlarıyla birlikte duydukları acı ve mutlulukların ortaya çıkarılması için vardır! Zira sanat, ruh ve sezinlerle ortaya çıkar. Yani ruhun dışa vurumudur sanat. Tıpkı Anadolu insanımızın hissettiği doğruluk, hürmet, ve şükran duygularını sazıyla, sözüyle dile getirdiği gibi... Doğaldır her davranışı... Ardından bir çıkar gözetmeksizin hareket eder...


O halde sanatçılar da bu duyguları dile getirirken gerçek sorunları ve bu sorunların kaynağı olan toplumun hislerini birebir anlayarak yaşamalı; ve onların acılarına, sevinçlerine ortak olmalıdırlar. Yoksa bir eğlence ortamında ya da bir konser ortamında yazılmış bir şiiri okuyarak, söyleyerek kibirle kendilerini ayrıcalıklı zümreye dahil etmekle aydın olamazlar!


Demek ki halkın gerçek sorunlarıyla birlikte insanlığın önünde bulunan tehlikelerin önce farkına varmak ve bunu da halka bir şekilde hissettirerek onların aydınlamasına, örnek olmakla sorumludur sanatçı. Onların ruhlarını yakından tanımak, onlar gibi hissedip birlikte gülüp, ağlamaktır sanatçı ve aydın olmanın özelliği...


Demem o ki... Ben has sanatçıhissederek anlarım... Görerek bakarak değil! Beni hiç ilgilendirmiyor "entel" giyimi, "entel" yaşamı... Beni asıl ilgilendiren şey; sanatçının halka ne kadar yakın olduğuyla ilgilidir... Şöhret ve münevver sahibi insanların, mensubu olduğu toplumların belirli düşünce ve kalıplarıyla şekillenmiş ve kendilerine bu düşünce üzerinden yer edinenlerin asıl, "bilmediklerini bilen" sade vatandaşların hislerine ortak olamayışlarıdır problem olan...


Öte yandan sanat ve sanatçı üzerindeki çeşitli görüşlerinin yanında farklı bir yaklaşım noktasına dikkat çeken Rousseau'ya göre;

"eğlendirici sanatlar ve gösteriş etkinliklerinin ülkede yaygınlaşması kralları daima hoşnut etmiştir. Bu yolla vatandaşlarını köleliğe alışkın bir şekilde doyurmuş olur ve halkın bu ihtiyaçlanma biçimlerinin kendileri için bağlayıcı birer tasma olduğunu iyi bilirler. Sözgelimi Büyük İskender, geçimini balıkçılıkla sağlayan topluluklar üzerinde tahakküm sağlamak için onların balığa olan düşkünlüğünü kırmış ve öteki kesimlerin sahip olduğu beslenme alışkanlıklarını onlara da kazandırmaya çalışmıştır."

Bilmem, sanki benim de anlatmak istediğim... tam bu noktada birleşiyor sanki.

Ne dersiniz?


Sevgi ve saygılarımla!

7 Ekim 2010 Perşembe

Tevrat'a Tahrif, Zinaya Taltif!

















"İsrail'’de siyonist haham Ari Shvat, Yahudi yasalarının, İsrail’in güvenliği konusunda hayati istihbarat elde etmek için kadınlara “düşmanın yatağına girme izni verdiğini” açıkladı."


Şimdi biz öncelikle bu işin aslına bir bakalım:


Siyonizm aslında dini değerlerden değil "seküler felsefe"den ilham alan siyasi bir oluşum olarak varlığını sürdürüyor. Dolayısıyla da Siyonizm, bazı dini değerleri kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmayı amaç edinmiş oluyor. Bu doğrultuda yepyeni bir Tevrat oluşturulmuştur. Yani, "Muharref Tevrat".


Zira, "Şüphesiz Tevrat’ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır. (Allah’a) teslim olmuş nebiler onunla yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah’ın kitabını korumakla görevlendirilmişlerdi. Onlar Tevrat’ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu halde siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir." Mâide Sûresi, 44. Ayet'de de belirtildiği üzere;

Tevrat'ın büyük bir kısmı değiştirilerek bugün bambaşka şekilde karşımıza çıkarılmış olduğu her halukarda ortada. Bunu anlamak için yazıma konu ettiğim Siyonist hahamın "Kadınların teröristlerin tutuklanmalarına yol açacak bilgiyi almak için onlarla yatmaları kabul edilir" gibi, "ahlâksızca" bir durumun kutsal kitapta yer alması (!) başka türlü mümkün olabilir mi?


Hiç hak bir dinde, böyle bir seviyesizliğe yer verilebilir mi?!..


Demek oluyor ki insanlar, gerçekleri saptırarak siyasi ve menfi anlamda meşruiyet oluşturmak ve bunda da başarılı olabilmek için "her yol mübahtır" anlayışından yola çıkarak, dini siyasi malzeme olarak, çok rahat kullanabiliyorlar!!!


Şimdi burada siyonist hahamın"din"adına verdiği sözde fetvaya bakarsak, sözde Tevrat'taki sapkın hikayelerden ilham alarak hüküm verme noktasına geliyor. Nitekim bir hatırlatma yapmakta fayda gördüğüm, bir diğer önemli nokta ise; İsrail'in bir din devleti olduğu, gerçeğidir. Gerçek şu ki; İsrail'in ayakta kalabilmesi için sürdürülen her politikasının meşruiyetini, el altından Tevrat'a dayandırmaktır. Zira bu anlamda yapılan zulüm, katliam ve cinayetlerin kılıfı olarak, tıpkı Haham Ari Shvat'ın yaptığı gibi; "Muharref Tevrat"ın gösterilmesini siyonizmin bir yöntemi olarak benimsenmesinden kaynaklanmaktadır.


Pekii; akla hâyâle gelmeyecek kadar seviyesizce davranışların sözde Tevrat'da yer almış olması da neyin nesi oluyor?


Tarihte yaşanmış olayların çarpıtılarak kutsal kitaba alınması siyonizmin bir parçasıdır.


Talmud (Yahudilerin kanun kitabı) adındaki dini kaynaklarda anlaşıldığı üzere bir takım seviyesizlikler, hırsızlıklar meşru görülüyor. Burada; "Yahudilerin üstün bir ırk olduğu anlatılmakta, insanları sömürmek ve gizli yollarla mallarını gasbetmek için yahudilerin izleyeceği yollar anlatılmaktadır."


İşte hahamın fetvasına kaynak gösterdiği sözde Tevrat'daki hikaye:


"Tevrat/Tekvin, Bap 12:1-3"de anlatıldığına göre; "İbrahim Peygamber karısı ile Mısır’a gidiyor. Karısı güzel olduğu için onu alıp kendisini öldürecekler korkusu ile İbrahim, karısını kız kardeşi olarak tanıtıyor. Firavun onu karılığa alıyor, fakat saraya gelen felaketlerin kadının yüzünden olduğunu öğrenen Firavun kadını bir cariye ile geri veriyor. Ayrıca sığırlar, altın ve gümüşlerle İbrahim’i zengin olarak ülkesine gönderiyor."


Hiç kutsal kitap, "Yalan söylemeyi" ve "ahlaksızlığı" insanlara örnek davranış olarak sunar mı?!..


Diyeceğim şu ki... Dinin bu denli aşağılıkça siyasete alet edilmesi; işte böyle seviyesizce gözler önüne serilir hale getirdi...



Sevgi ve saygılarımla!


NOT: İsteyen bu konuyu Kur'an-ı Kerim'den Şûrâ Sûresi, 13. Ayet'le birlikte ve karşılaştırmalı olarak Tevrat /Tekvin, Bap,12:1-3 inceleyip araştırabilir... T.G.


3 Ekim 2010 Pazar

Emperyalistlerin Çakma Edebiyatçıları
















Pasifik’teki Birleşik Devletler Ordusu’nda on sekiz ay görev yapan Norman MAİLER; her ne kadar Vietnam karşıtlığına katılmış bir gösterici gibi anlatılmaya çalışılsa da, aslında o, Amerika'nın çıkarları doğrultusundaki eserleriyle kaleme aldığı kahramanları sayesinde, belki de davranış ve düşünce bozukluğunu ortaya çıkarıcı, yani hastalıklı kişiliklerin yaygınca desteklenmesini el altından sağlayan, "kahraman"ların yazarıdır.


Yani; Amerikan "kahraman" kültürüyle yaratılan ırkçı,hasta ve kadın düşmanı karakterlerin edebiyatçısı Norman MAİLER. Nitekim, "Çıplak ve Ölü" adlı ödüllü kitabının kahramanı, yaşamının büyük bir bölümünü kin, nefret ve öfkeyle geçirmiş Çavuş Croft. Aynı zamanda kitabın kahramanı Croft; faşizmin net bir şekilde ortaya konulmuş bir kişilik örneğidir.


2. Dünya Savaşı'ında görülen ve yine aynı şekilde içinde bulunduğumuz zaman diliminde de yaşadığımız Irak, Afganistan Savaşlarında görüldüğü üzere; insanların bakar kör haline getirildiği gerçeği nasıl yorumlanmalı dersiniz?..


Bu kısa ayrıntıdan sonra basından öğrendiğimize göre;


"Nobel Edebiyat ödüllü Türk yazar Orhan Pamuk, ABD'nin en saygın edebiyat ödüllerinden "Norman Mailer Yaşam Boyu Başarı Ödülü'ne" layık görülmüş...

Şimdi bu haber üzerinde izninizle biraz durmak isterim:


Eh, ne diyelim... bu taptaze ödül, Orhan PAMUK'a hayırlı uğurlu olsun!!! Zira ödüllere doyamayan ve ödülden ödüle koşan üstün başarılı sözde yazarımız Orhan Pamuk bunu çoktaaan "hak" etti bile... Nasıl "hak" etmesin ki!!! Kendi milletini "soykırım" yapmakla itham edebilecek kadar da görünürde asıl mesleğinin "tarihçi" olduğu (!) ortaya çıkıyor... Hem bu teziyle dünyaca ünlü yazarlık ünvanını ele aldı! Hem de görüldüğü üzere, dünya siyasetine hizmet etti! Ve de emperyalist güçlere çıkar sağlamasıyla da, ayrıca "tarihçi" ünvanını ele geçirmiş oldu!!!

Ne güzel!!!


"Kim bu cennet vatan uğruna olmaz ki feda" dizesinin, Orhan PAMUK için;

"Kim bu şan, şöhret uğruna olmaz ki feda" ifadesine dönüştüğünü görüyoruz!!!


Sözün özü; Amerika'da "en saygın ödül" olarak geçen, "Norman Mailer Yaşam Boyu Başarı Ödülü" aslında, "Baskına baskın" anlayışının kitlelere psikolojik olarak, işlenmiş yöntemidir.

Nedir o?

Bakınız, durup dururken kalkıyor Amerika, japon adasını işgal ediyor!!! E adamlar da buna karşılık savunmaya geçer değil mi? Peki bu durum, dünya kamuoyuna ve kendi vatandaşlarına nasıl izah edilir? İşte Norman Mailer gibi sözde insancıl duyguların kaharamanlığı altında, Amerikanın hastalıklı ruhlarını yaratarak, bunların genişlemesini sağlamaktır!


Şimdi ne diyormuş, bu yazar? "Savaşların lüzumsuz" olduğunu anlatıyor. İyi de savaş ortamını kim yaratıyor? İnsanlar, bu durum karşısında; "aman savaş lüzumsuz, biz de direnmeden teslim mi olalım?" desinler. O halde savaş ortamını yaratanları sorgulayıp eleştireceğine tam tersi işgalci güçlerin askerlerini kamuoyu önünde acındırarak (ki Norman Mailer'in yaptığı gibi) bu duygular üzerinde savaşa destek vermek olmaz mı?

İşte "Çıplak ve Ölü" ve konusu;


"Amerikalıların savaşta küçük bir japon adası olan Anopopei'ye yaptığı çıkartmayı anlatır.
Fakat çok ilginç bir şekilde savaş sahnelerindense askerlerin psikolojileriyle ilgilenmiştir"

Yine;

"Askerlerin çıkartma öncesi gemideki düşünceleri, adeta yarınları olmadıklarını hissettikleri için umarsızca gemide kumar oynamaları ve adada her zaman içlerinde var olan, "acaba bir daha evimi görebilecek miyim?" düşüncelerini kaleme alarak, kamuoyunu "duygu sömürüsü"yle Amerika ve bu anlamda işgalci güçlerin halklarını yanına çekmekten öteye geçmeyen gizli bir hizmettir. Şayet bu durum böyle olmasaydı, "Fransa'nın en prestijli ödüllerinden biri olan Legion d'Honneur" ödülünü alabilir miydi? Peki bu bağlamda bugün Irak'a yapılan işgali de bizler Norman MAİLER'in işaret ettiği yönde mi değerlendirelim dersiniz?


Pekii, siz, hiç gördünüz ya da duydunuz mu, emperyalist ülkelere hizmet etmeyen bir yazarın ödül aldığını? Ya da ne bileyim adına ödüller düzenlenerek, ünlenmesinin sağlandığını?


O halde ödülden ödüle koşan, Amerika'da yaşayan, "ödül"ler şampiyonu Orhan PAMUK, kimlere hizmet etti? Zira Türk milletine hizmet etmediği ortada...


Ne bileyim belki de onun için ben, bu "ödüllü" yazarımızdan gurur duyamıyorum herhalde!

Bilmem bu duygularım bu teşhise uyuyor mu?

Zira bilakis Orhan PAMUK, her ödül alışında;

İçim sızlıyor...

Yüreğim bir fena oluyor...


Ve yine bu bağlamda;

Bugün Irak'a yapılan haksız işgali de bizler, Norman MAİLER'in işaret ettiği yönde mi değerlendirelim dersiniz?


Belki ileride Irak gerçeği, bakarsınız Norman MAİLER gibi "kahraman" yazarlar tarafından çarpıtılarak, emperyalist güçlerin askerlerinin yaşadığı psikolojik travmaları, edebi bir şekilde kaleme alınır; ve Orhan PAMUK gibi yazarlar da bundan NEMALANIR!


Ne dersiniz?


Sevgi ve saygılarımla!


1 Ekim 2010 Cuma

Bu Ne Yaman Çelişki...
















"Ahlakı dürüst olan güzel görünür; kadının güzelliği onun tavır ve hareketleridir, bunu bilen bilir." KUTADGU BİLİG, Yusuf Has Hacib, 4500. beyit; sf: 773


Artık vitrinden et beğenir gibi eş seçimli "evlilik"ler oluşturulmaya başladı...


Saçı örtülü... ama henüz o anda tanıdığı bir erkeğin elini tutacak kadar... Ona sarılacak kadar... Hatta daha da ileriye gederek, "aşkım" diyebilecek kadar yakın ve sıcak ilişkilere açık; ve hiç çekinmeden yaşamaya da hazır...

İyi de bu yakınlaşmanın neticesinde anlaşamayıp ayrılma olasılığı da fazlasıyla var değil mi?..

Peki bu durumda ortada bir çelişki yok mu?!..

Hani saçının bir telini dahi göstermekten sakınan ve bunu da "İslam dininin emirlerini yerine getirmek" olarak algılayan inananların bunu yapmaktaki esas nedeni, "cinsel çağrışıma" sebebiyet vermeyi engelleme düşüncesidir...


O vakit bu anlayışın savunucusu olarak başını sıkı sıkıya kapatıp, ardından hiç tanımadığı bir erkeğin elini tutması; ve yine yoğun duygusallığın milyonlar önünde sergilenmesi; gerçek anlamdaki mütedeyyin insanlarımıza hakaret değil midir?

Onları "aşağılama" ve onlarla "alay" etmek olmuyor mu?

Genç beyinlerde de bu türden davranışlar, dinimizin algılanmasında çelişki yaratmaz mı?

Bu ayıptır!

Saygısızlıktır!

Ve bu gibi davranışların sonunda ortaya şu gerçek çıkıyor:

İslâm dini toplum önünde zayıflatılmaya çalışılıyor...

İslâmiyet aşağılanıyor...

İslamiyet, birileri tarafından çıkarlara hizmet amaçlı yeniden düzenlenmeye çalışılıyor!

O vakit neden bu duruma tepki verilmez?

Bu inanç bizim değil mi?

İnancımıza sahiplenmek ve onu korumak hepimizin en birinci görevi değil midir?


Beyinleri boş, cahil insanları ekran karşısına çıkararak, bir taraftan verilmek istenen mesaj; dini duyguların ön plana çıkarılması, diğer taraftan şeklen bu mesajı verenler üzerinden, basitliği seviyesizliği hem ahlaken, hem de inancımız gereği yapılması onaylanmayacak davranışların sergilemesi anlamına geliyor...

Bu durum kimlerin işine yarıyor?

Bu şekilde gençlerimize ve çocuklarımıza kimler örnek edilerek, neyin yozlaşması sağlanıyor dersiniz?


Şimdi İslâm dini kullanılarak toplumumuza, içi boşaltılmış yepyeni bir "İslâmiyet" sunulmak isteniliyor!

Anlaşılmasın diye de, işte bu tarz insanlar, din kisvesi altında toplum kabulüne zorlanıyor!


Değerlerimiz, bir bir yozlaştırılıp, bir şekilde önce aşağılanıyor, ardından ayak altı ediliyor!!! Bu durum gerçekten içler acısı... Bu arada sözde evlendirme bahanesiyle ortaya çıkan bu programın sunucusu da "Allah'a emanet olun..." derken, seviyesizce davranışlarla, sımsıcak duyguyla yürekten söylenen inanç dolu sözlerimizin (bilerek ya da bilmeyerek-her ikisi de vahim ya!-) içini boşaltmaya çalışıyor.


Diyeceğim şu ki; bu kişilikler derhal sorgulanmalı ve gereken tepki verilmelidir. Zira çelişkilerle dolu şekli görüntülerin arkasındaki resim de; büyük bir toplum, heba ediliyor!

İslâmiyet'in içi boşaltılıyor!

O halde bu gördüklerimiz bize, gerçek anlamdaki İslâmiyet'i anlatmıyor

Bu gördüklerimiz bilakis, inancımıza ters düşen hareket ve davranışlardır. Zira kalplerde şüphe uyandırmaya yer vermeyen İslamiyet ve Kur'an-ı Kerim; bu seviyesizce ve ucuz davranışları bünyesinde barındıramayacak kadar yükseksektedir.


Ve unutulmamalıdır ki; "Herkesin ameli, onun davranışlarındaki niyetine göre değerlendirilir. (Ameller niyetlere göredir)" Hadis


Sevgi ve saygılarımla!